Üniversite, QUO Vadis?

Genel kabule göre bildiğimiz anlamda ilk üniversiteler İslam medeniyetinin altın çağlarında ortaya çıkıyor. Kaynaklar 859’da kurulan Karaviyyîn (Fas) medresesini en eski üniversite olarak kabul ediyor. 970’de Kahire’de kurulan Ezher, diploma veya icazet, adı ne olursa olsun yeterlik belgesi veren ilk üniversite sayılıyor.

Kemal KAHRAMAN

Dr., Tarihçi

Başlığın izaha muhtaç olduğunun farkındayım. Üniversite de işte böyle bir şeydir. Uzmanları açıklamadıkça kolay kolay anlaşılmaz. Esasen herkesin aynı şeyleri anlamadığı bir kurumdan söz ediyoruz. Akademisyenleri bir araya toplasanız bir tarif üzerinde uzlaşabileceklerini pek sanmıyorum. Ama bu durum kelime ve kurum üzerinde düşünmemizi engellemiyor, aksine kolaylaştırıyor.

Kelime olarak Latince “universitas”a dayandığı, “öğrenciler ve öğretmenler topluluğu” anlamına geldiği söyleniyor. Bir meslek kuruluşuna indirgenen bu tanımın yeterince kapsayıcı olmadığı açıktır. Bizim Türkçeleştirme çalışmaları döneminde “evren” ve “kent” sözcüklerine bakarak “evrenkent” veya “bilimler yurdu” üzerinde duruldu ama pek tutmuşa benzemiyor. Osmanlı irfanı “darülfünun” adını vermeyi tercih etti ki doğa bilimleri ağırlıklı da olsa anlama oldukça yakın görünüyor.

İşin ilginç yanı bizdeki “medrese” kelimesinin her iki anlama yakın durmasıdır. Ders görülen yer anlamındaki medrese, tam anlamıyla bir hocalar ve öğrenciler topluluğudur. Istılah olarak düşünürsek medrese özünde bir bilimler yurdudur. Bu kurumda dini dünyevi ayrımı yapmadan insan hayatını ilgilendiren her konuda bir ders, bir hoca, bir eser vardır.

Üniversite veya medrese, adı ne olursa olsun biz burada yüksek eğitim kurumlarının sosyal hayattaki yerlerine, rollerine bakmak istiyoruz. Bunu anlamak için tarihi bir perspektife her zaman ihtiyaç vardır. Çünkü bu kurum, bakıyoruz, yüzyıllar içinde belli fonksiyonlar üstleniyor, zamanla zayıflıyor veya etkisini kaybediyor. Bu özellikleriyle çeşitli coğrafyalarda geziniyor. Hangi dönemden ve bölgeden başlatacağınız artık size kalmış bir şeydir. Bir yaklaşım meselesidir.

Evrensel bir bakış için (Univers), Hint, Çin veya Mısır taraflarını, hatta Güney Amerika uygarlıklarını görüntüye almak gerekiyor. Ama bilim tarihi genellikle günümüz dünyasından bakarak Batı âlemini esas almayı tercih ediyor. Buna göre “akademi” kelimesi ilk defa Milattan önce tahminen 387’de Platon’un kurduğu bir topluluğa verilen isim olarak biliniyor. Burada felsefe, bilim tarihi gibi konular işleniyor fakat fonksiyonel bir yönü var; günün sorunları tartışılarak çözüm yolları aranıyor.

Aristo bu okuldan yetişiyor. Günün sorunlarına çözüm önerirken devrin hükümdarları tarafından ölüm cezasına çarptırılıyor. Tarihte çok rastlanan bir durum. Baldıran zehrini kendisi içiyor. Bu topluluk yeterince kapsamlı olmadığından bir “ekol” de olsa üniversitenin başlangıcı olarak kabul edilmiyor. Eski Yunan ve Roma’da yükseköğretim kurumları olsa da bugünkü anlamda üniversite ile akraba sayılmıyorlar. 

Genel kabule göre bildiğimiz anlamda ilk üniversiteler İslam medeniyetinin altın çağlarında ortaya çıkıyor. Kaynaklar 859’da kurulan Karaviyyîn (Fas) medresesini en eski üniversite olarak kabul ediyor. 970’de Kahire’de kurulan Ezher, diploma veya icazet, adı ne olursa olsun yeterlik belgesi veren ilk üniversite sayılıyor. Kurtuba ve Bağdat Nizamiye Medreseleri, İslam âleminin iki ucunda parlayan ışıklardır. George Makdisi gibi konunun uzmanları, Avrupa’daki ilk Ortaçağ üniversitelerinin, Haçlı seferleri, Endülüs, Sicilya Emirliği ve Ortadoğu medreselerinden etkilendiğini söylüyor.[1]

Sicilya Emirliği de nereden çıktı demeyin, 965-1072 arasında Sicilya’ya hâkim olan Müslümanlar, İtalya çizmesinin ucundan Avrupa’ya sokularak kültürel bir geçiş sağlamıştır. Toledo’nun düşmesi (1085) üzerine burada bulunan kütüphanedeki binlerce eser Kral Alfonso tarafından Latinceye ve Batı dillerine tercüme ettiriliyor. Zamanla ünlü Toledo Koleksiyonu (Corpus Toletanum) oluşuyor. Gerek güneyden, gerek Endülüs’ten sağlanan temaslar sonucunda ilk üniversitenin Bologna’da kurulması bir rastlantı değildir (1088).

Ortaçağ Avrupa’sında üniversitelerde büyük İslam filozofları ve bilim adamlarının düşünceleri birer akım halinde okunuyor, izleniyor, tartışılıyor. “Skolastik” adı verilen bu dönemde İslam düşünürlerinin eserlerini tercüme ederken, isimlerini biraz değiştirerek yerlileştirmeye çalışıyorlar. Alchindus adını verdikleri, ilk İslam filozofu olarak tanınan Irak – Kufe’li El Kindi (öl.873), Aristo mantığı, tıp, farmakoloji, matematik, fizik, kimya, astronominin yanında müzikte de önemli bir isimdir.

Alpharabius adını verdikleri Türkistanlı Farabi (öl.950), Aristo felsefesi, matematik, fizik gibi ilimlerin yanında müzik üstadıdır. Medine-i Fazıla adını verdiği ideal erdemli devlet modeli, asırlarca siyasilere ilham vermiştir. Yine Avicenna adını verdikleri Buharalı İbni Sina (öl.1037) tıbbın babası olmasının yanında büyük bir filozoftur. Overroes dedikleri Kurtubalı İbni Rüşd (öl.1126) ile beraber Ortaçağ Avrupa’sında düşünce akımları oluşturacak kadar etkili ve öncü durumundadır.

Bütün bu etkileşimler sonucunda önce Bologna’da, arkasından Paris (1150) ve Oxford’da (1167) üniversitelerin açıldığı biliniyor. Fas, Kurtuba ve Gırnata medreseleri, Ortaçağ Avrupa’sındaki yükseköğretim kurumlarına felsefenin, doğa bilimlerinin girmesini sağlıyor. O zamana kadar okullar piskoposların hâkimiyetindedir ve sadece dini konularla hukuk okunmaktadır. Avrupa’daki asilzadeler, devlet adamları, hasta olduklarında tedavi için Kurtuba Medresesi tıp bölümüne gelmektedir.

Yalnız tıp alanı değil tabii, matematik, astronomi, kimya, fizik, coğrafya, aklınıza hangi bilim gelse kaynağı İslam âlemiydi. Avrupa mimarisi, İslam etkisi altındaydı. Venedikliler matematiği İslam dünyasından öğrenerek ticarete başlamışlardır. Bu doğaldır çünkü kullanılan bilginin üretildiği merkezler olan medreseler İslam âlemindedir.

Burada bilim tarihiyle ilgili bilinen bazı şeyleri tekrarlamak yerine dönemsel sürece dikkat çekmek istiyorum. Öyle görünüyor ki Ortaçağ Avrupa’sında “üniversite” adı verilen kurum, bugün “medrese” dediğimizde anladığımız kuruma oldukça benziyor. Bugünden bakınca, ilk üniversiteler, teoloji ve hukuk öğretilen medreselerdi. Bunu küçümsemek için değil, fonksiyonlarını anlamaya yardımcı olmak için söylüyorum. Avrupa’da din ve hukuk kurumu Roma teolojisi ve hukuku üzerine inşa edilmiştir desek pek de yanılmış olmayız. Esasen bu özelliği günümüze kadar geçerliğini korumuştur.

Ortaçağ’da Avrupa, bilimde öncü değildi. Bunu söylerken yalnız matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp gibi alanları kastetmiyorum. Felsefe, kelam, psikoloji, dilbilim, dini ilimler, aklınıza hangi alan geliyorsa tümünü kastediyorum. Özgün, öncü, geçerli, uygulanabilir bilgi alanlarını işaret ediyorum. Endülüs Sultanının 600.000 kitaplık kütüphanesi varken Avrupa merkezlerinde kitap sayısı üç beşi geçmiyordu. Avrupa, kâğıdı Haçlı Seferleri ve Endülüs’te tanıdı. Kâğıt ihtiyacını uzun yıllar İslam dünyasından karşıladı. Avrupa’da ilk kâğıt üretim tesisi XII. yüzyılda Endülüs’te Xativa’da (Valencia) açıldığında İslam dünyasının birçok merkezinde kaliteli kâğıt üreten atölyeler uzun süredir faaliyetteydi.  

Avrupa’da siyasi, ekonomik ve sosyal hayatın bütün alanları kilise kurumunun kontrolü altındaydı. Onun da dayanağı, Aristo ve Augustinus’a dayanan skolastik felsefe idi. İslam dünyasında yüzyıllarca hâkim olan düşünce özgürlüğü ve bilimsel gelişmeler bu bölgeye uğrayamıyordu. Batı irfanı ancak kilise ile çatışarak “ışığa” ulaşabiliyordu. Bir ölçüde adım atabilen öncü düşünce ve bilim adamları ölüm cezası veya işkence ile karşılaşıyordu. 

1600 yılında Kopernikçi gökbilimci Bruno’nun “evren sonsuzdur ve başka gezegenler vardır” dediği için Roma’da bir meydanda Engizisyon tarafından diri diri yakıldığını düşünün. Teslise karşı çıkması gibi yönleri de vardır. Bütün suçu, İslam âleminde yüzlerce yıldır söylenen, yazılan bazı şeyleri Avrupa’da söyleyip yazmasıydı. Ondan çok önce, 1474’te vefat eden Türk gökbilimci Ali Kuşçu, gezegenler arası uzaklıkları hesaplayıp Ay yüzeyinin haritasını çıkarmış durumdaydı. O zaman Avrupa’da 1300’ler, 1100’ler nasıldır? Endülüs’ü işgal eden Engizisyon orada neler yapmıştır? Tahmin edebiliriz.

Yazımızın başlığına bir açıklık getirmek için burası uygun olabilir. Hristiyan teolojisindeki bir rivayete göre Aziz Petrus, Roma dışında yürürken, mucize olarak dirilmiş olan Hz. İsa ile karşılaşıyor ve ona Latince soruyor: “Quo Vadis?” Yani “nereye gidiyorsun?” Hz. İsa cevap veriyor: “Roma’da yeniden çarmıha gerilmeye gidiyorum.” Hz. İsa çarmıha gerilmemiştir, üstelik Roma’ya hiç uğramamıştır ama bunları bir kenara bırakalım. Ortaçağ’da Roma, insanların düşünce ve inançlarından dolayı sürekli çarmıha gerildikleri bir yer olmuştur. 

Bu yazımızda, kurumların yüzyıllar içinde nasıl fonksiyon değiştirdiğine dikkat çekmeye çalışıyoruz. İslam medeniyeti çağlarındaki medreselerin bugünkü anlamda “üniversite” oldukları anlaşılıyor. Oralarda, kendi dönemlerinin en üst düzeydeki bilgisi üretiliyor ve mümkün olduğunca uygulanıyordu. İslam dünyası kendi dışındaki kültürlerden, ülkelerden, çevrelerden olabildiğince faydalanıyordu. Öncü bir medeniyet olarak gittiği yerlerde bulduğu birikime, bilgi ve hikmete açıktı. İşin dikkat edilmesi gereken yönü, bugün Batı dünyasının çokça sahiplendiği Antik Yunan felsefesinin o dönemde İslam dünyasında serbestçe okunması, tercüme edilmesi ve tartışılmasıdır.

Batı irfanı, o zaman dünya kültürlerine olduğu kadar Antik Yunan ve Roma düşüncesine de kapalıydı. Daha doğrusu Skolastik çerçevede teolojinin hizmetinde olarak kullanmaya çalışıyordu. Bunun dışına çıkanları sapkınlar olarak görüyordu. İslam düşünürleri, İskenderiye ve Ortadoğu kütüphanelerinde buldukları Grekçe Felsefe kitaplarını Arapçaya aktarmıştır. Batı’da aydınlanma çağının kaynakları arasında gösterilen Grek filozoflarının birçok kitabına ancak Arapça üzerinden ulaşılabilmiştir.

Tamam da o zaman bizim medreselerimize ne olmuştur? Şöyle sormak yerinde olacak gibi görünüyor; medreselerimiz, “üniversite” olmaktan nasıl çıkmıştır? Burada hayati soruya gelmiş oluyoruz. Anahtar sözcüğün “fonksiyon” olduğunu düşünüyorum. Medreseler içeriden ve/veya dışarıdan etkilerle işlevlerini kaybetmiş veya kaybettirilmiştir. Burada kurumsal isim üzerinde durmak yerine günümüz dünyasındaki rollerine odaklanmakta fayda görüyoruz. Adı ne olursa olsun önemli olan topluma ve bilime yaptıkları katkılardır.

Bugün kuşkusuz Batı dünyasında gerçek üniversiteler vardır. Onlar bilimsel araştırmalar, ortaya konan teori ve pratikler bakımından, ülke kültürüne katkıları bakımından öncüdürler. Sanayi ve üretimle iç içedirler. Ne var ki modern çağın öncüleri olsalar da yüzyıllara uzanan bir geleneği sürdürmekle övünürler. Güvenilir kurumsal kimliklerini, bu geleneğin üzerine inşa ederler. Ortaçağ’daki “medrese” özelliklerini günümüze taşımak onları rahatsız etmez.

Bir de ikinci, üçüncü derece yükseköğretim kurumları vardır. Onlar esasen mevcut sistemin yürümesi için ara eleman ihtiyacını karşılamaktadır. Bu da doğal görülebilir. Ülke nüfuslarının önemli bir kısmını oluşturan akademik camiadan her gün keşifler ve icatlar beklemek yanlış olur. Bunları bütün bir dünya için söylememiz mümkündür.

Dünyamızın bütün köşelerinde “üniversite” adı altında faaliyet gösteren yükseköğretim kurumlarının belki en önemli fonksiyonu toplumların, en azından okumuş kesimin bilim ve kültür olarak dünyaya entegrasyonunu sağlamalarıdır. Batı’daki üniversitelerde üretilen düşünce, proje ve uygulamaların bölgesel anlamda anlaşılmasına, hazmedilmesine ve mümkün mertebe kullanılmasına aracılık ederler. İçlerinden temayüz eden bir kesim, ülkelerindeki maddi ve manevi kalkınmaya öncülük edebilir. Buna imkân bulamazlarsa Batı dünyasındaki bilim veya teknoloji merkezlerine transfer olurlar ki buna beyin göçü diyoruz.

Öte yandan üniversiteler içinde bulunduğu ülkeye yabancı bir toplum mühendisliği kurumuna da dönebiliyor. Yerli kültür ve inançları baskılamayı kendilerine görev bilebiliyor. Roma hukuku derslerinde İslam hukukunu günü geçmiş olarak tanımlayabiliyor. Bilim adı altında birtakım modern dogmaların empoze edildiği pozitivizm inancının “medreseleri” haline gelebiliyor. Batıdaki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin büyüsü, onlardaki özgüveni ortadan kaldırabiliyor. Adeta bilgiye yaklaştıkça uygulamadan uzaklaşıyorlar. Ülkelerinde bir şeyler yapılabileceğine olan inançları zayıflıyor. Artık kendi toplumlarına yukarıdan bakan “müstağriplere” dönüyorlar. Tam da ara elemanlardan beklendiği gibi.   

Bunun temel nedeni büyük kopuklukların yaşandığı, tecrübelerin unutulduğu veya göz ardı edildiği sağlıksız süreçlerdir. Dışarıdan suni ilaçlara başvurmadan önce vücudun kendi savunma sistemlerini sağlamlaştırmak gerekiyor. Vücut dışarıdan eklemlenen organları kabul etmeyebilir. Kabul etmeye zorlamak için alınacak uyuşturucu ilaçlar vücuda zarar verebilir. Esas olan bedenin doğal yollarla kendi kendini tamir ederek sağlığa kavuşması, güçlenmesidir. Toplumları evrensel kültür ve gelişmelerle buluşturan üniversitelerin yapıcı ve yükseltici olabilmeleri için önce kendi toplumlarının birikimine yaslanması gerekiyor.  


[1] Makdisi, G. (1984), The Rise of Collages – Institution of Learning in Islam and the West, Edinburgh Un. Press; (2012), Ortaçağda Yüksek Öğretim – İslam Dünyası ve Hıristiyan Batı, çev. A.H. Çavuşoğlu – T. Başoğlu, Klasik, İst.