Efendimiz bazı hallerde soru yönelterek söze başlar, bazen karşılıklı konuşma ile muhatabı ikna ederdi. Bazen de hiçbir şey demez, fiili olarak kişiye yaptığının yanlış olduğunu öğretirdi.
Kâmil ABDULLAHOĞLU
İstanbul Bağcılar İlçe Müftülüğü Uzman Vaiz

Dinin insanlara ulaştırılmasına “tebliğ” denir. Din, Allah tarafından insanlığın dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak inanç ve yaşam biçimidir. Bütün peygamberler Allah’tan aldıkları mesajı eksiksiz olarak muhataplarına ulaştırmışlar ve bunun karşılığında dünyevi bir beklenti içinde olmamışlardır. “(Resulüm) De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim.”[1]Ayeti, dünyevi beklenti düşüncesini kaldırmaktadır.
Din tebliğ edilirken kullanılan üslup çok önemlidir. Tüm peygamberler dini anlatırken “kavlen leyyina” yani sert olmayan yumuşak ve anlaşılır bir üslup kullanmışlardır. Kur’an’da Allah Teala Musa (a.s.) ile ilgili ayette: “(Ey Musa) Seni kendim için elçi seçtim. Sen ve kardeşin birlikte ayetlerimi götürün. Beni anmayı ihmal etmeyin. Firavun’a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o aklını başına alır veya korkar”[2]buyurarak Firavun gibi azgın bir zorbaya kullanılacak üslup ve yöntemin, tüm muhatapları ve bizleri de kapsadığını bildirmektedir.
Tebliğ yapılırken anlaşılır bir üslup kullanılmalıdır. Bunda muhatap kitle çok önemlidir. Camilerde vaaz verirken kullanılan dil ve konu çok mühimdir. Zira cami cemaatinde her kesimden insan bulunmaktadır. Okuma yazma bilmeyen olabileceği gibi, bir profesörün olması da mümkündür. Ayrıca yaşlılarla birlikte genç nesiller de bulunmaktadır. Tebliğde bulunan kişi, bu mozaiği dikkate alarak bir dil kullanmalıdır. Çok üst perdeden konuşursa alttakiler anlamayacaktır. Seviyeyi çok düşürürse belli bir kesim sıkılacaktır. Camilerdeki vaazlarda akademik bir üslubun genelde sıkıcı olduğu gözlenmektedir. Peygamber Efendimiz Yemen’in Eşari kabilesinden gelen bir topluluğa onların yöresel üslupları ile hitapta bulunmuştur.
Ayrıca mübelliğ, kendini bilge ve edip olarak gösterecek üsluptan da kaçınmalıdır. Zira bu tip konuşmalar genelde konuşmacının egosunu tatmine yöneliktir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “İçinizde en çok sevdiğim ve kıyamet günü bana en yakın mesafede bulunacak kimseler, güzel ahlâk sahibi olanlarınızdır. Güzel konuşuyor dedirtmek için uzun uzun konuşanlar, sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenler ve bilgiçlik etmek için lugat parçalayanlar ise en sevmediğim ve kıyamet günü bana en uzak mesafede bulunacak kimselerdir.”[3]
Tebliğde “hikmetli” söz, etkilidir. Hikmet, söz ve fiilde isabet anlamına kullanıldığı gibi, ilim ve amel olarak da tanımlanmıştır.[4] Yani kişinin faydalandığı ve başkasına da fayda sağladığı bir ilimle tebliğ yapılmalıdır. Tebliğ edene fayda vermeyen bir bilgi, başkasına nasıl fayda verir ki? Rabbimiz Kur’an’da “(Resulüm) Sen, Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilendir”[5]buyurmuştur. İslam davetini kabul etmede inat edenlerle yapılacak mücadele nefret ettirici değil, güzel ve onları ikna edici bir yöntemle yapılmalıdır. Kalbe, kalpten çıkan söz nüfuz eder. Söz sadece dilde ise o kulakta bile makes bulmaz.
Din tebliğ edilirken muhatapların ırk, sınıf, sosyal statü vb. gibi durumları dikkate alınıp karşıdakini incitecek bir söylem ve davranıştan kaçınmak gerekir.
Mekke’nin ileri gelenleri alt sınıftan olan fakir, köle vb. kimseleri muhatap almayı kendilerine bir zül kabul ederlerdi. Efendimiz (s.a.v) bir gün onları İslam’a davet ederken âmâ bir sahabi olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, göremediğinden dolayı Efendimize (s.a.v.) seslenerek “Ya Rasulallah Allah’ın sana öğrettiklerinden bana öğret” şeklinde bir talepte bulundu. Efendimiz de o an yanında olan müşriklerin gitmesinden endişelenerek onun bu seslenişini hoş karşılamayıp yüzünü ekşitti ve bu olay üzerine şu ayetler nazil oldu:
“Peygamber, âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çevirdi. (Resulüm! Onun halini) sana kim bildirdi! Belki o temizlenecek yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek. Kendini (sana) muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin. Fakat koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun.”[6]
Dini tebliğde dikkat edilmesi gereken başka bir husus ise muhatabın manevi değerlerine hakaret ve küçültücü söz ve hareketlerden uzak durmaktır.
Bu hususun iki nedeni vardır. Birinci olarak puta tapanların ya da batıl olan herhangi bir inancın sembol ya da değerine hakaret edildiğinde onlar da bizim değerlerimize karşılık vermeye kalkarlar ki, bu da bizim günaha girmemize sebep olur.
İkinci husus ise, muhataba bir şey anlatmak istiyorsak, onu kaçırmadan inandığı nesnelerin anlamsız, ilahlığa uygun olmadıklarını akli delillerle izah etmek gerekir. Aksi takdirde bizi dinlemediği gibi daha da düşman kesilebilir. Bugün sosyal medya üzerinden yapılan hakaretvari tartışmaların, faydasından çok zararı olduğu ve hiç kimsenin ikna olmadığı bir aşikârdır. Kur’an’ı iyi okuduğumuzda bunların tamamının bizlerin önüne serd edilmiş olduğunu görmekteyiz. İbrahim (a.s.)’ın Nemrud (Hammurabi) ile olan mücadelesinde kullandığı deliller, hem akli hem de ikna edicidir. “Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye (şımarıp böbürlenerek) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim, “Benim Rabbim diriltir, öldürür.” demiş; o da, “Ben de diriltir, öldürürüm” demişti. (Bunun üzerine) İbrahim, “Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir” deyince, kâfir şaşırıp kaldı. Zaten Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez”[7]ayeti ile “(İbrahim gelince) “Sen mi yaptın bunu ilâhlarımıza ey İbrahim” dediler. Dedi ki: “Hayır! Bunu şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa, onlara sorun bakalım!” Bunun üzerine birbirlerine dönüp, “Hiç şüphesiz asıl zalimler sizsiniz siz” dediler”[8] ayetlerindeki getirilen deliller, onların bir an bile olsa düşünmelerine sebep olmuştur.
Değerlere hakareti yasaklayan ayet ise, şudur: “Onların, Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler. Böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik. Sonra dönüşleri ancak Rablerinedir. O, yapmakta olduklarını kendilerine bildirecektir.”[9]
Dini tebliğde üslup ve yöntem ne kadar önemli ise, tebliğcinin donanımlı olması da bir o kadar önem arz etmektedir. Efendimiz (s.a.v.) dini anlatırken bazen geçmiş ümmetlerden örnek vererek muhatabın sabretmesini sağlardı. Bazen teşvik eder ve onun akabinde uyarmayı da ihmal etmezdi. Bazen akli yöntemleri kullanarak karşıdakini ikna ederdi. Bir gün bir genç Efendimize (s.a.v.) gelerek zina etmesi için izin almak ister. Efendimiz ona, birilerinin senin annenle, kızınla, kız kardeşinle, halanla ya da teyzenle böyle bir fiil yapması hoşuna gider mi? diye sorar. Genç, hayır ya Rasulallah der. Efendimiz de ona, bu fiili yapacağın kişi birilerinin annesi, kızı, kız kardeşi, halası ya da teyzesidir der ve genç de bu işten vazgeçer.
Efendimiz bazı hallerde soru yönelterek söze başlar, bazen karşılıklı konuşma ile muhatabı ikna ederdi. Bazen de hiçbir şey demez, fiili olarak kişiye yaptığının yanlış olduğunu öğretirdi. Bir başka zaman da yapılan yanlış karşısında yumuşak davranarak kişinin yanlış hareketini değiştirmesini öğütlerdi. Mescide bevl eden bedeviye davranışı gibi. Allah’ın yasak kıldığı hususların ihlal edilmesi durumunda ise kızar ve ses tonunu yükselterek belli kişiyi hedef almadan “insanlara ne oluyor ki şöyle şöyle yapıyorlar” şeklindeki bir üslupla olayın vahametini anlatırdı.
Kısaca tebliğci, muhatabını iyi tanımalı, onun ruhi ve psikolojik durumunu dikkate alarak tebliğini yapmalıdır.
Allah, ona salat ve selam eylesin. Âmin.
[1] Sâd, 86
[2] Tâhâ, 41-44
[3] Tirmizî, Birr, 71
[4] Elmalılı Hamdi Yazır, Fıkıh Istılahları Kamusu, 2/323
[5] Nahl, 125
[6] Abese, 1-10
[7] Bakara, 258
[8] Enbiya, 62-64
[9] En’âm, 108