Üniversitede Kalite: Sorunlar ve Öneriler

İster üçlü isterse en son yapıldığı üzere tekli olarak ifade edilsin, üniversitenin amacının bihakkın yerine getirilip getirmediği, yerine getirmiyorsa nedenleri ve çözüm yolları üzerinde ciddiyetle durulması gereken hususlardır.

Mehmet Ali YURDUSEV

Prof. Dr., Manisa Celal Bayar Üniversitesi

Üniversitelerin genellikle üç temel amacının olduğu yaygın bir şekilde kabul edilmektedir; eğitim-öğretim, bilimsel araştırma ve topluma katkı. Her üçlü tasnifi Hristiyan inancındaki teslis ilkesine benzetmek doğru değilse de yukarıda bahsettiğim üçlü tasnifi tevhide icra etmek mümkündür diye düşünüyorum.  Kur’an-ı Kerim’de insanın boşuna yaratılmadığını belirtildiğine göre (Mü’minun suresi 115. ayet veya Kıyamet suresi 36. ayet) insanlığın her yapıp etmesinin bir anlamı, bir amacı olmalıdır. Dolayısıyla yukarıda belirtilen üç amaca hizmet eden üniversitelerin aslında tek bir amacı gerçekleştirmek için var olduklarını söylemek mümkündür: İçinde yaşadığımız toplumun da parçası olduğu insanlığa katkıda bulunmak. Hal böyle olunca eğitim-öğretim yapılırken, toplumun ya da insanlığın çok da uzak olmayan bir gelecekte sorunlarını çözecek, onlara hizmet edecek kadroları yetiştirmek bağlamında geleceğine katkı yapılıyor demektir. Bilimsel araştırma yapılırken, bilimsel ürünlerin sonuçlarının elde edileceğinin umulduğu yine insanlığın biraz daha uzak geleceğine katkı yapılıyor demektir. Sadece topluma katkı bağlamında ise içinde yaşanılan toplumun yani insanlık ailesinin bir parçasının bugünkü karşılaştığı sorunlara çözüm bağlamında katkı yapıldığı söylenebilir. Sonuç olarak, üç amacın da insanlığa katkı bağlamında teklenebileceği kolaylıkla görülebilir. Üçü arasındaki tek fark, yapılan katkının sonucunun hissedileceği zaman olarak karşımıza çıkmaktadır.

İster üçlü isterse en son yapıldığı üzere tekli olarak ifade edilsin, üniversitenin amacının bihakkın yerine getirilip getirmediği, yerine getirmiyorsa nedenleri ve çözüm yolları üzerinde ciddiyetle durulması gereken hususlardır. Bu konu genel olarak yükseköğretimde kalite sorunu olarak değerlendirilmektedir. Bu konuda şimdiye kadar birçok tartışma yapılmış ve kaliteyi garanti altına almak için çok çeşitli önlemler önerilmiştir. Bu konuda gelinen nokta, yükseköğretim programlarının kalitesini arttırmak için ya da kendisinden beklenen amacı gerçekleştirmesini garanti altına almak için akreditasyon uygulamaları ortaya konmuştur. Akreditasyon uygulamaları çerçevesinde, ülkemizde ulusal ölçekte mühendislik eğitimi için Mühendislik Eğitim Programları Değerlendirme ve Akreditasyon Derneği (MÜDEK), fen, edebiyat ve benzeri programlar için Fen, Edebiyat, Fen-Edebiyat, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakülteleri Öğretim Programları Değerlendirme Ve Akreditasyon Derneği (FEDEK) gibi kurumlar ortaya çıkmış ve bu kurumlar ilgili programları belli periyotlarla denetleyerek akreditasyon etiketleri düzenlenmektedir. Bu etiketleri alan kurumlar, kendilerini belli bir kaliteyi sağlayan programlar olarak lanse etmekte ya da öyle kabul edilmektedir. Benzer akreditasyon kurumları uluslararası ölçekte de bulunmaktadır. Örnek olarak; Amerika Birleşik Devletleri kökenli Accreditation Board for Engineering and Technology (ABET) ve Avrupa kökenli European Network for Accreditation of Engineering Education (ENAEE) gibi kurumlar kendilerine ait akreditasyon etiketleri vermektedirler.

Sözü edilen akreditasyon süreçlerinde, her bir program için belli sayıda program çıktıları öngörülmekte ve söz konusu programın bu çıktıları ne ölçüde sağladığı denetlenmektedir. Belli bir performansı gösteren kurumlara, ilgili kurumlar akreditasyon etiketi vermektedirler. Program çıktılarının sağlanması işleminin denetlenmesi sürecinde, program çerçevesinde sunulan dersler, sınavlar, laboratuvar uygulamaları gibi bir dizi aktivite ile bu çıktıları sağlayıp sağlamadığı soruşturulmaktadır. Eğer sunulan aktiviteler bu çıktıları sağlamada yetersiz kalıyorsa, denetlenen kurumdan bu çıktıları sağlayacak ek aktiviteler talep edilmektedir. Bütün bu süreçlerde performans değerlendirilmesi, sayısallaştırılmış veriler üzerinden yapılmaktadır. Performans değerlendirmesine esas olarak bazen öğrenci notları gibi mevcut sayısal veriler, bazen anketler vasıtasıyla elde edilen veriler ve ne yazık ki bazen de üretilmiş veriler kullanılmaktadır. Bu verilerin derlenmesi, saklanması, yorumlanması ve raporlanması çoğu zaman program yetkililerine ciddi yükler getirmektedir.  

Bu süreçlerin bu sakıncalarının ötesinde en büyük eksikliği; salt akredite edilecek olan programı dikkate alması, içinde bulunduğu üniversiteden ve toplumdan bağımsız izole olarak değerlendirmesidir. Bu tespite sürece aşina olanlar itiraz edeceklerdir. Çünkü akreditasyon kurumları değerlendirmeler yaparken; altyapı, maddi imkânlar ve üniversite yönetimi gibi hususları da değerlendirme süreçlerine dâhil etmektedirler. Bu durum değerlendiricilerin çevre faktörlerini, toplumun ya da ülkenin durumunu dikkate almadıkları, hatta alamayacakları gerçeğini değiştirmemektedir. Bu şekilde içinde sağlıklı olmayan durumların da olmasına rağmen bu süreçlerin üniversitede programlarının kalitesine sınırlı da olsa katkıda bulunduğu yadsınamaz.

Bu makale kapsamında bahsedilen akreditasyon süreçlerinin ötesinde; üniversite programlarının kalitesini artırmak ya da üniversite programlarından istenen faydayı, yani daha başta ifade edildiği şekilde; insanlığa gerektiği şekilde katkıda bulunulmasını, nasıl sağlanacağı konusunda daha kavramsal analizler yapılmaya çalışılacak ve yeterli katkının olmamasının sebepleri tartışılacaktır. Doğada herhangi bir olayın oluşması için belli şartların sağlanması gerektiği herkes tarafından bilinmektedir. Bu koşullardan birinin eksik olması o olayın oluşmasını engellemektedir. Yağmurun yağabilmesi için atmosferde belli bir nem oranının mevcut olması ve belli bir sıcaklık değerinin sağlanması gibi şartlar.  Daha spesifik bir örnek olarak kimyasal tepkimeleri verebiliriz. Belli bir kimyasal bileşiğin bir tepkime sonucunda oluşabilmesi için belli miktarlarda başka kimyasal maddelerin tepkimeye girmesi, yeterli sıcaklık ve basınç değerlerinin mevcut olması gerekmektedir.  Doğa olaylarındaki bu kanunun toplumsal olaylarda da geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Toplumsal olaylardaki Allah’ın kanunlarına Sünnetullah denmektedir. İnsanlar bu şekilde Sünnetullah’a riayet ettikleri müddetçe toplumsal olaylardan sonuç alabileceklerdir. Buradan hareketle; yükseköğretimden beklenen sonuçların hâsıl olabilmesi için yükseköğretim süreçlerine katılan unsurların nitelik ve nicelik olarak yeterli miktarda olması, maddi ve manevi çevre şartlarının uygun olması gerekeceği rahatlıkla söylenebilir. Bu önerme, yukarıda yükseköğretimin amaçları bağlamında söylediğimiz üçlü tasnif açısından teker irdelenmesi mümkün ise de bu yazı kapsamında sadece eğitim-öğretim açısından tartışılması ile yetinilecektir. Şüphesiz ki eğitim-öğretim bağlamında söylenecekler belli ölçüde diğer amaçlar için de geçerlidir. Bu makalenin kapsamını uzatmamak, belki de tekrara düşmemek için sadece üniversitenin en popüler amacı olan eğitim-öğretim açısından değerlendirmelere yer verilecektir.

Üniversitelerin eğitim-öğretim süreçlerinde; üniversite öğretim elemanları olarak eğiticiler, derslik ve laboratuvar gibi eğitim araçları ve hepsinden önemlisi bu eğitim- öğretim sürecinin alıcısı konumundaki öğrenciler tabiri caizse eğitim-öğretim kimyasal tepkimesine katılmaktadır. Bu tepkimenin sonucunda donanımlı yani insanlığa yeterli katkı yapacak insanlar ya da meslek sahipleri çıkması beklenmektedir. Yukarıda sözü edilen Sünnetullah açısından olayı değerlendirecek olursak; öğreticinin bihakkın öğretme işlemini yapıyor olması, derslik ve laboratuvar gibi altyapı araçlarının yeterli olması ve hepsinden önemlisi alıcı konumdaki öğrencinin öğretileni almaya psikolojik olarak uygun ve istekli olması gerekmektedir. Bu sayılanlardan herhangi birisinin eksik ya da yetersiz olması durumunda eğitim- öğretim süreci istenilen nitelikte insanlar/meslek erbapları yetiştiremeyecektir. Bu da üniversite ürünü olan insanlar/meslek erbaplarının gerçek hayatta işlevlerini yaparken yetersizliklerini karşımıza çıkacaktır. Demek ki iyi insanlar/meslek erbapları yetiştirebilmek için yukarıdaki sayısallaştırılmış kalite kontrol süreçlerinin ötesinde çok daha kapsayıcı çok daha farklı boyutları içeren bir anlayışla olaya yaklaşılması gerekmektedir.

Eğitim-öğretim sürecine katılan öğreticilerin yani öğretim elemanlarının yetkin bir şekilde öğretme yapabilmesi için sahip olması gereken teknik, fizyolojik ve psikolojik olarak yeterli olması gerekir. Bu konu salt öğretim elemanlarından beklenti ile çözülemez. Öğretim elemanının teknik, fizyolojik ve psikolojik yetkinliği, çevre şartlarına da bağlıdır. Bu da öğretim üyesi dışında toplumun veya devletin sorumluluk alanına girmektedir. Çevre şartları ne olursa olsun öğretim elemanının yüksek performanslı bir şekilde eğitim-öğretim faaliyeti yapması istisnai durumlarda mümkünse de genel olarak bu geçerli değildir. Öğretim elemanının özellikle psikolojik yetkinliği, onun yaptığı işi ciddiye alarak yapması, mesleğini kutsal olarak görmesi ya da benimsemesi ya da gereken önemi vermesine bağlıdır.  Bunun için de bir takım moral şartlar gerekmektedir. Bu şartlardan arızi ya da gündelik olan durumları bir tarafa bırakacak olursak; bu konuda en önemli hususun öğretim üyesinin programına, üniversitesine, bulunduğu yükseköğretim iklimine ve dahi ülkesine aidiyet bilincinin yüksek olması ya da en azından mevcut olması gerekmektedir.  Bu öğretim elemanının tek taraflı sağlayabileceği bir husus değildir. Gerek toplum gerek devlet tarafından bunun sağlanması için katkı yapılması gerekmektedir. Toplumumuzda öğretim elemanına belli düzeyde bir saygının mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Mesleğimizi söylediğimizde muhatabımızın hitabı hemen “hocam” haline dönebilmektedir. Fakat bunun yeterli olmadığı görülmektedir.  Aidiyet bilincinin geliştirilmesinde, yükseköğretim sistemi içinde öğretim üyesine değer verilmesinin unsurları oluşmalıdır. Bu konuda verilen ücretten üniversite ortamının özgürlüğüne kadar giden unsurlar söz konusudur. Dolayısıyla; öğretim elemanına tatmin edici ücret, uygun çalışma ortamı, çalışmaları için yeterli parasal destek sağlanmasının yanında çalışmalarını özgürce yapabileceği, herhangi bir soruşturmaya maruz kalmadan eğitim-öğretim süreçlerine katılabileceği bir ortam sağlanmalıdır. Belki de milletvekillerine tanınan kürsü dokunulmazlığına benzer bir dokunulmazlığın öğretim elemanlarına da sağlanması düşünülebilir. Tabii ki burada vahşi bir özgürlük ortamından söz edilmemektedir. Olumsuz örnekler ve kötüye kullanımlar kurumsal yapı içinde bertaraf edilecektir.

Bir kişinin bulunduğu camiaya, kurumuna ya da toplumuna aidiyet hissini geliştiren bir başka husus ise onun bu ortamlarda süreçlere katılmasının istenmesi ya da gerekli görülmesidir. Bu bir anlamda eskilerin “marifet iltifata tabidir” deyişi gereğince kişilerin adam yerine konulma ihtiyacının bir tezahürüdür. Kurumsallaşmış katılım süreçleri, kişiyi ait olduğu kuruma daha fazla bağlayacaktır. Ne yazık ki mevcut yükseköğretim düzeninde öğretim üyeleri sadece yönetim hiyerarşisinin en alt basamağı olan ana bilim dalı başkanlığı seçiminde söz hakkına sahiptirler. Yukarı doğru gidildikçe bu katılım oranı azalmaktadır. Bu da öğretim üyesinin aidiyet duygusunu zayıflatmaktadır.

Eğitim-öğretim sürecinin hem girdisi hem çıktısı olan öğrenciler açısından eğitim- öğretim süreci değerlendirilecek olursa; öğrencinin maddi ve çevre şartları, içinde yaşadığı ortam ya da aile durumu ve hepsinden önemlisi psikolojik ve moral olarak verilen eğitimi almaya uygun ya da bir yapıda olması gerekir. Bu sağlanması oldukça zor bir durum olduğu söylenebilir. Toplumda çok farklı maddi ve manevi pozisyonda öğrenci olduğunu, bu durumların öğrencileri belli bir ruh haline formatladığı açıktır. Öğrencilerin bu etraflarını çevreleyen, Ali Şeriati’nin dört zindan olarak ifade ettiği unsurlardan kurtularak ideal bir öğrenci durumuna geçmesi oldukça zordur. Öğrencinin 18-24 yaş aralığında eğitimini sürdürmesi hasebiyle bu yaş aralığının psikolojik olgunluğu, gelişmede yetersiz olduğu düşünülebilir. Bunun sonucu olarak da öğrenci dersleri sadece geçmek için çalıştığı ve bu amaçla ezberlemek, taklit etmek ve bazen kopya çekmek gibi öğrenme süreçlerine katkısı sıfır olan durumlara tevessül ettiği görülmektedir

Öğrenmenin hayat boyu bir durum olduğu kabul edilirse ideali üniversitede de yakalamaya çalışmak belki de boş bir çabadır. Fakat öğrenmenin ileri aşamalarındaki verimi artırmak için üniversite çağlarındaki öğrenmeyi olgunlaştırmak şarttır. Bu nedenle öğrencilerin maddi ve fiziki şartlarının düzelmesi gereklidir. Daha önemlisi ise onların bu öğrendikleri bilgiler ve mesleğin kendilerine, ailelerine, topluma ve insanlığı katkıda bulunmak için bir araç, bir fırsat olduğu bilincine sahip olmalarının sağlanmasıdır. Bunun için; ailenin, toplumun ve devletin yapması gereken sorumluluklar vardır. Yukarıda belirtilen olgunluk eksikliği olgusu da dikkate alınarak, belki de üniversite eğitim formatının hemen mesleki formata çevrilmeden, bir ön aşama olarak öğrencinin yukarıda bahsettiğimiz duyguya gelmesi için bir zamansal alanın ayrılması ve bu sürenin uygun araçlarla donatılması gerekmektedir. Bu bağlamda dört yıllık lisans eğitiminin; ilk iki yılının daha genel, daha toplumsal bir eğitim olarak doldurulması; son iki yılının ise daha çok mesleki eğitim olarak değerlendirilmesi, dikkate alınması gereken bir uygulama olarak değerlendirilebilir. 

Yukarıda öğretim üyeleri bağlamında söz konusu edilen özgürlük ortamının tesisi tabii ki öğrenciler için de çok önemlidir. Bütün otoriteler tarafından kabul edildiği üzere öğrenme süreçlerinde interaktivite çok önemlidir. Bir başka deyişle öğrencinin sadece dinleyeceği gibi bir pasif pozisyonda bulunması öğrenme verimini düşürmektedir. Bu sebeple öğrencinin öğrenme süreçlerinde yani derslerde ve laboratuvarlarda aktif olması, kendini ifade etmesi, soru sorması ve gerektiğinde itiraz etmesi onun öğrenme verimini arttıracaktır. Bunun sağlanması özgürlük ortamının öğrenci tarafından da hissedilmiş olmasına bağlıdır. Öğrenci gerek toplumsal gerek üniversite şartları içerisinde kendini ifade ettiğinde kınanamayacağını, ayıplanmayacağını düşünmelidir. Bunun sağlanması üniversite sistemince kurala bağlanmalı ve teşvik edilmelidir. Yanlış yetiştirme tarzları ve toplumsal baskılar gibi hususlar bu konuda öğrencileri geri bıraktırabilmektedir. Gerçi 21. yüzyılda özellikle Z kuşağı bağlamında, bu konunun kısmen aşılmış olduğu söylenebilir. Çünkü “saçmalama hocam” diyecek kadar rahat öğrenci profiline rastlanabilmektedir.

Süreçlere katılım, öğrenci gelişimi için de önemli bir husustur. Gerek kendileri ile ilgili hususlarda gerekse üniversitenin bizzat yönetim süreçlerinde, belli oranlarda öğrenci katılımının mutlaka sağlanması gerekmektedir. Bu konuda mütevazı çalışmaların olduğu görülmekle beraber katılım konusu formalite olmanın ötesine geçecek şekilde yasal güvenceye alınmalıdır

Şimdiye kadar gerek öğretim elemanları gerekse öğrenciler açısından söylenmiş olanlar toplumun genel durumundan soyutlanarak etkin bir şekilde yapılması zor görünmektedir. Tüm toplumda genel bir tatmin ile gelen aidiyet bilincinin yüksek olması, üniversite eğitiminin tarafları açısından da teşvik edici olacaktır. Bunun sonucunda da sayısallaştırılmış kalite kontrollerinin ötesinde gerçekten üniversitede kalite artacaktır. Her şey (toplum) iyileşmeden bir şey (üniversite) iyileşmeyeceği anlamına gelen bu önerme muhal olarak değerlendirilebilir. Bilinmelidir ki her şey bir şeylerin değişmesiyle değişir. İronik gibi görünen bu husus, tam da toplumsal süreçlerin tabiatıdır. O zaman her şeyin düzelmesi için bir şeyleri değiştirmeye, iyileştirmeye devam etmeliyiz. Her şeyin belli bir olgunluğa geldiği, hissedildiği zaman bir şeyleri değiştirmeye devam etme gereği bir tarafa bırakılmamalıdır. Çünkü toplum, dinamik yapısıyla kısa sürede bozulmaya da açıktır. Dolayısıyla her şey-bir şey çabası, dünya durdukça devam etmelidir.