Kentte Dindar Kalmak Mümkün Ama Nasıl?

Bugün yeni bir fıkıh anlayışına ihtiyacımızın olduğu açık. “Şehirde” dindar kalabilmek istiyor isek, yeni iş yapma modelleri, yeni bir tebliğ ve davet metodu üretmek zorundayız.

Derviş Çelebi

Meşhur hikâyedir, zamanlardan bir zamanda, iki Allah dostu kardeş yaşarmış. Biri dağda çoban diğeri şehirde ayakkabı tamircisi. Dağda çoban olan, günlerden bir gün şehirdeki kardeşini ziyarete gelmiş, gelirken de yanında hediye olarak iki kilo keçi sütü getirmiş. Hikâye bu ya hediye sütü keramet nişanesi olarak bir bez çıkına sarıp getirmiş ve dükkânın duvarında bir çiviye iliştirmiş.

Hoş beş derken iki kardeşin sohbeti bir müşterinin gelişiyle kesilmiş. Gelen müşteri ayakkabısını boyatmak isteyen gayri müslim bir hanım imiş. Hanım, boyama koltuğuna oturup eteğini toplayınca, çoban kardeşin gözü genç kadının topuğundan yukarıya doğru kaymış. İşte o vakit kalbine bir siyah nokta düşmüş, riyazeti niyetinden zarar görmüş ve çobanın bez çıkınına sarılı süt başlamış damlamaya. Şehirli abi, hanım müşteriyi yolcu ettikten sonra, acı bir tebessümle yönelmiş kardeşine, “A güzel kardeşim şehirde sütü saklamak dağdakinden müşküldür, keramet sütü beze sarmakta değil halk içinde hak ile kalmakta olsa gerek” demiş.

Sevgili dostlar, bu kıssadan hareketle köyde dindarlık kolay demek istemiyorum elbette, ama global iletişim ağlarının iğvâsı karşısında dindar kalabilmek, her halükârda ve mekânda zorlaştığı aşikâr. Ancak görece olarak şehirde dindar kalmanın, yani haramlara uzak durmanın, yüz çevirmenin, her geçen gün daha da zorlaştığı gerçeğinin altını çizmek istiyorum.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ekonomik nedenlerle kırsaldan şehir merkezlerine göç eden insanlarımız, şehrin periferisinde, tabiri caizse köylerini de yanlarında getirerek küçük köyler (getto) kurdular. Hemşehri dernekleri üzerinden örgütlenerek, geleneklerini, kültürlerini aynı şekilde buralara taşıdılar. Dolayısıyla, mahalle kültürünü muhafaza ettiklerinden, dindarlıklarında ve pratiklerinde de dramatik bir sapma olamadı. Ancak, zamanla ülkenin toplumsal olarak ekonominin iyileşmesinin sonucu, onların da refah düzeyinin yükselmesi, yaygınlaşan belediye hizmetleri ve şehrin merkezi ile kurulan iletişim, mimari/mekânsal dönüşüm, kültürel davranış biçimlerini, ritüellerini de etkiledi. Çünkü mekân ve eşya, onu üreten kültürün yaşam biçimini de kaçınılmaz bir şekilde beraberinde getirdi ve bugün onun sonuçlarını hayatımızın her alanında gözlemliyoruz.

Zaman içerisinde eski kuşak nispeten kendisini bu değişime karşı koruyabilse de özellikle yeni neslin artan eğitim düzeyi ve aldıkları eğitimin felsefi kodları, maruz kaldıkları batılı yaşam tarzı, kültürel etkileşim, onların başta düşünce biçimleri olmak üzere, giyim-kuşam, müzik alışkanlıkları gibi birçok alanda yaşam pratiklerini değiştirdi. Ve bu değişim, sonuçta kaçınılmaz olarak dindarlık pratiklerini de etkiledi. Bugün bir modernleşme projesi olan Kemalizm’in “mübarek günlerine” dair bir kutlama mesajı televizyon ekranlarından ya da sms olarak cep telefonlarımıza hiç ummadığımız isimler tarafından gönderildiğine tanık oluyoruz. Bu iklimin bir sonucu olarak gençlerin evlenmeden birlikte yaşamak, lgbt ve türevlerine bir cinsel tercih, bir özgürlük alanı gibi bakmalarına, sokak ortasında yatak kıyafeti ile dolaşmak, kamuya açık alanlarda cinsel temasta bulunmak gibi bir Müslüman ülke için marjinal sayılabilecek davranışlarına tanıklık ediyoruz.

Bugün geldiğimiz noktada, gençlerin özellikle dini referanslı sivil toplum örgütlerine ve cemaatlere mesafeli olduklarını gözlemliyoruz. Bunda her ne kadar FETÖ terör örgütünün olumsuz örnekliğinin önemli bir sonucu olduğu tezinin hakkını teslim etsek de tek nedenin bu olmadığını düşünüyorum. Birçok alanda başarılı olan siyasal iktidarın, hakimiyetini ne yazık ki kültürel alanda da sağladığını söyleme imkanından yoksunuz. Kültür bakanlığı desteklerinden, Devlet tiyatrolarına, belediyelerin organize ettiği etkinliklere kadar kısa bir arşiv taraması ile durumun ne kadar acıklı olduğunu tespit etmek mümkün olacaktır. En son yaşadığımız Melek Mosso hadisesi, henüz hafızalarımızda tazeliğini koruyor sanırım. 

Amacım faturayı siyasete kesip topu taca atma kolaycılığına sapmak değil. Elbette değişen toplumsal dinamiklere uyum sağlayamayan STK’ların da bunda bir payı, vebali olsa gerek. 1900’lerin konvansiyonel STK anlayışını terk etmenin zamanı çoktan gelmiş olsa gerek. Bugünün gençlerini burs, vaaz, yurt üçgeni ile manevi koruma altına almanın imkânı olmadığı ortada. Hakikat değişmez ancak onu dile getirme biçimleri değişebilir. Bugün yeni bir fıkıh anlayışına ihtiyacımızın olduğu açık. “Şehirde” dindar kalabilmek istiyor isek, yeni iş yapma modelleri, yeni bir tebliğ ve davet metodu üretmek zorundayız. İhtiyarların bilgeliğine ve cemaatlerin bireyi koruyan ve kollayan iklimine elbette ihtiyacımız var ancak şehirde dindar kalabilme imkânı yukarıda zikrettiğim açılıma ve bu açılımı az sayıda bile olsa icra edebilecek dava şuuruna sahip genç kuşakları desteklemek ve onlara yetki vermekten geçiyor olsa gerek.

Mevlâna Celalettin Rumi’nin deyimiyle, “Düne ait ne var ise dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lazım”.