İslâmî İlimler ve Tebliğ Dili

Belâgat sahibi olan insan, sadece güzel konuşan insan değildir. Neyi nerede ve nasıl söyleyeceğini bilen ve bunu iyi ifade kalıbına döken insandır.

M. Şerafeddin KALAY

Dr.

Rabbimizin kuluna bahşettiği ifade kabiliyeti dünya malı ile ölçülemeyecek derecede kıymetli bir kabiliyettir. Rahmân Sûresinin ilk âyetlerinde insanın yaratılışı ile ona bahşedilen beyan kabiliyeti yan yana zikredilir ve «İnsanı yarattı.  Ona beyanı öğretti.» (Rahman 55/ 3-4) buyrulur.

İnsana böyle bir nimet sunulmuştur ve kendisine bu nimeti istediği şekilde kullanma, geliştirme imkânı da verilmiştir. Tıpkı koşma, ağırlık kaldırma, yüzme ve bunları geliştirme kabiliyeti verildiği gibi…

Verilen bu beyan kabiliyeti sadece dille ifade kabiliyeti de değildir. Harfler, dillere tercüman olmuş, söylenecekleri kelimelere, satırlara dökmüş, uzak diyarlara taşımış ve sonraki nesillere ulaştırmıştır. Onları kalıcı hale getirmiş, kütüphaneler kitaplarla, kitaplar da yazılarla dolmuştur.

Bu kabiliyet sayesinde duygular, düşünceler, bilgiler ve tecrübeler beyinden beyine, kalpten kalbe aktarıldığı gibi sonraki nesillere de aktarılır. Onunla bilgi ve tecrübemizi aktarırken, özlemlerimizi, hasretlerimizi, acı ve tatlı hatıralarımızı, sevgi ve nefretimizi, sevinç ve coşkumuzu, öfke ve merhametimizi de aktarırız. Taraftarlar, gönüller kazanır veya yıkarız…

Asırlar boyunca ilim ve irfanın artmasında, teknik ve medeniyetin gelişmesinde, bilgi ve tecrübelerin sonraki nesillere miras bırakılmasında belki de en büyük pay sahibi bu kabiliyettir.

Her insaf ve hikmet sahibi kişi, bu kabiliyetin ne kadar büyük bir nimet olduğunun idrakinde olmalı, bu nimeti kuluna bahşedene sonsuz şükürler etmelidir. Şükrün en iyi eda ediliş yollarından biri de şüphesiz bahşedilen nimeti iyi yolda, onu bahşedenin razı olacağı şekilde  kullanmaktır.

Ayrıca bilgiler, duygular ve düşünceler insanın kelime haznesinde ne kadar ve nasıl kelimeler varsa o oranda ve o şekilde ifade edilir. Her insan kuşların cıvıltısını, esen rüzgârlarla yaprakların hışırtısını, akan pınarın şırıltısını, dalgaların şahlanışını, kar tanelerinin havada oynayışını aynı güzellikte tasvir edemez. Her söylenilen söz de dinleyenler ve okuyanlar üzerinde aynı tesiri gösteremez.

Meselâ şoförlük yapan kimseler “Haddini bileceksin, yerinde hareket edeceksin” manasına gelen “Ne zaman gaza ne zaman firene basacağını bileceksin” der. Demirciler yerli yerinde ve zamanında konuşmak veya davranmak manasına gelen “Demiri tavında döveceksin” diye söyler. Gemiciler bir yerden ayrılacakları zaman “Hadi demir alalım” der. Balıkçılar, birini avlamaya çalıştıkları adamın ağa düştüğünü veya oltaya takıldığını birbirlerine haber verirler. Nice insan futbol diliyle, nice insan çarşı-pazar diliyle konuşur, dertleşir…

Bu yüzden her insan kelime haznesinin hem zengin olması, hem de güzel kelimelerle dolması için gayret etmelidir. Çünkü her bir fert ya kardeştir, ya annedir, ya babadır, ya amca, teyze, haladır, dosttur, akrabadır. Yuvalarda da, dost meclislerinde de mümine yakışır sözler söylenmeli, yuvalar huzurlu, meclisler güzel sözlerin ve duyguların yarıştığı gül bahçesi olmalıdır. Güzel kelimelerle güzel sözler söylenir. Güzel söz ve fikirler cemiyeti güzelleştirir. Güzel insanlar güzel cemiyetlerden yetişir. Aksi nadirdir ve nadire itibar yoktur.

İslâm’ı temsil ve tebliğ eden insanlar bu konuda daha dikkatli, daha gayretli, daha şuurlu ve imrenilecek derecede başarılı olmalıdır…

Ayrıca insan nesep bağı, nasıl insana değer kazandırıyorsa kelimelerin de annesi, babası ve nesep bağı vardır. Nesep bağı olmayan kelimeler soysuzdur ve değersizdir. Onları kullanmak onlarla verilen bilgilere de, mesajlara da, onları kullananlara da zarar verir. Hele de bu kelimeler, ağızdan kaçma, bilmeden kullanma ölçülerini aşar, yerleşmiş ve kültürümüzle yoğrulmuş olan kelimeleri devre dışı bırakma hedefli olursa, bir cümle içinde peş peşe sıralanırsa daha da çirkinleşir ve değer yitirir, kullanana da değer kaybettirir. “Konuyu irdeledim, yinelenmiş yanlışlıklar saptadım, verilen ödünleri, olası olaylarla uzlaşmayan eylemleri, koymuş olduğum tanımları ve koşulları olanak çerçevesinde gözeterek dizelere döktüm”  gibi -onların ifadesiyle- uydurma sözcük ve dizeler    birbiriyle yarışıyorsa… Biliniz ki o yazı okunmayacak bir yazı veya o konuşma, dinlenilmeyecek  bir konuşmadır. Konuşan insan da en azından şuursuzdur; belki de diline, dinine ve milletine karşı haindir.

Mümin gönüller, nasıl uydurma kelimelerden uzak durmak zorunda ise çirkin veya özenti ve şahsiyet silikliği taşıyan kelimelerden de uzak durmak zorundadırlar.

Bütün bunlardan öte -uydurma olmasa bile- İslâmî ilimler alanında yazılan kitaplara, okunan hutbelere, yapılan sohbetlere yakışmayan kelimeler ve isimler vardır. Mana itibariyle yüz kızartıcı, bayağı, çirkin ve çirkef kelimeler ile argo sayılan, ahlakı rezil insanların rezilliği ile bütünleşen kelimeler bunlardandır. Yine çirkin, çirkef, ahlaksız, sahtekâr, hainlerin ve yapılan propagandalarla kahramanlık makamına oturtulanların isimleri, cami, cemaat, İslâm, Kur’ân, Rasûlullah ve hatta vatan düşmanı olan sahtekârlar tenkit niyetiyle olsa dahi minberlerde anılmamalıdır. Onların isimlerinin, minberin izzet ve şerefine, manevî atmosferine ve ibadetle olan bağına yakışmadığı kanaatindeyim. Belki bu tip insanların minberde dile getirilmesi, fiil, söz ve vasıflarına dikkat çekilerek yapılabilir ve onları gerekli ikazlar ve irşadlar takip edilebilir.    

Bir başka önemli nokta da İslâmî ıstılahların bilinmesi, hem yazı hem de konuşma sırasında bunların kullanılmasıdır. Anlaşılmasından endişe ediliyorsa izah ederek veya uygun kelimelerle ifade ettiği mana vurgulanarak giderek zihinlerde yer etmesi ve herkes tarafından anlaşılır hale getirilmesi, onların yerine abes ve hafif kelimelerin kullanılmamasıdır…

Dış dünyamızdaki insanların İslâmî ıstılahları yok etmek için nasıl bir gayretle çalıştığına, istesek de istemesek de dilimize ne kadar kelime yerleştirdiklerine, bu kelimelerin giderek kabullenilir hale geldiğine dikkat ediniz. Artık şuur veya şuursuzluk yerine bilinç ve bilinçsizlik kelimelerini kullanır hale geldik. İlim yerine bilim, alim yerine bilim adamı, ilmî yerine bilimsel, kabullenme yerine kanıksama, teşhis yerine tanı, imkân yerine olanak ve daha neler neler…

Bir de akademik görünmek ve bilimsel poz vermek uğruna Avrupa’dan dilimize giren kelimeler kanser hücreleri gibi dilimize girip onu boğmaya çalışıyor. Buna hizmet eden de ne yazık ki kendisinin akademisyen olarak anılmasından hoşlananlar oluyor. Bilimsel(!) görünmek uğruna İslâmî ilimler alanlarında bile -halk tabiriyle- gavurca kelimelerden hoşlanan kimseler olarak görüyoruz. Fıkhî açı veya fıkhî değerlendirme, felsefi açı veya felsefî değerlendirme yerine “hukuksal paradigma, felsefî paradigma”, hadis nakilleri sırasında diğer rivayet yerine “hadisin diğer bir varyantında”, şu mevki, şu yer veya şu mekân yerine “şu lokasyon” gibi yüzlerce şahsiyet silikliği ve özenti ifadeleri Türkçemizde birbiriyle yarışır oldu.

Bizim ilmi güzel, samimiyeti güzel, söylediğini yaşayan, inandığını söyleyen, hadiselere farklı açılardan bakmasını, ufuk açmasını ve gönüllere sirayet etmesini bilen hocalarımıza, hakiki ilim ehline ihtiyacımız var. Kibir ve gösteriş hırsından uzak, sıcak kanlı, tevazu sahibi, güler yüzlü ve yerli yerinde davranmasını ve konuşmasını bilen bir ilim ehlinin gönüllere sirayeti çok daha çabuk ve bıraktığı tesir çok daha derindir. Bu da bilinen ama -ne hilmetse-gözden ırak tutulan bir hakikattir. 

İman nuru, güzel ahlâk, güzel ifade, yüksek kabiliyet ve tevazu bir insanda buluşursa o insan hakikaten değerlidir. Kendisini tanıyan, bilen insanlar tarafından da sevilir ve takdir edilir. Unutmayınız ki Rabbimiz; «Rahman, iman eden ve salih ameller işleyenler için kalplerde sevgi oluşturacaktır.» (Meryem 19/ 96) buyurur.Bu gök kubbede hoş sadâ bırakmak, dünyada iken ebedî hayat için şahid edinmek isteyen için gerçek bir müjdedir. 

Ve unutmayınız ki kibir, yapmacık tavır, kötü ahlâk insanı fizîkî çirkinlikten daha çok çirkinleştirir. Allah Rasûlü (sav) buna dikkat çekerek mü’minleri şöyle ikaz eder:

“Bana en sevimli olanınız, kıyamet gününde meclis olarak bana yakınınız ahlâkı güzel olanlarınızdır.

En sevimsiz olanınız ve kıyamet gününde meclis olarak bana en uzak bulunanız da gevezelik yapanınız, sözleri ağzını yayarak, lügat paralayarak konuşanınız ve insanlara tepeden bakanınız, söz ve davranışlarında kibirlilik göstereninizdir.” (Tirmizî, Birr ve Sıla – Hasen)

Sahabîler hadiste geçen ve gevezeler manasına gelen “sersarûn” kelimesi ile fasih konuşur görünmek için ağzını yayarak, lügat paralayarak konuşan manasına gelen “müteşaddıkûn” kelimesini biliyorlardı. Bunları anladıklarını söyleyerek “mütefeyhıkûn” kelimesini anlayamadıklarını dile getirdiler ve ne manaya geldiğini sordular. Rasûlullah (sav) Efendimiz; “-Kibirliler,” buyurdu.

Gevezelik, lüzumsuz yere çok konuşmanın adıdır. Güzel olsa bile birçok şey haddini aştığında güzelliğini kaybeder. Giderek çekilmez hale gelir. Konuşma da böyledir. Hele de konuşulanlar çekirdek kabuğunu doldurmuyor, lüzumlu bilgi vermiyor, bitmek tükenmek bilmiyorsa. Başkalarına konuşma hakkı vermiyor, ortaya dökülmesi doğru olmayan şeyleri olur-olmaz yerlerde açığa vuruyorsa… Hele de bunlar kalabalık halk, cemaat veya ilim yolcuları önünde oluyorsa…

“İfade kabiliyetini kötü kullanma konusunda gevezelikten daha kötü ne vardır?” diye sorulacak olsa herhalde bunun cevabı “yapmacık tavırlarla, ağzı eğip bükerek, şekilden şekile girerek konuşma” olmalıdır. Efendimiz’in “müteşaddıkûn” kelimesiyle kastettiği bu tip konuşan insanlardır. Çok defa kendilerinin güzel konuştukları, kibar ifadeler kullandıkları, sıra dışı bir ifade kabiliyetine sahip olduklarını zannederler. Onları dinleyen insanlar ise tamamen aksi kanaattedirler. Dinlerken zihnen yorulur, konuşandan daha çok eğilir, bükülür, sözlerin bitmesi için dişlerini sıkıp beklerler.  Yapmacık cümlelerle, yapmacık tavırlar, araya sokulan ve sun’îliğe sun’îlik katan sözler birbiriyle yarışırken dinleyenler de halden hale girerler…

Aynı manayı vurgulayan, tamamlayan ve benzeri bir çirkinliği tasvir eden bir başka hadisi de zihninize kaydediniz:

“Allah, sığırın diliyle yalandığı gibi diliyle yalana yalana fiyakalı konuşmaya çalışan insanlara buğz eder.” (Sünen-i Ebu Davud, ve Sünen-i Tirmizî, Edeb).

Bu tasvirin nice örneklerini gördüğümüz gerçek olduğu gibi, çirkinliği de bir gerçektir. Bu nevi insanların Allah’ın buğzunu hak eden insanlar olduğunu Allah Rasûlü’nün haber verişi de gerçektir.

İnsan, her sözü her yerde söyleyemez. Rabbimiz bize ifade kabiliyeti bahşettiği gibi onu süzgeçten geçiren, lüzumlusunu, lüzumsuzunu, meclise uygun olup-olmayanını, başkalarına söylenip-söylenemeyeceğini seçen akıl da bahşetmiştir. O aklı yerli yerinde kullanmayı bilmemek, becerememek de ciddi bir kusurdur.

Belâgat sahibi olan insan, sadece güzel konuşan insan değildir. Neyi nerede ve nasıl söyleyeceğini bilen ve bunu iyi ifade kalıbına döken insandır. Bunun içindir ki ilim ve hikmet ehli; “Sözün en hayırlısı az ve öz olan, anlatılmak istenen manaya delâlet edendir,” der. Bu, yerli yerinde bir sözdür.

Bir konuyu izah için, yanlış anlamaları önlemek, ihtisas ehline daha geniş bilgi vermek, bazen de duyguları canlandırmak, gönülleri ateşlemek için uzun sayılabilecek konuşmalara ihtiyaç duyulabilir. Bunlar belli bir hedefe yöneliktir ve yerine göre lüzumludur. Lüzum edenle etmeyen birbirinden ayrılmalı, her şeyin yerli yerinde olunca güzel olduğu bilinmelidir.

Sözü az da olsa uzatmanın en tatlı misallerinden biri herhalde Musâ Aleyhisselam’ın Rabbimizin; «Yâ Musâ,o sağ elindeki nedir?» sorusuna verdiği cevap olsa gerektir:

“O, asamdır. Ona dayanırım, onunla davarıma ağaçlardan yaprak çırparım ve onunla daha birçok ihtiyacımı görürüm.”[1]

Bu cevap uzun bir konuşma değildi. Olması gerekene göre uzatılmış bir cevaptı. Esasen “ – O, asamdır,” sözü cevap olarak yeterliydi. Musâ(as) gerektiğinde ona dayandığını, onunla davarına ağaçlardan yaprak çırptığını, onunla daha birçok ihtiyacını gördüğünü söyleyerek, kendisine daha nice faydalarının olduğunu dile getiriyordu. Sözü uzatmıştı. Elbette bunun bir hedefi vardı. Kendisine hitap eden Rabbi idi. Onunla konuşma hazzı devam etsin, uzasın arzu ediyordu. O saniyeler içinde aklına gelenleri sıraladı. Bütün bunları Rabbinin bildiğini de biliyordu…

Bu tatlı bir hatıra olarak tarihe geçtiği gibi, Zikr-i Hakîm’de de yerini aldı. Musâ Aleyhisselam’ın sözü uzatma gayreti hiç unutulmadı…

Bir başka güzellik de sözlerin sade ve gönülden geldiği gibi olmasıdır. Sadeliğin ve tabiîliğin kendine ait bir güzelliği ve olgunluğu olduğu bir hakikattir. Doğru olana yönelmek de erdemliliğin bir gereğidir.

Yapmacık tavırlarla, lügat paralayarak konuşmaktan daha çirkin olanı da herhalde kibirli ve insanlara tepeden bakarak, bilmeyene akıl öğretircesine, onları horlarcasına konuşmak ve mağrur davranışlar sergilemektir.

Bütün bunlar mü’minlerin uzak durması gereken davranışlardır. Allah Rasûlü’nün ikazı ne kadar yeri yerindedir.

Bu ikaz ve irşadları unutmayınız. Allah’ın bahşettiği ifade kabiliyetini iyi kullanınız. Aksini yapan insanların davranışlarını tasvip etmeyiniz. Gönlünüzde geldiği gibi ve tabiî bir üslupla konuşunuz. Güzel kelimeler kullanmaya alışınız, kelime haznenizi de güzel kelimelerle doldurunuz fakat yapmacıklıktan uzak durunuz.

Biz kardeşlerimizin birçok açıdan donanımlı olmalarını, tesirlerinin de yanlış istikametlere olan akışı doğruya çevirecek kadar güçlü olmasını arzu ediyoruz.

Her mü’min, nice hayrın kaynağı, teşvikçisi ve nice güzelliğin öncüsü olabilir. Böyle olması elbette ki hem dünyası hem de âhireti için daha güzeldir.

Ancak ilim ehlinin hem konuşurken, hem de İslâmî ilimlerle ilgili bilgi aktarırken kullanacağı dil süzülmüş, arındırılmış ama sıcaklığını ve zenginliğini kaybetmemiş bir dil olmalıdır.

Unutmayınız ki; “hayırlı akıbet, takvâ ehlinindir.”

🟔🟔🟔


[1] Tâhâ Sûresi [20] / Âyet 17-18.