Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Bilal Kemikli ile Kapı isimli eseri üzerine söyleştik.
İstifadenize.
İNSİCAM

- Kıymetli hocam, evlerimizi Kapı isimli eserinizde “dâr” ve “beyt” gibi kavramlarla ifade etmişsiniz. Peki, nedir gönül dünyamızdaki “ev”?
Şimdi gönül dünyamızdaki ev dediğimizde şunu anlamamız lazım; “gönül evi”, “gönül hanesi” diye bir tabir var bizde. İki şehir vardır, biri yaşadığımız şehir diğeri ise gönül şehri; iki hane vardır aslında biri yaşadığımız evimiz ki biz bu evimize devlethane deriz, hane-i saadet deriz. Örneğin bir başkasına “Efendim, fakirhanemize buyurunuz” dersiniz, o da size “Estağfirullah efendim. Devlethaneniz” der. Bu tür tabirler bugün unutuldu tabii, devlethane, huzurhane, fakirhane gibi… Bunlar bizim hayatımızı sürdürdüğümüz mahremiyet alanlarımızdır. Misafirimizi kabul ettiğimiz yerlerdir, has dostlarımızın ancak gelip kaldığı ve mahremiyetimizi paylaştığımız evlerdir. Tabi bir de gönül hanesi var. Gönül hanesi, gönül evi, daha çok sûfi şairlerin bize kazandırdığı bir tabirdir. Gönül, Hakk’ın nazargâhıdır. Yere göğe sığmadım Mümin kulumun gönlüne sığdım, buyurur. Bu yüzdendir ki Şemsettin Sivasî der ki: “Gönül hanesini temizleyelim”. Bu şiir Hayalî Bey’e de atfedilir: “Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecelli ede Hak Pâdişâh konmaz sarâya hâne ma’mûr olmadan”. Yani haneyi mamur hale getirebilmek lazım ki padişahın konabilmesi için. Padişah kimdir, o gönlümüzün sahibi olan evveli ahirde sevgilimizdir. Kimi seviyorsak o bizim padişahımızdır. Ama o geçici sevgilimizin ötesinde bize asıl sevgili olan mâlik’ül mülk olan Allah’tır. O’nu oraya koyarız. “Sür çıkar” ise bize kelime-i tevhidi hatırlatıyor. Kelime-i tevhidin birinci kısmında “la ilahe” diyoruz, la ilahe derken biz nefyediyoruz. Yani sürüp çıkartıyoruz, Tanrıcıkları sürüp çıkartıyoruz, geçici tüm o sevgilileri çıkartıyoruz. Haneyi temizliyoruz, yani sonra oraya asıl sevgiliyi, Rabbimizi koyuyoruz. Tabi, şimdi evimiz hayatımızı idame ettiğimiz yer olarak böylesine bir gönül evi gibi düşünülürse, nasıl ki gönül evimize her şeyi koymuyoruz yaşadığımız evimize de her şeyi koymamak lazım. Kalabalıklar barındıramaz gönül evimiz, bir gönülde iki sevgili olmaz. “Hanede olursa dûzen orada bozulur düzen” derler. “Dûzen” iki eş (kadın) anlamına gelir, bir hanede iki sevgili olursa orada düzen bozulur. İnsan bir şeye sevgili olur, o bir şey de tevhide işarettir. Bunu hanemize uygularsak, evimize hane-i saadetimize uygularsak, evvela kapitalist tuzaklara düşmeden sade bir ev dizaynı tertip edilir. Kapitalizm birçok eşyayı bizlere aldırıyor aslında ama gönül evimizdeki gibi kalabalıkları bertaraf etmemiz gerekiyor. Hanemiz böyle olmalı, gönül hanemiz gibi temiz olmalı. Eşya tuzağından kurtulmamız icap ediyor. Eşyalar insanın düşünce alanını daraltıyor. Gönül ufkumuzu da bu sadelikten almalıyız.
- Kapı’da çoğu yerde “Dâru’l-fenâ dünyadır, dâru’l-bekâ ahirettir” derken neyi kastediyorsunuz?
Dâru’l-fenâ, bu dünya için kullanılan bir tabirdir. Dâru’l-bekâ, ahiret yurdudur. Burada da en önemli saadet limanımız evimizdir. Evimiz gerçekten huzur limanı olursa, hane-i saadet olursa, mutluluk ve esenlik yurdu olursa, insan Dâru’l-bekâ’ya hazırlık yapmış olur. Peygamberimiz birçok hadisinde buyuruyor ya “evlerinizi cennet bahçesi yapınız” diye. Nasıl yapılacak diye sorulunca da ilim, irfan sohbet mekânlarını söylüyor. Şimdi bir ev düşünün ki orada sohbet varsa, anlayış varsa, ilim varsa, kavrayış varsa bekaya hazırlık yeri olur. Dâru’l-fenâ’dan Dâru’l-bekâ’ya hazırlık yeri olur. Ama evimizde birtakım sorunlar varsa, işte mesela evde namaz kılınmıyorsa Dâru’l-bekâ’ya huzur yurdu olmaz. Bir başka hadis-i şerifte de “Kur’an okunmayan, namaz kılınmayan evin bir mezar olduğu” söylenir. Eğer evimiz; sohbet ettiğimiz, birbirimizi anladığımız, birbirimizi yetiştirdiğimiz bir ilim meclisine dönerse, bu meclis bir okula tebdil eder. Bu cennet bahçesinde yetişen çocuklar da adeta birer gül gibi yetişmiş olurlar. Bizim eskiler eve “dar” da derlerdi, dar bizim evimiz yurdumuzdur ve burayı misafir ağırlayarak da beka yurduna dönüştürürüz. Burada misafir ağırlamayı ve ikram etmeyi de çocuklarımıza öğretmiş oluruz. Misafir ağırlamanın külfetli kısımlarında Allah’ın rahmetini de öğretmiş oluruz.
Esasında evlerimizin sahipleri hanımefendilerdir. O yüzden de ben bu Kapı eserimi eşim Fatma Hanım’a ithaf ettim. Çünkü evin mihenk taşı, mihveri, eşlerimiz hanımefendilerdir. Onlar bir de çocuklarımızın mürebbisidir. Tabi hanımlarımız Arapçada “Rabbetul Beyt” diye söylenen evlerin efendisi olmakla beraber hane mekteplerimizin de hem yazarları hem de hocaları oluyor. Çocuk ve insan kitabını yazanlar da annelerdir. Evlerimizi bir mektebe dönüştürmenin çabası içerisinde olursak bu mahremiyet çerçevesinde çocuklarımızın da teşahhus etmesini, şahsiyet kazanmasını sağlamış oluruz. O bakımdan Dâru’l-bekâ ve Dâru’l-fenâ nitelemesini burada zikrettim. Artık evlerimizi çalışma hayatından dolayı otel gibi kullandığımızı, üstelik mutfaklarımızda dahi aş pişmeden yaşadığımızı görüyorum. Ev bizim huzur hanemiz olmalı, bir mektep olmalı bir güvenli liman olmalı. Aksi takdirde ev bir zindana dönüşebilir. Söz, sohbet yoksa ilim ve anlayış yoksa ev bir çilehaneye adeta bir cehenneme de dönüşebilir. Niyaz ederim, hanelerimiz birer hane-i saadet olsun.
- “Ev, ocaktır” diyorsunuz? Ocağımızda eskiye nazaran neler değişti hocam?
Ocak da ev anlamındadır, tıpkı dâr gibi. Ocağın tütmesi gibi bir tabir vardır mesela, ev manasındadır. Ebeveynlerin çocuklarının evlenmesi ve onların da torunlarını görmeleri ocak tütecek demektir. Eski evimizi düşünüyorum, çocukluğumuzu, ebe denirdi babaanneye bizde, o mesela ocağın yanında otururdu, torunla ilgilenirdi falan. Dede, orada nasihat ediyor falan böyle bir ocak tasavvuru vardı. Ocak geniş aile demekti, destek ve bilgelik demekti bir anlamda. Göçler ve şehir hayatı bizi o bilgelikten mahrum bıraktı biraz da. Bazı ocaklar vardır ilim yönüyle temayüz eder. Mesele eskiden denirdi ki bu ocaktan âlimler yetişmiş yahut sanatkârlar yetişmiş, şifacılar, hafızlar yetişmiş diye. İşte bunlar hep ocaktan yetişirdi. Eski Asya’dan, Türk kültüründen gelen bir kavramdı ocak, o sıcaklığı o ülfeti de hatırlatan bir kavramdı. Ama maalesef büyük oranda bu şehirleşme ve yeni mimari anlayışımızla birlikte küçülen ailelerle bu ocak kavramı kayboldu.

- Gelelim, kitabınıza da ismini veren Kapı mefhumuna… Kıymetli hocam, Kapı ile ne demek istiyorsunuz? Ne isteriz bir kapıdan?
Ben kapıları çok severim. Kapılı şehirleri, ülkeleri de çok severim. Fas’ı, Tunus’u çok severim. Melih Bey de Ankara’yı kapılı şehir yapmıştı. Maalesef biz kaleleri yıktık. Ben Sivaslıyım ve Sivas’ın kalesi yıkıldı. Bir belediye başkanımız yıktı, Ne Timur yıktı ne Moğol yıktı bir belediye başkanı yıktı. Yerine de park yaptı. Kapılarımız şehirlerimizin sırrıdır. Mahremiyet dedik ya, ev ile sokak arasındaki engeli oluşturuyor. Şehrin kapısı olursa, şehrin yabancısı ile şehrin arasına engel oluyor. Şimdi apartman kapısı var, kapılar birbirine çok yaklaştı. Bu da mahremiyeti yok etti tabi. Kapılar yakın çünkü. Çocukluğum avluya açılan bir mekânda geçti. Benim daha evvelce yazdığım Memleket Yazıları: Çiğdem Der Ki Ben Alayım adlı eserde iki kanatlı bir kapı (Arapça beyt diyoruz ya, ev demektir beyt, her bir mısra ev demektir, iki kanat olunca bir beyt meydana geliyor), iki kanatlı bir kapıyı açtığınızda maneviyat dolu bir dünyaya girersiniz.
Evlerimiz şiir gibi olmalıdır. Şuur ile de alakalı bir kavram zira ancak şuurlu olan insanların şiirleri olur ve bu şiirler kalıcı olur. Evlerimizi de şuurla doldurmalıyız. Nereye gitsem kapı ve pencere fotoğrafları çekerim. Ama eserin adındaki Kapı, biraz da şey gibi, düşünün mesela bir gelin büyük bir heyecanla ata binmiş içeri giriyor, bir hayat kuruyor içerde, çocuğu oluyor bu gelinin tebrik için gelenler oluyor, gelin bir hayat yaşıyor orada ve vadesi bitince vefat ediyor ve yine bembeyaz bir örtüyle ama bu kez kefenle o kapıdan çıkıyor. İşte kapı böyle bir şey, insanın gelişimini ve hayat çizgisini de gösteren bir kavram. Herhangi bir kapının önünden geçin içeride neler yaşanıyor bir düşünün. Tunus’ta bir kapının önünde bu düşüncelerle saatlerce oturduğumu hatırlıyorum. Ciddi bir hikâye, roman konusudur kapı… Bir kapı işte, ama o kapının içerisinde ne hayatlar var. Düşünülesi. Sır budur, içeriyi bilirsek bunun bir manası kalmaz. Kapıyı kırdınız mı sır biter. Kapı iffeti temsil eder, kapı bizi saklar, kapıdan içeri girdiğimizde emin oluruz, dostun kapısından içeri girince mesela eman aldık demektir. Kapılarımız hep dostluğa, muhabbete ve güvene açılsın inşallah…
- Bir mesele var ki can evinden yakaladı bizi. Hocam, bir evin penceresini fakihin sedd-i zerâi penceresine benzetiyorsunuz. Letafet ve nezaket penceresinden bakmakla özdeşleştirdiğiniz “pencere” bahsine biraz girelim mi?
Pencere tabiri mecazi anlamda bir düşünceye, bir görüşe açılmak, görüş sahibi olmak anlamında da kullanılır. Bu bakımdan bu düşüncenin iyi ve güzel olması mümkün olduğu gibi haram, çirkin ve kötü bir bakış ya da düşünce de olabilir. İlmi kelam açısından hüsn-kubh konusu girer. Dolayısıyla, bizim hayatımızı ve penceremizi tanzim eden de bu ilim anlayışımızdır. Pencereyi tanzim ederken sedd-i zerâi kavramını kullandım. Yani zararlı olanlarla aranızı örtüyorsunuz, perdenizi çekiyorsunuz. Yine bir mahremiyet manası veriliyor buradan da. Başkasını ve görmek istemediğinizi görmüyorsunuz. Pencere, gözlerimizdir de. Gözlerimiz gönül evimizin penceresidir. Gözümüze sahip çıkmak zorundayız. Gözün hüsn nazarından bakması tercih edilir. Ama güzele bakalım, güzellikleri görelim derken mahremiyet sınırını aşmamak lazım. Hepimiz yürüyen evleriz ve bu yürüyen evlerin penceresi gözlerimizdir. Kapısı bazen ağzımız oluyor bazen kulağımız oluyor, bilgi alıyoruz oralardan çünkü. Dolayısıyla gözümüz bir pencere hükmündedir. Evimizdeki penceremiz de letafet ve nezaketle doluysa güzeli göreceğiz demektir. Kişisel gelişimcilerin baktığı yerden bakalım demiyorum. Zira onlar güzeli görelim motivasyonunu tüketim kültüründen alırlar. Biz insanı erdemli, bereketli ve verimli hale getirmek için bir duruş ortaya koyarız. Duruş sahibi olanlar ancak bakış sahibi olurlar. Tahsîniyyât penceresinden de bahsettik kitapta mesela bu noktadan bakarsak sanatkâr oluruz, mütefekkir oluruz. Bizim toplumumuzun makul pencereden bakan sanatkârlara ve mütefekkirlere ihtiyacı vardır. Bakmak konusu apayrı bir mesele olarak karşımıza çıkar. Murakabe ve müşahede olarak bakmayı ele alırız.
Derinlemesine bakmak, bakışımız bize böylelikle bir pencere, bir tefekkür kazandırır. Evlerimiz isterdim ki daima penceresi ormana, gökyüzüne baksın. Tefekküre doyalım. Bahçeleri, uçan kuşları temaşa etmek murakabeyi güçlendirir. Ama duvarlara bakıyoruz şehirlerde. Bu da tabi ufkumuzu daraltıyor. Böylesi durumlarda aklıma hep Rilke gelir, Genç Bir Şaire Mektuplar eseri gelir. Çünkü; artık hayal gücümüzle bakmamız lazım, kitaplarımızla bakmamız lazım. Her kitap farklı bir dünyaya açılan bir pencere ve biz artık bu pencerelerden bakıyoruz. Tabiata açılan pencereler ise vahyi gayri metluv denilen kâinat kitabını âlemi okumaya sebep olur. Pencereler artık gökyüzü ile irtibatımızı kesiyor. Terası olanlar müstesna olacak şekilde pencerelerimiz tabiata açılmıyor. Bu bence oldukça dertli bir konudur. Baktığımız pencereler bizi terbiye etmeli, gözlerimizi terbiye edersek bakışımız da güzelleşmiş olur. Zararlı olanla aramızda bir pencere olmalı.
- “Oda tabirinin ateşle çok yakın bir alakası vardır. Oda, od kelimesiyle akrabadır.” diyorsunuz bir yerde. Meseleyi su üstüne çıkarırsak, otağ veya oda kavramlarından hareketle eski Türk evleri için ne söyleyebiliriz hocam?
Ocak, büyük evlerde en büyük odada olurdu. Ocak yoksa mangal olurdu. Oda, hakikaten “od” kelimesinden türediği kanaatindeyim. Bilmiyorum, başka kimseler beni tenkit edebilirler ki ederlerse çok da memnun olurum. Öğrenmiş olurum. Şimdi otağ vardı eskiden bilirseniz Asya’nın stepleri soğuk olur epey ve otağda ocak yakılır. Geçtiğimiz yıl ben Tacikistan ve Özbekistan’daydım. Bu bölgede otağ denilen büyük çadırlar vardı, mesela içlerinde ocak vardı. Sıcak tabi, yemek pişiyor orada sohbetler de orada yapılıyor. Ocaktaki aş ile birlikte insan da pişiyor esasında. Sohbetler var otağda, sıcaklık var. Gündüz bağdaş kurup oturduğunuz o şilte akşam bir yatak olabiliyor ve onda yatıyorsunuz. Bu odalarda ateş sohbeti beraberinde getiriyor. Bu yoksa bunun yerine mangal yakılıyor, odayı ısıtmak için. Ama aslolan şey, insanı ısıtan sohbettir. Muhabbeti sağlayan şey neşedir, huzurdur ve en önemlisi sevgi ve güvendir. Oda sizin en güvendiğiniz yerdir. Tamam, ev var ama evde size mahrem bir alan olarak oda sizin sırrınızdır. Çekirdek ailelerde mesela herkesin bir odası vardır. Herkes odasında bir kimlik kazanmış oluyor. Hürriyet alanıdır oda. Çocuklara oda vererek ona kimlik veriyoruz mesela. Güven alanıdır oda. Salonlarımız var artık, çocuklarımızla sohbet edecek ortamı kurmamız lazım. Çocuklar kendi mahremiyet alanlarında, odalarında yalnız kaldıklarında da bu sohbetlerden yetişerek güvenli alanlarında kişilik sahibi olmuş olurlar.
Bakın, siz bana ateşi ve odayı soruyorsunuz ama konu yine bir şekilde güven ve mahremiyet ile ilişkileniyor. Güvenin, huzurun ve sevginin olmadığı bir yerde sarayda yaşasanız ne olacak? Huzurlu bir küçük ev, muhabbetle ve paylaşımla genişler, öte tarafta daralır. Oda, otağ kelimesiyle bu anlamda ilişkidir. Otağda bulunmak da ancak güvenle ve muhabbetle ilişkidir. Muhabbet ortamını inşa edebiliyorsak çocuklarımızdan korkmamıza gerek yoktur. Çocuklara vakit ayıramıyor, odalarımızda bir ocak oluşturamıyorsak hiçbir maddi imkânla düzelmeyecek hatalar yapıyoruz demektir. Eskiden bilhassa medreselerde hücre ve göz tabiri de vardı. Hücre, göz oda demektir bir anlamda. İki gözüm var, iki göz odam var demek. Hücre şimdilerde zindanların bir kısmı gibi anlaşılıyor, öyle kullanılıyor. Medreselerde, tekkelerde, hücreler var mesela. Derviş hücresi var. Dolayısıyla oda tabiri artık oteller için de zikredilir hale geldi.
- Evin bir mahremiyet yurdu olduğunu anlatıyorsunuz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?
Günümüz enformasyon çağı, haliyle dışa daha çok açılmaya çalışıyoruz. AVM kültürü var ve daha çok sokaktayız, parktayız. Bu tüketim kültürü bir açıdan mimarinin de bir sonucu. İnsanlar neden kendilerini dışarı atıyorlar? Çünkü bahçeli evlerimiz yok. İnsanların ferahlaması için bahçeleri yok. Mecburen dışarı çıkıyoruz. Evde konuşulması gereken bazı meselelerin sokakta, kafede, parklarda konuşulduğuna şahit oluyoruz. Çağın bu sıkıntısı büyük oranda mahremiyeti de alıp götürdü. Dolayısıyla sır kavramı da kayboldu. Bir evde karı kocanın ilişkisi bir sırdır, bir başkasıyla bunu paylaşamaz. Kendi ailelerine de açmazlar sırlarını. Mutlu huzurlu aileyi bu sırla korurlar. Dışarıya açılma gündeme gelince mahremiyet duygusu da kayboldu. Sır da bir mana ifade etmez hale geldi. Dedikodu malzemesi oldu sırlarımız. Evin duvarlarını yıktı bu sırları aşikâr etmek. Fotoğraf çekip paylaşmak da aynı şekilde olmaya başlayınca bu durum kıskançlıklara da mahremiyet eksikliğine de mahal verdi.
Bir de sadece mahremiyet sıkıntısı değil mesafe bilinci de yok oldu. Mesafe koymayı bilmemiz lazım. Mesafe saygıyı artırır çünkü. Bu kayboluşlar yüzünden evlerimizin yeniden kendi kimliğine kavuşması lazım. Aileyi oluşturan kişilerin her birinin birbirlerine saygılı, tolere edici, birbirimizin hatasını örtecek idrake sahip olmamız lazım. Efendimiz (s.a.v.) dahi “evlere kapıları çalarak, müsaade isteyerek giriniz” diyor değil mi? Mahremiyet korunmalı, ailenin hukuku korunmalı. Ev, böyle bir durumda bu hukuku koruyan bir varlık olarak kalıyor. Eski evlerde mesela selamlık ve haremlik vardı. Bilirsiniz, selamlık misafirin ağırlandığı yerdi. Haremlik de sizin mahremiyet, aile dünyanızdı. Bugün bu geniş evleri kaybettik. Eskiden mesela bu selamlıklarda altı aydan fazla kalan misafirleriniz dahi olurdu. Karda kışta kalan misafirlere bakardık mesela. Ailenize kısmen alıyorsunuz bu misafirleri. Şimdilerde bunun yerine otel kültürü geldi artık. Evlerimizi buna göre planlardık o dönemde.
Şimdi Amerikan mutfak denilen ev tipleri var mesela. Esasında o bir yemek odası gibidir ama bize yanlış girdi bu uygulama. Salon kültürü de kayboldu mesela. Yemek pişerken evin annesini yahut hizmetlisini görüyorsunuz ve onun da çalışma alanı kısıtlanıyor. Son yirmi yıldır ev mimarimizde mahremiyeti yok eden yeni bir tüketim kültürü oluştu. Sırrımızı ve mesafe bilincimizi yeniden kazanmalıyız.
- Son olarak, ocağı, aşı, mutfağı, sofrayı, sandıkları ve tüm bunlarla birlikte mahremiyeti birer huzur nişanesi olarak anlatıyorsunuz. Bunlara evin sırrıdır diyorsunuz. Sırrımızı mı kaybettik yoksa sırra sahip olmanın ehemmiyetini mi? Ne dersiniz?
Mesela sandık bahsinde de bir mahremiyet manası gizlidir. En başta sandık gelinlerimizin çeyizinin başköşesinde bulunurdu. Genç kızlarımızın öncelikle temin ettikleri eşyanın başında gelirdi. Anahtarı olan sandıklar herkese açılmazdı. Kanaviçeler, elbiseler olurdu. Gelinlik kızın rüyasıdır o sandık. Hayalleri orada olurdu. Gelin olduktan sonra da çocuklarının fotoğrafları, değerli eşya ve hatıralar buraya konulur. Sandık ara ara açılır, içerisine güzel kokular konulur. Çekirdek ailelerde bile bir sandık vardı o dönemde. Beyindir o sandık, hafızadır, ara ara bakıp sandığa hatıralarını yoklar. Sandıklar analarımızın hatıralarını sakladığı bir depodur.
Ben bu kitapta bizim kaybettiğimiz kelimeleri yazdım. Yazarken kendi anamı, dedemi yine kendi kaybettiğimiz geçmişi düşünerek yazdım. Hayatı, anılarımızı, yazdım ben. Çocukluğumuzun geçtiği sokaktan bahsettim hep. Hatırlayışı yazdım, ev sahibi olmaktan ve kiracı olmaktan bahsettim. Benim kaderimde hep bir Türkmenlik, gezginlik ve yolculuk vardı o yüzden hep oradan oraya gezdim.