Unutmamalıdır ki İslam ümmetinin tarihte sahip olduğu huzura kavuşması ve yeniden adaletin tesis edilmesi Müslümanların tevhid ve vahdette, rahmet ve merhamette buluşmasından geçer.
Ahmet POÇANOĞLU
Emekli Konya İl Müftüsü

‘Nasıl bir din dili’ sorusuna; öğretmen, hoca, vaiz, müftü olarak yaklaşık kırk yıl cami kürsülerinden din-i mübin-i İslam’ı anlatma çabası içinde olan bir insan olarak gözlemlerim ve tecrübelerimle cevap vereceğim.
Cuma öncesi mübarek vakitte titiz bir hazırlık sonrası, kürsüye oturunca abdestli tertemiz simaların sekinet içinde sizi dinlemeye hazır görmek insana büyük bir heyecan verir. Hele Konya Kapu Camii kürsüsünde iseniz yüzlerce hafız, yüzlerce hoca, yıllarca vaaz dinlemeyi ‘kulağından sulanmak’ ve ‘kalbini sohbetle mamur hale getirmek’ anlayışıyla nice hoca efendileri dinlemiş cemaatle karşı karşıya kalıveririrsiniz.
“Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve: “Ben şüphesiz Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet:33) ayet-i kerimesini rehber edinerek seve seve -cemaatin birkaç kişi olmasına ya da tek bir âmânın sırtını kıbleye dönerek oturmasına aldırmadan- hayır ve salaha çağırdım. Tabi ki bu çağrının sadece kuru bir sözden ibaret olmadığını, hâl ile kâl’in muhalefetine düşmeden ve bunun insanı ‘ihtiyarlatan’ zorluğunu her an hissederek yapmaya gayret ettim.
Duygusal davranmadım, lügat parçalayıp edebiyat yapmadım, din-i mübin-i İslam’ı anlatırken bazen tarihi şahit gösterdim, nadiren şiirin ifade tarzından istifade ettim ama vaazımı tarihe ve şiire işgal ettirmedim.
“Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. Yolların en hayırlısı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’ in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan bid’atlardır. Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır.”. (Müslim:867) Düsturunu hiç aklımdan çıkarmadım. Birgivi’nin bu husustaki hassasiyetini yol edindim.
“Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik” (Nahl Suresi:89) ayetindeki “her şey”, din ve dünya işlerinden îtikadî, amelî, siyasî, iktisadî, içtimai ve ahlakî her konudur. Bütün bu konuları açıklamakta üslup ve muhteva olarak Allah’ın kelamı hiç şüphesiz, sözlerin en güzeli ve en yeterli olanıdır. “O Allah’ın ipi” (Hablullah) ve kopmak bilmeyen “sapasağlam bir kulp”tur (el-urvetu’l-vüskâ). O, insanları en doğru yola ileten bir şifa kaynağı, bir hidayet rehberi ve rahmet vesilesidir. Fesahat ve belagat yönünden tüm incelikleri ihtiva ettiği, açık şekilde veya işaret yoluyla her şeyi açıkladığı için sözlerin en güzeli, en hayırlısı ve en doğrusu Allah’ın kelamı ile ve inananlara “en güzel örnek” olan Hz. Peygamber’in yaşayış tarzı ve sünneti ile muhterem cemaati muhatap ettim. Bu sebeple, bu güzelliklere ters düşecek hiçbir söz, fikir ve uygulamaya asla iltifat etmedim. Öte yandan bize, bizi ve geleceğimizi en güzel şekilde aydınlatan emniyetle bizi doğru yolu gösteren sünnet varken İslamı anlatmak için başka yollar aramak, çıkmaz sokaklarda yol aramak, boşuna yorulmaktır. Çünkü, “Sözlerin en güzeli Allah’ın kelamı, yolların en güzeli Muhammed’in yoludur!”.
Vaaz süresinin sınırlı, cemaatin değişken ve arkalı önlü olması sebebiyle,
“Üç haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa o îmânın tadını almış olur:
Allâh ve Rasûlü kendisine, her şeyden daha sevimli olan kişi;
Sevdiği bir kulu sâdece Allâh cc için seven kişi;
Allâh cc kendisini küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi ateşe atılmak kadar çirkin gören kişi.” (Buhârî, Îmân, 14) hadisi ile amel ederek; imanın tadını hissetmeye ve hissettirmeye çalıştım. “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.” (Nahl:125) Ayeti, bana irşad faaliyetlerinde uymam gereken metodu ve sıralamayı göstermesi bakımından son derece önemlidir.
“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bu şekilde davranan birinin dünya hayatındaki cezası ancak rezil rüsvâ olmaktır; kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine itilirler. Allah sizin yapmakta olduğunuzdan habersiz değildir.” (Bakara:85) ayeti kerimesi ile “Allah’ın indirdiği kitabın bir bölümünü gizleyenler ve onu az bir şey karşılığında satanlar yok mu, onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onları arındırmayacak! Onlar için elem verici bir azap vardır.” (Bakara:174) ayetleri her zaman kalbimi titretti. Dünya ve ahirette rezil-rüsva olmamak için farzları, haramları, ahkamı, kısası, faizi, cenneti-cehennemi, cihadı, miras hukukunu anlattım. Cihad deyince; cihadı terk etmenin Müslümanın ‘kendi elleriyle kendini tehlikeye atması’ olduğunu daima tekrar ettim.
Cami cemaatini her zaman şu hadisin emrini yerine getirerek hitap ettim.
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın zorlaştırmayın.” (Müslim, Cihâd, 1732)
Allah’ın rızası ve resulünün yolunda olmayı her şeyden üstün tuttum. İslâm’ın mü’minlere kazandırdığı dünya görüşü her hal ve şartta, her türlü tercihte “önce İslâm” eksenlidir. Müslümanlar; bütün makam ve mevkilerde her türlü muamelelerinde dinlerini üstün tutmak ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in, “Hak yücedir, ondan üstün hiçbir şey yoktur.” (Buhârî, Cenâiz 79) düsturuna sımsıkı sarılmak durumundadır. Bazen dayatmalar oldu; bazı konularda dalkavukluk derecesinde ısrar edildi. Ne konunun ne de hitap ettiğim topluluğun dalkavuğu olmadım. Bu konulardan ya hiç bahsetmedim ya da geçiştirdim. Geçmiş yıllarda her cuma namazı sonrası görevlilerin vaaz kasetlerini çözümlemek için hızla emniyete koştuklarına şahit olmuştum; bu sebeple çözümleme yapanların anlamakta zorlanacağı zarif bir dil geliştirmek suretiyle sürüye kurt getirmemeye çalıştım.
Zarif bir dil derken akıcı ve yormayan bir üslupla bazen vaaz kürsüsünde hocalarımızın kullandığı üslup ve dili kullandım. Mesela; ‘Şeriatı Ahmediyye-i Muhammediyyey-i Mustafaviyye’ dedim, bazen ‘temessük ve ittiba’ dedim, milletimizin hayatında, konuşmasında derin izler bırakan “Hasbunallahu ve ni’mel vekil.” (Allah bize kâfidir. O ne güzel Vekîl’dir.) (Al- imran:173) sözünü tekrar etmekten vaz geçmedim; zira babalarımız ve dedelerimiz bu kürsülerden öğrendikleri üslupla kızdıklarında ve sevindiklerinde ses tonu farkıyla “Hasbunallah, Hasbunallah” derledi. Milletimiz bunu unutmasın istedim.
“Hakikaten bu (bütün peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin.” (Enbiya:92) ayetine ittiba ederek Allah’ın birlik ve eşsizliğini -tevhidi- insanların kalbine yerleştirerek, şirke, bölünmüşlüğe, parçalanmışlığa sevk eden, saptıran her türlü düşünceden uzak durdum. Şaz ve ihtilaf konularını akademinin alanı olarak gördüm ve Şehit Hasan El- Benna’nın “Mutabakata vardığımız konularda beraber yürürüz, ihtilaf ettiğimiz konuları gündeme getirmeyiz.” sözünü prensip edinerek Hz.Peygamber (s.a.v.), dört halife dönemindeki ve daha sonraki İslam toplumunun resmi görüşlerini yani uygulanmış, hukukilik ve meşruiyet kazanmış, bir nevi üzerinde icma oluşmuş essah görüşleri tercih ettim. Osmanlı dönemlerde kadı ve müftülerin “Essah olan kaville amel etmek üzere” atanmalarını kendim için de esas kabul ettim.
Unutmamalıdır ki İslam ümmetinin tarihte sahip olduğu huzura kavuşması ve yeniden adaletin tesis edilmesi Müslümanların tevhid ve vahdette, rahmet ve merhamette buluşmasından geçer.
Vaazımın hem başında hem ortasında hem sonunda Kur’an ve Sünnet’ten seçtiğim duaları hiç dilimden düşürmedim. Yazımı da Resulullah (s.a.v.) efendimizden bir dua ile bitiriyorum.
“Allahım, Kur’ân’ı, kalbimin baharı, gönlümün nuru, üzüntümün dağılmasına ve sıkıntımın ortadan kalkmasına vesile kıl.” (İbn-i Hibban:972)