Edmondo De Amicis’in İstanbul’u

Bu maceraya, 19. yüzyılın İstanbul’una kapılanlardan biri de Edmondo De Amicis olur. Amicis’i tanıtırken oğlunun günlüklerinden ilham alarak yazdığı meşhur Çocuk Kalbi kitabı dersem epey bir okuyucu ilk ve ortaokul döneminden hatırlayacaktır.

Gözde ÇİMEN

(Edmondo De Amicis, 1874)

İnsanın anlam arayışında, kimliğini ve benliğini keşfedip bulmasında hatta oluşturmasında en büyük destekçi kuvvetlerden birisinin yolculuk yapmak olduğunu söylesem? Basit bir mekân değişimi gibi görünse de aslında bu eylem, içinde bulunduğumuz ortamdan veya ruh halinden uzaklaştığımızı düşünürken tam olarak yine en çok kendimize ve ruhumuza yaklaştığımız anlar birikimidir. Çünkü insan, en çok da seyahat ederken kendisini anlamaya ve tefekkür etmeye yaklaşır. Bireysel tarihimizde öyle yolculuklarımız olmuştur ki bazen bir gideriz ve artık döndüğümüzde gittiğimiz kişi olarak geri dönmeyiz. Sadece insan tanımada nasihat olarak ortaya konmaz yolculuk; kendi iç dünyamızı tanımak için de ortaya koyduğumuz bir aksiyondur.

Evimizden, bulunduğumuz sosyal çevrenin dışına çıkıp bizden fazlasıyla farklı kültürlere, topluluklara şahit olmak, dar kalıplarımızdan sıyrılıp kendi dünyamızın duvarlarını yıkmak ve en önemlisi sağlam durduğunu zannettiğimiz zeminlerin ne kadar kaygan ve kırılgan olduğunu görmek için de yolculuk kültürüne sahip olmak örneği az bulunan tecrübelerdendir. Kendi iç dünyamızı yeniden inşa ettiren bu tecrübe, ruhi anlamda daha da zenginleşmemizi sağlar.Bu anlayışla yeryüzünde keşfetmenin izinde olan seyyahların tarihe bıraktıkları tanıklıklar değerli olmuştur. Temel dürtüleri merak olan seyyahlar bilinmeze doğru yaptıkları yolculuklarda farklı kültürlere ve sosyal yaşama ulaşma istekleri ile tarihin ve insanlığın hafızasına ortak zenginlikler ve bunun yanında arşivler bırakmıştır.

Devletler arasında perdeleme meslek olarak da tutulan seyyahlık hiç şüphesiz içinde tehlikeleri de barındırır. Osmanlı toprakları da her döneminde seyyahlara ev sahipliği yapıp, maceralarına ilgilisini ortak etmiştir. Bu maceraya, 19. yüzyılın İstanbul’una kapılanlardan biri de Edmondo De Amicis olur. Amicis’i tanıtırken oğlunun günlüklerinden ilham alarak yazdığı meşhur Çocuk Kalbi kitabı dersem epey bir okuyucu ilk ve ortaokul döneminden hatırlayacaktır. Kendisi bu kitapla ün kazanmış olsa da Amicis ilk öykülerine subaylık zamanında askeri gazetede başlar. Daha sonra gezi yazılarına dönen Amicis’in yolu 1874’de ressam arkadaşı Cesera Biseo ile dünyanın anası olarak nitelendirdiği İstanbul’a düşer. Şark’a yaptığı bu yolculukta askerlere özgü detaycılığı ve seyyahlık bilinci de birleşince ortaya gözlem gücü yüksek, sizi adeta 19. yüzyıl yolculuğuna çıkaran, dönemin ekonomik, kültürel, toplumsal hatta zamanın İstanbul’unun psikolojik geçişkenliklerine şahitlik ettirir. Ve bu şahitlik Amicis’in şiirsel anlatımı ile birleşince okuyucunun zihninde ritmik fotoğraflar belirir. Tabi Amicis gelmeden önce İstanbul’a, Osmanlı devlet yönetimine ve tarihe yönelik ciddi okumalar yapmış ve bu arka planı kitabı yazarken de şehri keşfederken de önemli ölçüde kullanmıştır.

İstanbul ilk keşfedildiği M.Ö. 7.yüzyıldan itibaren devletlerin, tarihin, kültürün ve daha nice toplumsal kurumun merkezi olmuş bir şehirdir. İçinde barındırdığı derin anlamlar itibari ile ona sadece şehir demek İstanbul’un kendisine haksızlık olur. Çünkü o, bir şehirden daha fazlası demektir. Süreç içerisinde Londra sanayi, Paris liberte, New York finans merkezi olarak ön plana çıkarken İstanbul ise medeniyetin merkezi haline gelmiştir. Farklı devletlere başkentlik yapan bu şehir, içinde barındırdığı muazzam medeniyeti yansıttığı mekanlarla tarih boyunca, ben buradayım demesini bilmiştir.

İstanbul Evleri, (Cepheler) 1880’ler Cesare Biseo (Edmondo de Amicis, İstanbul)

Bir gemi yolculuğuyla başlayan bu kitap, tıpkı dönemin İstanbul’u gibi çok kültürlü ve insan çeşitliliğine sahiptir. Soğuk ve kaskatı duran Protestan İngiliz rahipten Ermeni tüccara, kadim giysili Yahudi’den beyaz iç etekli Arnavut’a, bir Fransız mürebbiyesinden Fesli Baba’ya dek hepsinin ortak bir amacı vardır. O da bu şahane şehri görmek!  İstanbul’u görecek olmanın heyecanı güvertedeki herkesi sarmıştır.  Aynı heyecan, romantik bakış açısı ve hayranlık ise doğrudan Amicis’in yazım üslubuna da yansımıştır. Yazar şehri öyle bir anlatır ki o döneme şahit olamadığınız için üzülür, bir yandan da 148 yıl öncesinin İstanbul’unu okumaya devam etmek için kitabı bırakmak istemezsiniz. Gemi Haliç’e yaklaştıkça sislerin ardından İstanbul görünür ve kendi tabiri ile yeryüzünün en güzel yeri ile ilk karşılaşmasını yaşar. İlk görüşte aklı başından giden seyyahlar, dili dolanan Pertuiser, aciz kalan Tournefort, başka alemde olduğunu düşünen Pouqueville, mest olan La Croix, secdeye kapanan Ruslar ve daha nicesi. Amicis ise bu çok kültürlülüğü; şehrin mahallerini, ibadet mekanlarını, ağaçlıklarını vs. gezmeye devam ettikçe şehrin her bir bölgesinde yaşamaya ve hissetmeye devam edecektir.  İlk hisselerini de şöyle ifade edecektir.

Dallarını burçlu surlardan uzatan ve gölgeleri denize düşen serviler, sakızağaçları, köknarları ve ulu çınarlarla kaplı büyük bir tepeydi; bu yemyeşil yerde, ortalığa rastgele serpiştirilmiş gibi birbirinden ayrı kümelenmiş köşk çatıları, gezinti yerleriyle kasırlar, gümüş rengi küçük kubbeler, kafesli pencereleri ve girişi bezelemeli kapılarıyla zarif ve tuhaf küçük yapılar; arasında bahçeler, kemerler  avlular ve gizli yerler bulunduğunu düşündüren, hepsi de beyaz, küçük, yarı gizlenmiş yapılar; bir ormana kapanmış, dünyadan ayrı düşmüş, sır ve hüzünle dolu şehirdi. O an, üstüne güneş vurduğu halde, hala ince bir sis r-tabakasıyla kaplıydı. Ortalık ta kimseler görünmüyor, çıt bile çıkmıyordu. Bütün yolcular, dört asırlık şan ve şerefle, zevk ve sefayla, aşklarla, suikastlarla ve kanla taçlanmış bu tepeye gözlerini kıpırdamadan bakıyordu; hünkar sarayına, hisara ve büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun mezarı olan bu tepeye bakarken kimse konuşmuyor, kimse yerinden kıpırdamıyordu.”

Kitabın en önemli farkındalıklarından biri ise geçen zaman zarfı boyunca hem şehrin kendisi hem de davranış kalıplarımız açısından çok şey değişip hem de hiç değişmediğidir. Şehrin beklenmedik yerleşimlerinde bir anda karşılaşılan eşsiz güzellik ve çirkinliklerin olması, Kapalıçarşı esnafının kimliklere göre tutum sergileyip satış taktiği uygulaması, köpek sorunu vs. gibi günlük sosyal hayat alışkanlıkları sizi bir anda bugünümüze götürür. Anlıyoruz ki İstanbul, o zamanda karmaşıklığın, düzensizliğin iç içe geçmiş halidir. Amicis, nezih bir sokaktan geçerken yolun sonunda vardığı bataklığı da tiyatrodan çıktıktan sonra mezarlığın kendisini karşılamasını da uygarlık ve barbarlık karışımı olarak nitelendirir.

Elbette Amicis’in tahlillerinin arka planında oryantalist bir bakış açısı olduğunu unutmadan okumak gerekir. Ancak Batılı bir seyyah olarak şehrin mahallerinin kimliğini, kilise ve camilerin özelliğini, fıstıkçamlarını ve servilerini bir bakışta anlamasını veya Türk evlerindeki toplumsal ilişkiyi çözüp aradaki rekabeti aksettirmesi takdire şayan bir bilgi birikimidir. Çünkü Amicis, her nerede bulundu ise o bölgeyi en ince ayrıntısına kadar inceleyip, irdelemiştir. Şehir ve insan arasındaki ilişkiye dair analizi de dikkate değerdir. Yazar bir şehrin mahalleleri veya topografyası ne kadar karışık ve karmaşık ise insanının da o kadar karışık ve karmaşık olduğunu iddia eder. 1874 İstanbul’unun en net fotoğrafını ise bulunduğu köprüde verir. Masalsı bir karşılaşma olarak nitelendirdiği bu anı bütün İstanbul’un önünden geçmesi olarak belgelendirir. Türk hamallarından Ermeni hanıma, beyaz cübbeli Bedevi’den abalı dervişe ve kalpaklı Acemlere kadar uzanır bu çeşitlilik. Amicis, köprüde gördüğü her insanın kıyafetinden ve tavırlarından nereye ait olduğunu ve kim olduğunu bilir. Peki biz bugün aynı köprüye çıksak aynı insan çeşitliliğine şahit olabilir miyiz, olsak bile bu çeşitliliği fark edip tespitte bulunabilecek bilgiye ve saygıya sahip miyiz? Bugün herkesin birbirine benzemek ve aynileşme çabasında; şehirlerde bir bir kimliklerini kaybedip, bulunduğu vasatta aynileştiler. Ne yazık ki Amicis, bir an İstanbul için endişeye kapılıp, çok kültürlülüğünü kaybetmesinden korkuya kapılmıştır. Çünkü şehir, baş döndürücü bir farklılığa ve geçişkenliklere sahiptir ve bu yelpaze dönemin romanlarına, resimlerine, müziklerine yansımıştır. Karnaval olarak nitelendirdiği bu şehri terk ederken kendi yaşadığı eşsiz deneyimi, kendi çocuklarının ve torunlarının da şahit olup olmayacağı konusunda endişeye kapılır.

Tarihinde son olarak Osmanlı devletine payitahtlık yapan İstanbul, geçmiş ve geleceğimizi şekillendirmede rolünü hep üstlenmiştir. Sadece 19. yüzyıl’a ayna tutmaz bu hatırat; hem bugünümüzü hem de şehrin geleceğine dair Amicis’in taşıdığı endişeyi bizim de taşımamızı sağlar. Çünkü şehir ve insan arasında görünür görünmez bağlar vardır. Tüm kadim şehirler bir bir karakteristik özelliklerini kaybederken insanlar da farklılıklarını yitirmeye başladılar. Artık şehirlerle kendimizden kaynaklı sebeplerden ötürü kalıcı bağlar değil geçici bağlar kurar olduk. Amicis’in görsel şölen olarak nitelendirdiği köprüde kaybolan sadece insan çeşitliliğimiz ve mekânsal değişimlerimiz değildir; kaybolan bir çeşit toplum belleği ve tarihi hafızamızdır. Osmanlı toplum özelliklerine dair anlatılan hoş kısa anlatılardan biri de dönemin tebaasının geçmiş, dönem mimari eserlerin karşısına geçtiklerinde hem kendileri hem de tarihleri arasında bağ kurup özlerinde mekanla aidiyet atfettikleridir.  Bugün bile herhangi bir mimari yapının karşısında hissettiklerimiz buna paraleldir. Bizden önceki tarihi vizyonu kalbimizle hissedip, geçmiş ve gelecek arasında kritik yapıp, aidiyetlerimizi yeniden inşa ederiz. İstanbul, tarih boyunca üzerine çok şey yazılmış yazılmaya da devam edecek kadim bir İslam şehridir.  21. yüzyıl’da şehirlerin imarı birbirine benzer yapılırken İstanbul’da maalesef bundan nasibini almıştır. Şehrin kimliğine dair ufkumuzda bulunması gereken en önemli nokta; tarih boyunca içerisinde barındırdığı, diğer başka tüm şehirlerde yaşanması zor olan çok kültürlüğü, insan, hayvan, doğa dostu olarak yaşamış bu şehri kendi özünden kopartmamak olacaktır.

Amicis’in ilk bakışta ellerinin titrediği, dürbünü gözünde sabit tutmakta zorlandığı; İstanbul’a bir bakışını imparatorluklara değişmediği bu kadim şehre vedayı yine yazarın kendisi ile yapalım:

Elveda İstanbul! Aziz ve büyük şehir, çocukluk rüyam, gençlik hevesim, hayatımın silinmez hatırası! Elveda, Doğu’nun güzel ve ölümsüz kraliçesi! Zaman, güzelliğini bozmadan değiştirsin kaderini ve bir gün çocuklarım, benim gördüğümdeki ve ayrıldığımdaki gibi gençlik heyecanının sarhoşluğu içinde görebilsinler seni.

Elveda.