Herkesin övgüyle, hayranlıkla anlattığı “Yazar Rasim Özdenören” portresi mi çizmeliyim, yoksa onunla yaşamış olduğum dostluk üzerinden “Kendi Rasim Abimi” mi yazmalıyım?
Mehmet KURTOĞLU

Bir yazarı hatıralarından yola çıkarak mı yoksa eserlerinden hareketle mi anlatmalı? Bir yazarın eseriyle hayatı arasında, tıpkı deha ve delilik arasında olduğu gibi ince bir çizgi vardır; o çizgiyi aştığınızda yanlış yorumlara veya tanımlamalara sebep olabilirsiniz. Bu yüzden yazarları anlatırken o ince çizgi üzerinde durulur, aşılmamaya dikkat edilir. Zira aşılmazsa deliliğin, aşılırsa dehanın handikaplarına düşülür. Bu yüzden bir yazarın özel hayatından yola çıkarak tanımlamaktan daha çok onu eserleri üzerinden tanımlamak daha kolaydır. Çünkü eser üzerinden her türlü yorumu yapabilirsiniz ama söz konusu özel hayat oldu mu sınırları gözetmek zorundasınız. Özellikle Doğu dünyasında roman, biyografi veya portre yazılarında; ayıp, günah ya da mahremiyeti gözeterek yazmak gerekir. Zira din ve ahlak anlayışı her özele girmenizi yasaklar. Çünkü dinimiz “günahlarınızı örtünüz” der ve bir günahı ifşa etmeyi en az o günahı işlemek kadar büyük suç görür. Delilik ile deha, yahut eser ile hayat arasındaki ince çizgide durup, bir nirengi noktası belirleyerek usta bir yazarı anlatmak bence daha doğrudur.
Edebiyat dünyamızda birçok büyük yazarımızın gerçek anlamda tanımlandığını, özellikle biyografik bağlamda hakkıyla anlatıldığını düşünmüyorum. Örneğin Stefan Zweig’in dünya edebiyatına mal olmuş büyük ustaların hayatlarını kaleme aldığı biyografi kitapları dünya çapında eserledir, bizde henüz bu çapta eserler yazılmamıştır. Bizde biyografi veya portre yazıları ya övgü yahut yergiden ileri gidemez. Mesela vefat eden usta yazar veya şairimizin ardından güzel cümleler kurarak methiyeler dizmenin alışkanlık halini aldığı edebiyat dünyamızda hangi şair veya yazarımızın hayatı gerçek anlamıyla kaleme alınmıştır? Mehmet Âkif mi? Necip Fazıl, Nazım Hikmet mi? Nuri Pakdil, Sezai Karakoç mu? Mehmet Âkif hamasete, Necip Fazıl hayranlığa, Nazım Hikmet kahramanlığa kurban edilmiştir. Bunların hangisi sağ iken cesaretle sanatları ve hayatları hakkında eserler kaleme alınmıştır? Haklarında kaç eser yayınlanmıştır. Yayınlananlar ise ancak bir iki eseri geçmez. Yakın zamanda vefat eden Rasim Özdenören’i birçok dergi, özel sayı ve dosya yaptı. Rasim Özdenören’in sadece kitaplarıyla değil, hayatıyla da insanlara dokunan bir yönü olduğundan çok geniş bir okuyucu ve hayran kitlesi vardı. Rasim Özdenören, yukarıda saydığım usta yazarlardan farklı olarak sağlığında hayatı ve sanatı hakkında en çok yazı yazılan ve kitap yayınlanan bir yazardı. Yaşarken hakkında bu denli çok şeyin yazılıp çizilmesi, hakkında yazanların cesaretinden değil, kendisinin onlara vermiş olduğu cesaretten dolayıdır. Çünkü O, ömrünün son yıllarında gerçek anlamda edebiyatın ağabeyiydi. O, hiçbir zaman sanatçı kibri, ağır abi tavırları göstermedi. Genç yazarlar başta olmak üzere okuyucularıyla yakın ilişki ve dostluk kurarak daha geniş bir kitleye ulaşmış, Yedi Güzel Adam içinde en çok sevilen ve tanınan yazar olmuştur. Tanıdığım kadarıyla O, ruh olarak Melamî Meşrepti. Kişilik olarak rahattı. Edebiyatı seviyordu, edebiyatı sevenlerdi seviyordu. Onunla herhangi bir yerde oturup başta Dostoyevski olmak üzere saatlerce Batı klasiklerini konuşabilirdiniz. İronisi ve esprisi olan bir yazardı…
Şahsen onun hikâye ve denemeleriyle büyümüş, denemeciliğimde İsmet Özel’den sonra üzerimde en fazla etkisi olan adamdır. Bugün dahi benim için Rasim Özdenören denemeci kimliğiyle büyük bir insandır. Hikayeciliğinde ise herkesin üstünde mutabakat sağladığı Gül Yetiştiren Adam’la bir numaradır. Aslında başka yazılarımda da belirttiğim gibi 80’li yıllarda, İslami camiada edebi yönü güçlü birkaç roman/hikâye saymaya kalksak bunların sayısı üç beşi geçmez. Ve ilk aklımıza gelenler Savaş Ritimleri, Alevler ve Güller, Gül Yetiştiren Adam, Sıfır Üç Depremleri olur. Bunlar 80’li yıllarda kaleme alınmış, eli yüzü düzgün romanlardır. İslami edebiyat bu romanlardan sonra ancak tebliğ romanlarıyla arasına sınır koyabilmiş, edebiyatta çıtayı yükseltmiştir. Bu anlamda Rasim Özdenören ve kuşağının İslami edebiyattaki yerleri ve önemleri asla inkâr edilemez. Bütün bunlardan sonra Rasim Özdenören’i nasıl anlatmalıyım? Onu eserleri üzerinden mi anlatmalıyım yoksa hatıraları üzerinden mi? Herkesin övgüyle, hayranlıkla anlattığı “Yazar Rasim Özdenören” portresi mi çizmeliyim, yoksa onunla yaşamış olduğum dostluk üzerinden “Kendi Rasim Abimi” mi yazmalıyım? Onun üzerine yazı kaleme almak isteyince işte böylesine bir tereddüt yaşadım, ancak eserlerinde başka gerçek yaşamında daha başka bir insan olan Rasim Abi’yi anlatmak daha doğru olur, diye düşünüyorum. Zira onunla yakın dostluğu olanlar bunu daha iyi bilir. Şahsen bu yazımda, onunla yolumun kesiştiği noktalardan bahsetmek istiyorum. Aslında bu yazımda onu anlatırken kendimi, kendimi anlatırken onu anlatmış olduğumun farkındayım. Böylesine iç içe geçmiş yazarlık hikayesi pek hoş karşılanmasa da yine de tarihe not düşme bağlamında yazacağım.
Rahmetli Rasim Abinin adını ve eserlerini 80’li yıllarda bir İmam-Hatip öğrencisi iken Mavera dergisinde görmüş daha sonra da Akabe Yayınları’ndan çıkan kitaplarıyla tanımıştım. O yıllarda Farsça ve Arapçadan tercüme eserlerden başka okuyacak eser bulamayan bizler için Necip Fazıl, Rasim Özdenören, İsmet Özel, Atasoy Müftüoğlu, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibi yazarların hayatımızda özel bir yeri vardı. Bu eserler, İran ve Arap dünyasından tercüme edilen radikal İslami kitaplardan farklı olarak daha bizdendi. O yıllarda adını koyamadığımız, ancak bugün dönüp baktığımızda gerçekte bir Anadolu İslam geleneğinin izi vardı. En azından yerliydi, ayakları Anadolu’ya basan bir edebiyattı. Elimize tutuşturulan tercüme kitaplarla Orta-Doğu ve Afrika siyasi ve kültür hayatını tanıyorduk ama Anadolu’ya yabancıydık. O yıllarda İslamcı hocalarımız Türkçeyi en güzel kullanan usta yazarları sırf Kemalist ve laik oldukları için kötülüyor; Yakup Kadri, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Falih Rıfkı Atay, Refik Halit Karay, Halide Edip, Yaşar Nuri Gültekin vs. yazarları okumamızı istemiyorlardı. Bu usta yazarların yerine Hekimoğlu İsmail, A. Günbay Yıldız, Şule Yüksel Şenler gibi vasat yazarları tavsiye ediyorlardı. Yahya Kemal’in “Türkçe ağzımda annemin sütü gibi ak” dediği Türkçenin temizliğini ve berraklığı yıllar sonradan ancak keşfedebildim.
Rasim Abi’nin uzun yıllar eserlerini okumuş biri olarak onunla yüz yüze tanışmam 90’lı yılların başında gerçekleşmiştir. Urfa’da Yazarlar Birliği Başkanlığı yaptığım sırada birkaç kez Urfa’ya davet etmiş, bu vesile ile uzun sohbetler etme fırsatı yakalamıştım. Onun Urfa’ya bu gelişlerinin tarihlerini hatırlamıyorum ama dönüp baktığımda yaşanmışlıkları unutmadığımı görüyorum. Örneğin Urfa’ya adını hatırlayamadığım bir program dolayısıyla geldiği sırada, türkülere konu olmuş “Karaköprü” beldesinde bir lokantada birlikte yemek yemiş, ardından lokantanın bahçesinde oturuyorduk. Rasim Abi “burası meşhur ‘Karaköprü narlıktır/Güzellik bir varlıktır’ türküsünün geçtiği yer mi?” diye sordu. Ben de “evet burası, orasıdır” dedim. Sonra mevzuyu halk türkülerine getirdi; Urfa, Diyarbakır, Malatya, Elâzığ ve Maraş halk türküleri üzerine uzun uzun konuştu. Urfalı veya Diyarbakırlı kaynak bir kişinin bilebileceği kadar bölgenin müzik kültürüne hâkim olduğunu gördüm. Örneğin Diyarbakır halk müziği sanatçılarını, okudukları türküleri bir bir sayıyor, onlarla ilgili hikayeler anlatıyordu. Diyarbakırlı Celal Güzelses ve Malatyalı Fahri Kayahan ile ilgili duymadığım birçok anekdot anlatmıştı. Hatta söz bir ara sinema mevzusuna gelince, ben “Urfa sinemasını çalışıyorum” dedim. Rasim Abi başladı sinemayı anlatmaya ve bana Hüseyin Peyda’nın “Mezarımı Taştan Oyun” filmini sordu. O filmi seyrettiğini ve “biliyor musun, bu film hakkında en güzel yazıyı Tarık Dursun K. Pazar Postası’nda yazmıştır. Mutlaka o yazıyı okumalısın”[1] dedi. Rasim Özdenören’in yelpazesinin çok geniş olduğunu, edebiyattan musikiye, halk kültüründen sinemaya kadar birçok alanda geniş bilgi ve birikimi olduğunu gördüm.
Rasim Abi yine bir başka zaman Urfa’ya geldiğinde kendisini Gümrük Han’daki Sanatevi’mde ağırlamıştım. O tarihi mekânda oturup uzunca sohbet etmiş, özellikle şehir kültürü ve tarihi mekanlar üzerine konuşmuştuk. Yanılmıyorsam o sırada “Kent İlişkileri” kitabı yeni çıkmıştı. Onun üzerine bir de röportaj yapıp yayınladım. Şehir üzerine konuşurken tarih ve kültüre vurgu yapınca, “Abi seni Harran’a götüreyim mi? Emevi devletinin başkentliğini yapmış tarihi bir şehir, ilgini çeker” dedim. Rasim Abi, “Ben canlı olmayan, harabe ve insan nefesinin olmadığı yerleri sevmem. Buradaki (Gümrük hanı) gibi içinde insanların nefes alıp verdiği, canlı mekanları severim” dedi. Harran’a gitmedik ama Harran üzerine sohbetimiz devam etti. Ben “başkentlik yapmış Harran bugün harabe bir köy. Bir daha eski haline dönmesi mümkün değil”, dedim. Rasim Abi, ilgisini çekmeyen ve görmek istemediği Harran hakkında olumsuz cümlelerle beni destekler sandım. Ancak O, “Harran gibi tarihte kültür ve medeniyetin başkentliğini yapmış şehirler hiçbir zaman ölmezler. Bir gün bakarsın küllerinden yeniden doğar” dedi.
Rasim Abi’nin en büyük özelliği, gençlerle genç olmasıydı. Çapraz okumalar yapan, gençlerin neler yazdığını takip eden zihni canlı bir yazardı. Birçok yaşlı yazar gibi geçmişte okuduklarıyla yetinmeyen, geçmiş mirası tüketmeyen biriydi. 2005 yılında yayınlanan “Ben Kendimden Yanayım” kitabımı kendisine göndermiştim. Bir akşam telefonum çaldı. Telefonda Rasim Abi. Hiç beklemediğim bir durumdu. Kitabı zevkle okuduğunu, bizim camiada böylesine çekinmeden yazacak cesaretli kimselerin olmadığını söyledi. Bu tür denemelerime devam etmemi, ayrıca dilimin öyküye yatkın olduğumu, bu tür yazılarımı öykü şeklinde kaleme alabileceğimi söyledi. Daha birçok şey söylemişti ancak bugün konuştuklarımızın tümünü tam olarak hatırlamıyorum.
Rasim abi daha sonra M. Atilla Maraş’ın 50. Yılı dolayısıyla birçok yazarla birlikte Urfa’ya gelmişti. Ben TYB Urfa Şubesi başkanıydım. Programın ev sahibiydim. İki gün boyunca Rasim Abi ile birlikteydik. O arada sahibi dostum olan Bilgi Kitabevi’nde yeni çıkan, “Aşkın Diyalektiği” kitabı için bir imza günü hazırladım. Rasim Abi ile birlikte kitabevine gittik. Seyir dergisini birlikte çıkardığımız M. Lamih Çelik ve Feyat Demir dostum vardı. Müthiş derece utandım. Başladım telefonla arkadaşları aramaya. Rasim Abi benim çabaladığımı görünce “Mehmet rahat ol. Burada üç kişi var. Bir yazar imza gününde üç kişiye kitap imzalarsa namusu kurtulmuştur” dedi. Ama ben yine durmadım, aramalar yaptım. Bu arada fırsattan müsaade o sırada okumuş olduğum “Aşkın Diyalektiği” kitabı üzerine kendisiyle röportaj yaptım. Bana bu kitabının çok ilgi gördüğünü, Güzin Abla gibi kendisine birçok soru yöneltildiğini söyledi. O günün akşamı yahut ertesi gün akşamı olabilir, DSİ konferans salonunda “Atilla Maraş’ın Sanatının 40. Yılı” programında konuşmasını yaparken söze benimle girdi, güçlü bir deneme yazarı olduğumu aynı zamanda “underground” (yeraltı yazarı) bir yazar olduğumu söyledi. O konuşmanın metnini Memleket dergisinin M. Atilla Maraş” özel sayısında yayınlanmıştır. O konuşmadan sonra oradaki yazar arkadaşlardan bazıları Rasim Abi’nin benim yazarlığıma dikkat çekmesine anlam verememişlerdi. Yahut onun ne demek istediğini anlamak istemiyorlardı… O gece orada, bizim camiada pek yapılmayan, kabiliyetli gençlerden esirgenen övgü ve iltifatı gençlerden esirgemediğini gördüm. Yıllarca edebiyata emek verirsiniz ama ustalardan kolay kolay yüreklendirici sözler işitmezsiniz. Hep kendilerinin övülmesini, tanıtılmasını isterler. Rasim Abi işte bu yönüyle onlardan ayrılıyor, herkesin abisi oluyordu. Özellikle son on beş-yirmi yılda çevresinde o kadar çok genç hikayeci vardır ki, birçoğunun hayatına dokunmuş, kılavuz olmuştur.
O gecenin sabahı Gümrük Han’da Rasim Abi ile birlikte çay içerken sözü dönüp dolaştırıp “Ben Kendimden Yanayım” kitabıma getirdi. Bu kitabı önemsiyordu, çünkü bizim camiada böylesine açık, rahat ve samimi şekilde kimse yazmıyordu. Belki de melami meşrep ruhuyla örtüşen, kendini gördüğü anekdotlar vardı. Kitabımı çok sevdiğini, tarzımın Bukowski’ye benzediğini söyledi. Ardından Bukowski’yi okuyup okumadığımı sordu. “Hayır tanımıyorum, hiç eserini de okumadım” dedim. Başladı bana Bukowski’yi anlatmaya. Bukowski’nin Amerikalı undergraund bir yazar olduğunu, argo yazdığını benim de onu okumamı tavsiye etti. Hatta Bukowski’nin müstehcen sayılabilecek mastürbasyon tasvirli bir hikayesini bana anlattı. Rasim Abi’nin bu tavsiyesinden sonra Bukowski’yi okudum. Bizim kültür dünyamızda yeri olmamasına rağmen, ülkemizde de çok okunduğunu öğrendim. Ancak benim yazdıklarım onunki kadar argo olmamasına rağmen, hiçbir zaman yazdıklarımı yayınlayamadım. Halen aynı tarzda üç beş kitabım yayınlanmayı beklemektedir.
Kültür müdürü iken, Urfa’dan Ankara’ya bürokratik bir işlem için geldiğimde, Rasim Abi’yi aramış, mümkünse görüşmek istediğimi söylemiştim. Bana evini tarif etti, metroya binip gelmemi söyledi. Rasim Abi kod farkı olan bir binanın bodrum katında oturuyordu. Kapıyı çaldığımda yenge hanım açtı. İçeri buyur etti. Kitap olan bir odaya girdim. Rasim Abi sandalyede, hemen yanında bir masanın üzerinde ahizesi açık bir telefon. Odada türkü sesi yankılanıyor. Ben ilk anda Rasim Abi’nin radyodan türkü dinlediğini sandım. Hiçbir şey söylemeden oturup ben de türküyü dinledim. Türkü bitince Rasim Abi ahizeyi alıp karşı tarafla konuşmaya başladı. Karşısındaki kişiye nasihat ediyordu. Geçmiş gün, belki on beş yirmi dakika telefonda konuştuktan sonra, karşısındakinin sözü daha da uzatacağını görünce misafiri olduğunu söyleyerek kapattı. Bana dönüp “sesi tanıdın mı, Murat Kapkıner” dedi. Ben “tanıyorum abi. Kitaplarını okuyorum” dedim. Rasim Abi “zaman zaman beni arar, böyle uzun uzun konuşuruz. Sorunları var. Biliyor musun Kapkıner de senin gibi yazıyor. Birbirinize benziyorsunuz” dedi. Ben burada Rasim Abi’nin bir başka yönünü daha görmüş oldum. O yalnızca gençlerle ilgilenmiyor, büyüklerle de ilgileniyor. Yalnızca yazmayı değil, insanı da önemsiyor.
2008 yılında Ankara’ya yerleştiğimde edebiyat mahfilerine takılıyordum. Birinci dereceden TYB olmak üzere, Vadi kafe, Kurtuba Kafe, İhtiyar Kafe ve Hece dergisine gidiyordum. Daha çok Kurtuba Kafe ikinci adresim olmuştu. Rasim Abi cumartesi günleri Hece’ye takılanlarla birlikte akşama doğru Kurtuba’ya gelir, geniş bir dinleyici grubuyla sohbet ederdi. Bazen biz de onun dinleyici halkasına takılırdık. Rasim Abi nerede beni görürse underground yazılarımın devam edip etmediğini soruyordu. Bir akşam yine Kurtuba’da otururken neler okuduğumu, underground yazılarımın sürüp sürmediğini sordu. Ben de “abi dediğin gibi birkaç eser yazdım. Öylece duruyor. Ancak bizim camiada bu tür metinler ve eserlerin karşılığı yok, yayınlamıyorlar” dedim. “Niçin yayınlamıyorlar?” dedi. “Fazla argo veya müstehcen buluyorlar” dedim. Gülerek (kendisi argo şekilde söylemesine rağmen ben burada değiştirerek söylüyorum) “sende yazacak yürek var ama onlarda yayınlayacak yürek yok” dedi. Bunun üzerine “abi, bu eserlere sen bir önsöz yazsan belki yayınlarlar” dedim. Dönüp bana yine gülerek “ben de yazamam” dedi. Ardından “sen yine yazmaya devam et. Başka yayınlara, sol yayınlara gönder. Mutlaka biri ilgi gösterir” dedi.
Rasim Abi ile Kurtuba’da baş başa Dostoyevski ve Shakespeare üzerine uzun konuştuğum anlar da oldu. Rasim Abi’nin muhakemesi çok iyiydi. Özellikle klasikler söz konusu olduğunda hukukçuluğunun vermiş olduğu mantıkla olsa gerek çok yerinde ve çok güçlü tahliller yapıyordu. Onun Dostoyevski, Hamlet üzerine yaptıkları tahlilleri okumak gerekir. Yanılmıyorsam Sezai Karakoç’un Kent hikayesini en güzel yorumlayan kendisidir. Hatta ben Sezai Karakoç’un Kent hikayesi ile Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam hikayesinin aynı ruh ile yazıldığını düşünüyorum. O konuşmalarımızda da düşüncesi ve filozofisi güçlü bir yazarla karşı karşıya olduğumu görüyordum. Rasim Abi underground edebiyatı da seviyordu, felsefe ve klasik eseri de… tasavvufi kitaplar da okumuştu. Böylesine çok geniş bir yelpazeye sahipti. Yazdıklarının sağda ve solda karşılık bulması bu yüzdendir. O çok sesli ölümü de seviyordu, çok sesli bir yaşamı da…
Bir yazarı hatıralar üzerinden anlatmak, biraz da mahrem alanlara girmek, suç ortaklığı yapmaktır. Ancak onun sanat hayatıyla gerçek hayatının kesiştiği noktada durarak anlatmak daha doğru olsa gerek. Zira bir yazarı anlatırken bir nirengi noktası olmalı. Burada kendimi mi yoksa Rasim Abi’yi mi nirengi noktası olarak belirleyip yaşanmışlıklarımı anlattım bilemiyorum. Tek bildiğim Rasim Abi ile yaşanmışlıklardan yola çıkarak onu anlatmak. Çünkü o nirengi yani o kesişme noktasında ne suç ne günah vardır. Orası insanın gerçekte durduğu yerdir. Ben de o yerde durarak anlattım. Ne denli başarılı oldum bilemiyorum…
[1] Pazar Postası’nın bir kısım sayılarını taradım söz konusu yazıyı aradım bulamadım. Tarık Dursun K. ile mesajlaştım, adı geçen yazıyı sordum, “Arşivimde olabilir, bulmam çok zor.” dedi.