Özdenören, kesintisiz sürdürülebilecek bir yolculukla, ancak hayatı ifade etmiş olabilir. Acemi yolcu da zaten kesin olarak bir otobüsle bir yerden yola çıkıp bir menzile ulaşma çabası göstermez.
Dr. Mehmet KAHRAMAN

Yazı hayatına hikâyeleriyle başlar Rasim Özdenören. Hikâyeleri, ilk başlarda daha çok Anadolu’nun kasabalarında yaşamakta olan insanları anlatır. Bu insanlar, ‘köylü’ sayılmayacak derecede bilgilidir hatta biraz da ariftir. Henüz büyük şehirlerin bulvarlarında kaybolmamış, yani Anadolulu kimliğini yitirmemiş insanlardır. Anadolu’nun ruhuna sahiptirler. İlişkileri son derece içten ve dostça, çalışmaları özverili, duyguları safiyanedir. Daha özgün bir ifadeyle has Anadolu insanlarıdır.
Aynı dönemlerde kaleme aldığı Gül Yetiştiren Adam romanı da kimliğini yitirmemek için direnen, bu uğurda evinin bahçe duvarları dışına çıkmama kararı almış bir adamı anlatır. Kendi bahçesinde gül yetiştirerek hayatını idame ettirmeye çalışır. Ama bu adam roman içinde zamanla geri plana düşer ve neredeyse unutulur. Çünkü evinin dışındaki bulvarlar da kendi insanlarını yetiştirmeye başlar. Ortam onlara uygun olduğu için çoğalmaya başlarlar. Gül yetiştiren adam, bu topraklarda yetişmiş, özgün bir insandır. Diğer kolun başını çekenlerse adları bile yabancı olan tiplerdir: Çarli ve Sitare. Gül yetiştiren adam en son bir torunu ile mahalle camisine gider ve gördüğü manzaraya bakarak cemaate bir şeyler anlatmaya çalışır. Bu, Gül yetiştiren adamın son görünüşüdür. Sonuç gazetede yer alan bir haberle öğrenilir. Tutuklanmıştır ve evinde yapılan aramada suç unsuru olarak Arap harfli kitaplar bulunmuştur.
Bu roman gündeme gelince Sezai Karakoç’un Gül Muştusu kitabındaki mısraları hatırlamamak mümkün değildir: “Bir devrim horozu elinden / Kutsal bir miras gibi / Gül şarabı şişesini/ Devirmeden bozmadan/ Kurtarıp taşıdı bize baba”
Gül Yetiştiren Adam romanından önce İki Dünya adlı bir deneme kitabı yayınlanır. Bu kitapla, Özdenören, romanda karşılaştığımız ikili yapıyı masaya yatırmaktadır.
Rasim Özdenören, Hastalar ve Işıklar, Çözülme, Çok Sesli Bir Ölüm, Çarpılmışlar, Denize Açılan Kapı adlı hikâye kitaplarından sonra deneme türünde eserler de vermeye başlar: Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, Ruhun Malzemeleri, Kafa Karıştıran Kelimeler, Çapraz İlişkiler, Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı gibi deneme kitapları yayınlanır.
Bunlardan özellikle Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, onun denemelerinin özünü oluşturur. Daha sonraki denemelerinde bu düşünme biçiminin geniş bir açılımını buluruz.
Acemi Yolcu adlı kitabı ise onun hikâyeciliği ile denemeciliğini birleştirdiği oldukça özgün ve önemli bir çalışmadır. Bir iki sayfalık ve her biri bir başlık taşıyan, sanki her biri ayrı bir hikâye görünümündeki metinlerin, dikkatle bakınca birbirini bütünledikleri görülür. Bir hikâye ile başlayan metinler giderek deneme görüntüsüne bürünür.
İlk metin, “Kaç zamandır otobüsle uzun yolculuk yapmamıştım.” cümlesiyle başlıyor. Yani sanki yazar kendi yolculuğunu anlatacak. Bu, birinci şahıs ağzından yapılan anlatım, aslında hikâye ve roman yazarlarının başvurduğu bir anlatım tarzıdır. Ama metin içinde giderek bazı ciddi meseleler üzerine usta denemeciliğini yani düşüncelerini yansıtan Rasim Özdenören, gerçekten kendi hayat yolculuğunu anlatıyordur. Onu diğer kitaplarından ve bizzat yaşantısından tanıyan biri olarak, verdiğim bu hükümden şüphe duymuyorum.
Daha ikinci metinde sözünü ettiğim denemeciliğinin ipuçlarını verir. Bölümün başlığı da “Yol Düşünceleri”, buna oldukça müsaittir: “Fakat her şeye rağmen burada derinleştirilmesi gereken bir vakayla karşı karşıya bulunduğumuzu hissediyorum: Bu terkedişle (ayrılışla) vuslatın diyalektik ilişkisi olabilir. Her ayrılış kendi vuslatını ve her vuslat kendi ayrılışını kendinde taşıyor: İnsanın, kendi geçmişini terkediyormuş duygusu, aslında belki de kendine yabancılaşarak Tanrı’ya aşina oluşun başlangıcını işaret ediyor. Ve Tanrı’ya vasıl oluş, yani Tanrı vuslatı, bu yalancı dünyanın şartları içinde hiçbir zaman kendi asli hakikatiyle tecelli etmeyeceğine göre vuslat sanılan gerçeklik, kendini terketmeye zorlanıyor ve gerçek vuslatı yeniden ve yeniden aramaya yöneliyor. Benim bu dünyadaki yolculuklarım da, kim bilir, belki böyle bir yolculuğun bir gölge izdüşümü olarak tecelli ediyor.” (s. 12)

Özdenören, bir sonraki bölümde de şu soruları soruyor: “Ölüm mü gerçek hayattır, hayat mı rüyadır, rüya mı uyanıklıktır, uyanıklık mı ölümdür ve insan hangisinden kalkıp hangisine doğru yolculuğunu sürdürmektedir, kimi zaman anlaşılmaz hale geliyor.” Sonra da sözlerine şu soruyla devam ediyor: “Biz böyle bir yolculuğun neresinde duruyoruz?” (“Yolcunun Dünyası”, s. 13)
“Kavuşma” adını taşıyan bölümde ayrılma ve kavuşma olaylarını paradoksal bir biçimde ele alan Özdenören, “Ayrılık ve kavuşma birbirinin içinde durmaktadır. Ayrılık diye telâkki ettiğimiz durum, içinde kavuşmayı barındırırken; kavuşma dediğimiz durum da, içinde ayrılığı barındırmaktadır. Ama insanın bunu kavrayabilmesi için yolculuğunu kesintisiz sürdürmesi ve menziller aşmayı göze alması gerektiğini hatırlatmalıyız ona, yani kendimize.” (s. 39)
Özdenören, bu ifadeleriyle, kitaba ad olarak da seçilen acemi yolcunun kendisi olduğunu netleştirmiş oluyor. Yolcuya hatırlatmayı düşündüğü bu gerçeklikleri, sonuçta kendimize de hatırlatmamız gerektiğini ifade etmesi, açıkça bu yolcunun biz, yani insanlar olduğu gerçeğini dile getiriyor.
Bunu biraz daha açarsak, insanoğlu bu dünyada bir yolcudur. Özdenören, kesintisiz sürdürülebilecek bir yolculukla, ancak hayatı ifade etmiş olabilir. Acemi yolcu da zaten kesin olarak bir otobüsle bir yerden yola çıkıp bir menzile ulaşma çabası göstermez. Bazen bir mola yerinde otobüsü kaçırır. Çünkü yan tarafta gözüne takılan bir cenazenin namazına katılır, yeterli insan olmadığı için tabutun bir ucu onun omuzlarındadır. Cenazeyi defneder. Bir başka yerde de özellikle otobüsü gönderir. Nasıl olsa binebileceği başka bir otobüs gelecektir. Acemi yolcu, bir konaklama yerindedir. Anlatım, burada ‘sen’ olarak devreye girer: “Fakat niye burdasın? Bir gece veya bir gün önce el salladığın otobüs gerçekten senin yolculuk yaptığın otobüs müydü? Yoksa her şey bir hayâl, bir yalan, bir rüya içinde mi geçip gidiyordu?”
Acemi yolcu da o olduğuna göre, ben, sen ve o, en temel şahıs ekleridir; dolayısıyla ifadeler bütün şahısları kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. Yukarıya alıntıladığım ayrılma ve kavuşma ile ilgili ifadelerin sonunda yer alan ‘ona, yani kendimize’ açılımı da ‘ben’in çoğulu olarak, herkesi içine almaktadır. Böylece acemi yolcu, insanlar olarak hepimizi, Özdenören’in kullanımı ile tazammun etmektedir; yani kapsamaktadır.
“Adım” adlı bir bölümde de Özdenören, hikâye yazma tekniğini açıklıyor. Bir ajandaya kaydettiği “Sıradan insan otobüse biniyor” cümlesi üzerinden, bir hikâyeyi nasıl yazdığını şöyle açıklıyor: “Sıradan insan otobüse binerken, ayağının biri, binmekte olduğu otobüsün kapı basamağına temas ederken ve öteki ayağı bir an sonra ilk adımın bastığı yere ulaşmayı beklerken, işte tam o anda… Ben acaba neyi düşünerek böyle bir anlatımı üstlenmeye cüret edebilmiştim. Şimdi ancak şöyle düşünerek işin içinden çıkabilirim: Harekete geçme ânında bulunan iki ayağın, bir adımlık ânında yaşanılan şeyler, onun gerisinde (arka yapısında) bulunanlarla beslenerek anlatılabilir.” (s. 50)
Hikâye, özellikle de durum hikâyesi, anlatılmaya değer bir ânın genişletilerek anlatılması esasına dayanır. Özdenören de atılan bir adım ânında yaşanılan şeyleri arka planıyla birlikte, genişletilerek anlatılmasını dile getiriyor.
“Adım” bölümünden sonraki bölüm adları da hep bu bir ân üzerinedir: “O Son Ânı Merak Ediyorum”, “Her Şey Bir Anda Oldu Yargıç Bey”, “Bir An Meselesi”. Daha sonraki bölüm de “Bir Kaldırımdan Ötekine Geçerken” adını taşıyor. Burada bir an değil ama birkaç adım anlatılıyor. Olay altı sayfa boyu irdeleniyor. Hem bir hikâye hem de hayâller ve yorumlamalar yapılıyor. Sözgelimi bir anne ve çocuğu karşıya geçerken annenin içinden geçenleri tahmin etmeye çalışıyor. Yapacağı alışverişler, komşularıyla olan ilişkileri, kocasıyla olan ilişkileri, cüzdanındaki parayla ay sonunu nasıl getireceği… Ve daha hatırına gelmeyen bir yığın hayâl. Bir taraftan da normal yaya geçidi olmayan yolda arabaların arasından selametle karşıya geçebilme başarısı.
Acemi yolcuyu bir hayat yolcusu olarak açımladığımıza göre, insan davranışlarını veya yapıp etmelerini kader konusuyla açıklamak mümkündür. “Bir Adrese Yönelmek” adlı bölümde kadere önemli bir vurgu vardır: “Kâğıt üzerinde bir tek yol en kestirme gibi görünse de, eğer o en kestirme yol benim yapmak istediklerime cevap vermekten yoksunsa, kestirme diye o yolu seçmenin anlamı kalmamış olacaktı. Bu gibi durumlarda işler çatallaşıyor, karmaşıklaşıyordu. İnsan kendisinin bağımsızlığa mı, yoksa boyun eğmeye mi yazgılı olduğuna karar veremiyordu. Kalkış noktamla varış noktam arasındaki güzergâhta, yollar benim için önceden belirlenmişse ve benim başka türlü karar vermem imkânsız hâle sokulmuşsa, ne bağımsızlığın sözü edilecekti, ne özgürlüğün, ne de sorumluluğun. Ama acaba durum bu kadar şematik miydi? Üstelik erişmek istediğim otelin o otel olması, adı, o çiçek adıyla anılan otel olması zorunlu muydu? Orayı bir mutabakatla seçtiğimi söylemiştim. Ama her an yeni mutabakatlar oluşturulamaz mıydı? Yoksa onun da bir sınırı mı vardı? Benim özgür irademi aşan bir başka iradenin var olduğunu kabule yanaşırsam acaba durumum ne olurdu?” (s. 86)
İnsan kaderine ilişkin bu ifadeler, bir din bilgini gibi, bazı ayet ve hadislerle değil de bir deneme üslubuyla ve akıl yürütmelerle yapılmaktadır. Bir olay etrafında geliştirilen durum, bir anlamda da felsefi mülahazalar, Özdenören’in metnini orijinal bir denemeye dönüştürmektedir. Yukarıdaki ifadelerin devamında konu daha bir netleşmektedir: “Böyle böyle, otelimin konumlandığı sokağa ulaşmıştım bile. Yanlış veya doğru, oraya ulaşıncaya kadar, bilinçli veya bilinçsiz verilmiş kararlarımın sonucunda, şimdi bir yerde bulunuyordum ve orada bulunmaklığımın sorumluluğunu da bir başıma üstlenmem gerektiğini hissediyordum.” (s. 86)
Bu çıkarımlarından, insanın yapıp ettiklerinden kendisinin sorumlu olduğu sonucuna varan Özdenören, bir sonraki bölümde Grek fatalizmi ile İslam’ın kader anlayışını karşılaştırmaktadır. Grek fatalizminde “insan hem kaçınılmaz biçimde kendisine önceden belirlenmiş bir yolu yürümek zorunda bırakılıyor, hem de bu yolu yürüdü diye sorumlu tutuluyor.” Hâlbuki onu belirleyen ve zorunlu tutan güç, ne ise, sorumluluk da onda olmalıdır. Grek tragedyaları da bunu işlemektedir. “Oysa İslam’ın kader anlayışı, insanı yapıp etmesinde onu özgür bırakır; insan, hür ve müstakil iradesiyle kendi eylemini yapar. Onun eylemi, irade ettiği istikamette oluşur. İnsan özgür iradesiyle ister, Allah onun irade ettiğini halkeder. Kader, ancak o eylem sonuçlanınca belirmiş olur… İnsanın işleyeceği ve sonuçlarından sorumlu tutulacağı işlerin, amellerin Allah tarafından biliniyor olarak farzedilmesi, insanın özgür iradesiyle eylemesinden onu alıkoymuyor. Çünkü Allah o fiili insanın iradesi istikametinde halkedecektir.” (“Özgürlük de Saçmaya Dönüşebilir”, s. 86)
“Nahırdaki İnek ya da Yoldaki İnsan” adlı bölümde hayatın bu kadar basit olmadığı ifade edilirken, nasıl olacağı belirlenmiş bir konuda bile işler görüldüğü kadar basit biçimde akışmıyor. Her yol ağzında yeni bir seçme zorunluluğu ortaya çıkıyor. İnekte özgürlük olmadığı için her zaman akşam evine dönüyor. Onun geçtiği yollar bile değişmiyor. İnsan ise özgür olduğu için bir yolu tercih ediyor. Bu özgürlüğünün sonucundan da sorumlu oluyor.
Bu karşılaştırma konusunun bulunduğu metin, yaklaşık kitabın ortalarında yer almaktadır. Bundan sonraki bölümler hemen hemen bütünüyle deneme tarzındadır.
Özdenören bu bölümlerde tevekkül, tereddüt, nasip, hakikat, mağara, sır, yol, gece yürüyüşü, yönsüzlük, kelimesizlik, vuslat, göç, miraç gibi neredeyse tamamı İslami bir dünyanın kavramlarını deneme üslubuyla ele alır. Özdenören, bu metinlerinde İslami bir dünyayı anlatıyor olsa da felsefi yaklaşımlarını ve akıl yürütmelerini elden bırakmaz. Metinlerin deneme olmasının bir gereği olarak yaptığı açılımlarda birçok zihin egzersizleri yapar. Yani kader konusunda takındığı tavrını bu kavramların anlaşılması konusunda da sürdürür.
Buna birkaç örnek vermem gerekirse, yolcunun amacı, yolculuğunu miraçta ulaşılan noktada, doruk noktasında bırakması, sona erdirmesi değildir. “Asıl yücelik yeniden insanların arasına karışmakla ve onlara, ulaşılan irtifalardan getirilen ışığı saçmakla gerçekleştirilecektir.” (s. 139)
Mağara konusunda da bunun başka bir ifadesini buluyoruz: “İmdi ister remzî, ister istiare olarak, isterse gerçek anlamındaki mağarasından çıkan kimsenin, aydınlanmış biri olarak kendini yeniden keşfetmiş olduğundan, kendi aydınlığını başkalarına da yansıtmak isteyeceğini, kendini böyle bir misyonla yüklenmiş hissedeceğini tahmin edebiliriz.” (“Mağara Bir Uğraktır”, s. 114-115)
İnsan ister miraç gibi bir yolculuk yapsın, ister bir müddet bir mağarada kalsın, sonuçta bir hakikate ulaşmış olur. Bu yolla insan kendini ve dünyayı doğru algılamaya başlar. İşin sırrı da buradadır.
Acemi yolcu, dünya hayatı denilen yol boyunca önüne çıkan imkânları değerlendirerek hakikati bulabilir; varlığın hakikatini çözebilir.
Özdenören, kitabının sonlarına doğru yolculukla ilgili şöyle bir tespitte bulunur: “Eğer insan kendini değiştirmek istemiyorsa bu yolculuğa çıkma zahmetini niçin ihtiyar etsin ki! Eğer yolculuğa çıkmadan önceki halimizle yolculuğu tamamladıktan sonraki halimiz arasında bir fark bulunmayacaksa o yolculuk niçin yapılmış olmaktadır?”
Bu yolcu acemidir, çünkü dünya yolculuğuna bir kez çıkılır. Önüne neler çıkacak, bilmeye imkân yoktur. Birtakım tercihlerde buluna buluna yol alır. Önüne çıkan engelleri doğru kılavuzlarla aşar. Feridüddin-i Attar’ın dediği gibi “Onu onunla tanımalı, kendimizle değil. Çünkü yol, ondan başlar, ona gider… Akıldan başlamaz.”
Yolcu bunca yol gittikten sonra ustalaşmıştır ama bu arada yol da bitmiştir.