Gittikçe çoğalan bu örneklere bakarak toplumun başörtüsüne yüklediği anlamın ters yüz olduğunu söylemek mümkün mü? Elbette ki hayır. Başörtüsü hâlâ dinî bir emir olarak görülüyor, başörtü takanların dinin emirlerini yerine getirmesi bekleniyor.
Vejdi BİLGİN
Prof. Dr., Uludağ Üni. İlahiyat Fak., Felsefe ve Din Bilimleri Böl., Din Sosyolojisi

Sokağımızın hemen altında bir cadde, onun altında da bir kız meslek lisesi bulunuyor. Bu okulda çoğunluğu oluşturmamakla birlikte çok sayıda başörtülü öğrenci var. Örtülü kızların içinde, diğer kızlar gibi sigara içenlerin veya erkek arkadaşı olanların yabancı bakışlardan kaçmak için tenha sokağımıza gelmelerine alıştık. Artık konserlerde kapalı kadınları görmek sıradanlaştı. Ramazanlarda kafelerde bir şeyler yiyip içen kapalıları görmek de. Gazetelerin (şimdi televizyon kanallarının) üçüncü sayfalarında eşini aldatan, suça karışanlar arasında örtülüler de var. Televizyon kanallarına çıkan bu kadınlar acaba programda mı kapandı yoksa gündelik hayatında da kapalı mı, emin olamıyorsunuz.
Başörtüsünün artık bir modasının olduğunu; aile yapısı, dünya görüşü ve yaşam tarzının bu moda ile birleştiğini, ancak tek başına bir modaya ya da dünya görüşüne işaret etmediğini söylememiz gerekiyor. Bir başka ifadeyle; hiç kimse sırf modaya uymak için düzenli başörtü takmıyor. Ama başını örten her kadın da beş vakit namazını kılmıyor. Başörtüsü tek başına ne modayı temsil ediyor ne de dindarlığı gösteriyor.
Gittikçe çoğalan bu örneklere bakarak toplumun başörtüsüne yüklediği anlamın ters yüz olduğunu söylemek mümkün mü? Elbette ki hayır. Başörtüsü hâlâ dinî bir emir olarak görülüyor, başörtü takanların dinin emirlerini yerine getirmesi bekleniyor. Yukarıda sözünü ettiklerimiz sadece bir değişim eğilimini gösteriyor, ama bu değişimin nereye varacağını tam olarak kestiremiyoruz.
Bu değişim eğiliminde dikkati çeken bir husus, başını açan kadın sayısındaki artış. Özellikle 1980’lerde (önceki ve sonraki 10 yılda da) genç kız ve kadınlar arasında başını kapatanlar çok görülürdü. 2020’li yıllarda ise başını açanlara şahit oluyoruz. Hatta bazı sosyologlar bu durumu sekülerleşme (dinden arınma) olarak yorumluyor. Müslüman Anadolu kimliği açısından bakıldığında; sosyolojik olarak baş açmanın önemli bir inceleme konusu olduğu iddia edilebilir. Fakat ben, ilk bakışta düşünüldüğünün aksine mevcut sosyo-kültürel şartlar içinde başını örtmenin hâlâ daha önemli bir inceleme konusu olduğu kanaatindeyim.
1980’lerin Örtünme Dalgası
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptırdığı 2013 tarihli araştırmaya göre, başını örten kadınların oranı % 71,6. Kentlerde bu oran % 65 iken, kırsal kesimde % 88,9 olarak tespit edilmiş. Yaş ilerledikçe kapanma oranı artıyor, eğitim düzeyi yükseldikçe azalıyor.[1] (Bu araştırmanın Türkiye’de eğitim ve iş hayatında başörtü yasağının sıkı bir şekilde uygulandığı dönem sonrası yapıldığını hatırdan çıkarmamak lazım). Yakın tarihte eğitimli kadınların kitlesel olarak başlarını örtmeye başlaması 1980’lere dayanır. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra ülkedeki silahlı ideolojik çatışmaların son bulması ve Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde görece artan refah ve özgürlükle birlikte kızlar büyük şehirlerdeki üniversitelere daha fazla gitmeye başladılar. Bu dönemde üniversiteli kızlar arasında dikkat çekecek derecede kapanmalar başladı. Esasında 1980 öncesinde de üniversitelerde kapalı kızlar görülüyordu, hatta bu çerçevede bazı yasaklar getirilmeye başlanmıştı. Ancak 1980 sonrasındaki kapanma oranı bizzat Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in dikkatini çekecek kadar yüksekti. 80’lerdeki kapanma dalgası üniversitelerde başörtü yasaklarının ve buna mukabil boykotların olduğu bir ortamda, çoğunlukla ailelerin karşı çıkmalarına rağmen gerçekleşti. Her ne kadar bir dalgadan bahsetsek de üniversite okuyan kızların kâhir ekseriyetinin başları açıktı.
O yıllarda toplum içinde eğitimli kadının başının açık olacağına dair zımni bir kabul olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Sadece ilkokul eğitiminin zorunluğu olduğu bu dönemde kızların çoğunluğu ortaokula devam etmezdi. Zorunlu eğitimlerini tamamlayan kızların bir kısmı bir işte çalışır veya bir kursa yazılır, bir kısmı bir iki sene Kur’an kursuna gider, ama neticede “ev kızı” olup çoğunlukla 17-18 yaşlarında koca bulmayı beklerlerdi. Bu kızların bir kısmının başı açıktı, bir kısmı ise saçları tam kapatmayan yazmalar takardı. Fakat özellikle batı taraflarında başı açık olan genç kızların evlendikten sonra örtünmeleri beklenirdi. Ortaokula devam eden ve başarıyla diğer eğitim kademelerine (lise ve üniversiteye) geçen kızların başlarının açık olması ise kanıksanmıştı. Bunların, eğitimlerini tamamlayıp memur, öğretmen, doktor vs. olduklarında, hatta evlendiklerinde bile başlarını kapatmaları beklenmezdi. Kız çocuklarının okullarda, hastanelerde, devlet dairelerinde gördükleri “okumuş” kadınlar hep açıktı. Aynı şekilde televizyon sunucusu, şarkıcı, aktris, gazeteci ve siyasetçi kadınlar da açıktı. Kişisel olarak iki ayrı büyük şehirde, iki farklı ilkokul, bir ortaokul ve bir liseyi tamamladığım 1977-1989 yılları arasında hiçbir başörtülü öğretmen görmedim. 1990’lı yıllarda sağlık alanında çalışan başörtülü doktorların ve özellikle hemşirelerin varlığını duydum ama kendim de Sağlık Bakanlığı’nda altı sene çalıştığım, sık sık üniversite ve devlet hastanelerine gittiğim hâlde başörtülü bir sağlık çalışanı ile hiç karşılaşmadım. Bunu gayet olağan görüyorum; zira 80’lerde başlayan, 90’larda devam eden kapanma süreci yine de az sayıda genç kadınla sınırlıydı ve gerek resmi yasaklar gerekse kadınların çalışma alanlarının geniş olması sebebiyle başörtülü bir çalışana rastlamak düşük bir ihtimaldi.
28 Şubat (1997) Sürecinden 2020’lere
28 Şubat 1997’de başlayan süreç üniversiteli ve liseli kızların kapanma isteklerinin önünde travmatik bir set oluşturdu. 1980’ler üniversitelerde başörtü tartışmalarıyla geçmişti ancak yasaklar hiç bir zaman 28 Şubat süreci kadar keskin bir şekilde uygulamaya konulmamıştı. 28 Şubat döneminde İmam Hatip liselerindeki kızlar bile Kur’an dersleri dışında başlarını açmak zorundaydılar. Aynı kural İlahiyat fakültelerinde okuyan kızlar için de geçerliydi. Bu dönemde çok az sayıdaki İlahiyat fakültesinde başörtü yasağı uygulanmamıştır. 28 Şubat sürecinde, daha önce eğitimi tamamlamış ve devlette mesleğini icra etmeye başlamış az sayıdaki başörtülü çalışan da başlarını açmak ya da işlerinden ayrılmak zorunda kaldı. Üniversite öğrencileri için başörtüsü yasağı 2008 yılından itibaren yavaş yavaş kalktı. Devlet memurları için yasak 2013 yılına kadar sürdü. 2014’te ortaokul ve liselerde de başörtüsü yasak olmaktan çıkarıldı. Bu, bir kuşaklık bir fetret dönemi demektir. Genç kızlar yine bu dönemde rol model olarak kabul edebilecekleri öğretmen, müdire, doktor, hemşire, muhabir, sunucu vs. göremediler.
Yasakların kalkması ile kamusal alanda ikinci bir kapanma dalgası görüldü. Ancak bu, 1980’lerdeki dalgadan farklıydı, zira kapananlar esas olarak özel hayatlarında örtülü olan veyahut kapanmak isteyen, ancak örtü hususunda özel hayat-kamusal hayat çatışmasından kaçanlardı. (Bazı kadınlar işte açık, iş haricinde kapalı olmak şeklindeki içsel çatışmayı yaşamak istemiyorlardı.) Bu dönemde kapanan genç kızlar ise çoğunlukla dindar ailelerin çocuklarıydı; Ak Parti iktidarı içinde lise yıllarından, hatta ortaokuldan itibaren okullarında başlarını örtebildiler. 1980’lerde olduğu gibi ailesine rağmen, pek çok çatışmayı göze alarak kapanan kişiler nadirdi. Örtünmenin ortaokul çağlarına kadar inmesi günümüzdeki durumu anlamak açısından ayrıca önemlidir. Zira kişiliğin henüz oturmadığı, dinî anlamda da çalkantıların olduğu bir yaşta örtünenler, bu yazıda bahsettiğimiz çevresel-kültürel faktörlerle karşılaştıklarında doğal olarak bocalıyorlar.
2010’lu yıllarda devlet dairelerinde, okullarda, hastanelerde başörtülü çalışanlar hemen herkesin görebileceği bir orana ulaştı. Caddelerdeki reklam panolarında, hatta ulusal kanallarda tesettür markalarının reklamları yapılmaya başlandı. Zaman içerisinde başörtülü sunucular, muhabirler, subaylar, polisler, hatta savcı, kaymakam ve valiler ile örtülü kızların rol model yelpazesi genişledi. Bugün bir üniversitede araştırma görevlisinden rektörüne, bir hastanede hemşiresinden başhekimine, bir bakanlıkta memurundan bakanına hemen her yerde başörtülü birini görmek şaşırtıcı değil. Hatta özel sektörde, bir dönem başörtülüler market kasiyeri bile yapılmazken şu anda reklam filmlerinde yer alıyorlar. Öyleyse artık kamusal alanda örtülü olmanın açık olmak kadar olağan hâle geldiğini iddia edebilir miyiz?
Bu soruya cevap vermeden önce bir toplumun zihniyet, tutum ve davranışlarıyla bir kuşak içinde değişmesinin mümkün olmadığını söylemek lazım. Kanaatimce genel manada toplum, belirli alanları açık kadınlara daha uygun görüyor, genç kızların rol modelleri hâlâ açık kadınlar ve açık olmanın hemen her alanda psikolojik bir üstünlüğü söz konusu.
2020’li yıllarda basında sık sık “ilk başörtülü vali,” “ilk başörtülü kaymakam,” “ilk başörtülü savcı,” “ilk başörtülü büyükelçi” gibi ifadeleri gördük. Ancak bunların basında bu şekilde dile getirilmesi bile başörtülü üst düzey bürokratların içselleştirilmediğini gösteriyor. Şüphesiz 28 Şubat’ın Ak Parti döneminde de uzun süre devam ettiği düşünülürse, bu olağan bir durum.
Devlette pek çok kademede başörtülü üst düzey çalışan görülmesine rağmen özel sektörde hâlâ başörtülü yönetim kurulu başkanları, CEO’lar, genel müdürler görmek olası değil. Feministlerin sık sık vurguladığı üzere, zaten genel manada kadınların ulaşması oldukça zor olan bu statülere başörtülü bir kadının gelmesi kısa vadede mümkün görünmüyor. Hatta bazı şirketler, adı konulmamış kurallarla, alt düzey çalışanlar hariç beyaz yakalılar arasına başörtülüleri almıyorlar. Benzer şekilde popüler kültür alanında, başörtülü şarkıcı, aktris, televizyon sunucusu yok denecek kadar az. Son yıllarda bazı sporcular arasında başörtülüler görülse de, bunlar kadınların daha ön plana çıktığı, daha popüler olan voleybol, tenis, basketbol gibi alanlarda değil. Özellikle popüler kültür alanlarında çalışmak ve ilerlemek isteyenler için başörtüsü doğal bir bariyer oluşturuyor. Bu yüzden örtünen çok az sayıdaki kadın ya oyunculuğu bırakıyor ya da sınırlı rollere mahkûm kalıyor. Dolayısıyla pek çok gelişmeye rağmen, kariyerli kadın denildiğinde hâlâ açık kadın akla geliyor.
Toplumun bakış açısını göstermesi açısından şöyle bir örnek verelim. Günümüzde bir kişi, sekreterin “Müdire Hanım’ın misafiri var ama yine de görüşebilirsiniz,” demesi ile müdüriyet kapısından girse, makam masasının önündeki koltuklarda karşılıklı kahve içen örtülü ve açık iki kadın görse hangisinin müdire olduğunu düşünür? Hele başörtülü kadın oldukça sade giyinmiş ve makyaj yapmamışken, açık kadın, kıyafeti, saç boyası ve makyajıyla gayet şık görünüyorsa müdire hanımın kim olabileceği toplum nezdinde bellidir.
Başörtüsüne Yüklenen Anlam
Türkiye’de başörtüsünün siyasi bir sembol olduğu, geçmişte örtüye karşı olanlar tarafından sıklıkla ifade edildi. “Örtüye karşı olmak” ifadesi 20’li yaşlardaki gençler için abartılı gelebilir. Oysa çok değil, bundan 40 sene önce başörtüsü çağdışı bir kıyafet olarak nitelendiriliyordu. Ocak 1987’de çıkan YÖK Öğrenci Disiplin Yönetmeliği’nde “çağdaş kıyafet ve görünüm dışındaki giyim” kınama cezasını gerektiren bir suç olarak tanımlanmıştı (Özal hükümetinin müdahalesiyle Aralık 1987’de bu maddeye “Dinî inanç nedeniyle boyun ve saçlar, örtü ve türbanla kapatılabilir,” ibaresi eklenerek başörtüsünün suç olmaktan çıkarılmaya çalışıldığını hatırlatalım.)
2020’lerde birbirine çok zıt siyasi görüşlerin içinde başörtülülerin hatta başörtülü milletvekillerinin yer aldığını düşündüğümüzde siyasi sembol tanımlamasının ne kadar yersiz olduğu ortaya çıkar. Başörtüsü, günümüz için ancak bir dinî sembol olarak görülebilir. Şüphesiz tarih boyunca Müslüman veya gayrimüslim kadınlar genel olarak örtündüklerinden başörtüsüne dinî bir sembol olarak bakılmamıştı. Günümüzde başörtüsünün dinî sembol vasfı kendiliğinden ortaya çıktı. Toplum başörtüsünü dinle ilişkilendiriyor; gündelik hayatlarında başları açık olanlar bile camiye girdiklerinde, cenazeye katıldıklarında, evlerinde Kur’an okuttuklarında başlarını örtüyorlar. Bir başka ifadeyle toplum örtüye, dolayısıyla başörtülüye özel bir misyon yüklüyor; örtülü kadınlardan farklı ve daha üst şeyler bekliyor. Örnek olarak ailede biri örtülü diğeri açık iki kuzen olduğunda, açık olan kuzenin hafif makyaj yapması, konsere gitmesi, sporla uğraşması vb. olağan görülüyor. Hele ki bu açık kuzen nispeten mazbut kıyafetler giyiyor ve kandil geceleri başını örtüp, ölmüş büyükleri için Yasin okuyorsa çok kıymetli addediliyor. Oysa dini bilgi ve yaşantı açısından bütün eksikliğinin farkında iken örtünen bir genç kız veya kadın, aynı kadın tabiatı içinde, aynı toplumsal yapının ortasında çok ayrı ve üst düzey beklentileri karşılamak zorunda. Toplumun bir kısmı bu “eksikliklere” hoşgörü ile bakarken, daha kalabalık bir kısmı ise kadının, hakkını veremeyeceği bir şeye hiç kalkışmaması gerektiğini düşünüyor.
Dikkat çekici bir şekilde çalışma hayatındaki dindar erkek patronlar da başörtüsüne yüklenen anlamlardan dolayı kapalı çalışan tercih etmeyebiliyor. Bunun pek çok sebebinden söz edilebilir.
Her şeyden önce başörtülü kadın çalışanların varlığı ve oranı şirketin imajını etkiliyor. Şüphesiz dindarlar, başörtülü çalışanların olduğu şirketlere daha olumlu baksa da tamamen olumsuz bakan siyasi görüş sahipleri de söz konusu. Bu durumda dindar şirket yöneticisinin örtülü ve örtüsüz çalışanlar arasında bir altın oran tutturması gerekiyor. İkinci olarak dindar erkek yönetici, dinî gerekçelerden dolayı örtülü kadınla rahat çalışmayacağını düşünüyor. Örneğin örtülü bir çalışanını erkek bir çalışanı ile aynı ofise koyarken, örtülü çalışanı ile bir konuyu baş başa müzakere etmesi gerektiğinde ya da örtülü çalışanının müşterilerine sürekli güler yüzlü davranmasını beklerken mahremiyet eksenli dinî kaygılar devreye giriyor. Üçüncü olarak, dindar erkek patronlar arasında hâlâ kadının eğitim alabileceğini ama esas olarak görevinin annelik ve ev hanımlığı olduğunu, hele günümüz çalışma hayatı içinde dindar kadının hiç çalışmaması gerektiğini düşünen kişiler bulunuyor.
Şüphesiz artık kadınlar, hiç bir yöneticiye bağlı kalmadan bağımsız meslekler icra edebilirler. Örneğin eğitimlerine göre özel ders verebilir, çeşitli danışmanlık ofisleri açabilir, kendi atölyelerini kurabilir, çok daha az görülen yazarlık, sosyal medya fenomenliği gibi uğraşlarla meşgul olabilirler. Ancak bu durumda bile açık olmak bir avantajdır. Eğer kişi dar bir çerçevede kalmayı göze alıyorsa, başörtüsü ile mesleğini icra edebilir. Ancak çok daha geniş kesimlere hitap etmek istediğinde örtü onun için bir bariyer haline geliyor. Örneğin örtülü bir psikoloğu genelde dindar insanlar takip ederken, açık bir psikoloğu herkes takip ediyor. Nitekim son yıllarda kariyerine örtülü başlayan, belirli ölçüde tanındıktan sonra başını açan çok sayıda kadın söz konusu. Tabii, bu kadınların açıldıktan sonra tanınırlıklarının ne kadar arttığı meselesi tartışılabilir. Türkiye’de bazı ideolojiler o kadar katı ki, bir kadının eskiden örtülü olması bile ön yargıları harekete geçiriyor.
Sonuç olarak bugün (2022) başörtüsünün anlamında bir değişme eğilimi olduğunu söyleyebiliriz, ancak yakın gelecekte örtünün dinî anlamından sıyrılıp fular gibi salt bir aksesuara dönüşeceğini iddia etmek oldukça güç. Başörtüsü, toplumun büyük çoğunluğu tarafından “din” ile ilişkilendiriliyor ve örtünen kişiye birtakım sorumluluklar yükleniyor. Ayrıca örtülü kadınlar çeşitli alanlarda pek çok problemle karşı karşıya. Yakın tarihte ünlü bir psikoloji profesörünün, rehber öğretmenlerin ve psikologların mesleklerini icra ederken başörtüsü takmalarının doğru olmadığını söylemesi, bu zihniyet problemini ortaya koyan tipik bir örnek. Açık olan kadınlar iş hayatı, bilim, sanat ve popüler kültür alanlarında hatta gündelik hayatta çok daha avantajlılar. Örtülü kadınlar, bir taraftan bu alanlarda erkeklerle ve açık hemcinsleriyle rekabet ederken diğer taraftan dindar çevrelerin/çevrelerinin eleştirilerine de göğüs germek zorundalar. Kanaatimce çoğunlukla ortaokul-lise yıllarında üzerinde çok düşünmeden veya ileri yaşlarda daha bilinçli kapanan ama gerek özel hayatlarında gerekse kariyerlerinde öngöremedikleri bariyerler ve eleştiriler ile karşılaşan kadınların başlarını açması, anlaşılması o kadar zor bir konu değildir.
[1] Türkiye’de Dinî Hayat Araştırması, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara, 2014, s. 102.