Rasim Özdenören, akıcı anlatımı ve çarpıcı hikâyeleri ile gelenek-modernizm, kent-taşra, baba-oğul ilişkilerini ve çatışmalarını Çok Sesli Bir Ölüm kitabında etkileyici bir biçimde resmetmiştir.
Zeynep SAYMAN

Edebiyatımızın usta isimlerinden Rasim Özdenören, insanları, toplumları, kültürleri ve hayatı çok iyi gözlemleyebilen bir yazar olarak eserlerinde hayata ve insana dair pek çok konuyu kaleme almıştır. Dile hakimiyeti ve estetik anlatımlarıyla bütün öykülerinde etki oluşturmayı başarmıştır.
Yirminci yüzyılda gelişen teknoloji ve sanayileşme, üretimde insanların yaşamlarında büyük ölçüde kolaylık ve refah sağlarken bir taraftan da insan ilişkileri ve kültürler açısından yozlaşmaya yol açmıştır. Özellikle kırsal kesimlerde makineli tarımın yaygınlaşması, insan gücüne ihtiyacın azalması ve şehir merkezlerinin daha cazip hale gelmesi köyden kente göç oranını arttırmıştır. Hiç kuşkusuz bu durum aile yapılarını ve ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemiştir.
Rasim Özdenören, 1974 yılında yayımlanan Çok Sesli Bir Ölüm adlı kitabındaki dört öyküde, köy yaşamının zorluklarını, köyden kente göç ve bu göçün aile ilişkilerine etkilerini anlatmıştır. Kitap, Çok Sesli Bir Ölüm, Sabah Aralığı, Kan ve Çatışma adındaki dört öyküden oluşmaktadır.
Kitaba adını veren Çok Sesli Bir Ölüm’de kente uzak, kışı çetin, yazı kurak geçen bir köyde, sefalet içerisinde yaşayan insanların yaşamlarına hatta bir ölüme tanıklık ederiz. Köyde doktor yoktur, hastane, yol, araç yoktur. Köyün şifacısı vardır ama bazen onun da yapabileceği bir şey yoktur. Kamber, atın üzerine bağladıkları babasını bunca yokluktan çok uzaktaki kente tedaviye götürmek için yola çıkar. Ancak babası yolda vefat eder. Henüz kent yaşamı ile tanışmamış olan Kamber, saatlerce yürüyerek, birçok sıkıntıya katlanarak babasını iyileştirmek isteyen vefalı bir oğuldur.

Sabah Aralığı öyküsünde, işlemediği bir cinayetin katili olarak aranan Halil kaçarken geride bıraktığı yaşamını ve başına gelenleri sorgular. En büyük endişesi tırnaklarıyla kazıyarak işlediği topraklarından ayrı kalmaktır. En büyük kırgınlığı ise bu topraklara birlikte sahip çıkmak istediği oğullarının onları terk edip kente göçmeleridir. Hatta başına gelenlerin sorumlusu olarak da oğullarını görür. “Oğullarımız gitmeseydi, bizi terk etmeselerdi belki bunların hiçbiri gelmezdi başımıza, dedi. Tanrı, insanları her yönden sınayıp denetliyor. Ben onları toprağa bağlamak istedikçe onlar hem benden hem topraktan nefret eder oldu. Sonunda ikisi de terk etti bizi. Bilirsen, bu da Tanrının başka bir sınaması insanı. Hırslı biri değildim ben. Ama Tanrının varlığına aldırmayan insanların yaşadığı yerde eninde sonunda seni de hırs bürüyor, gittikçe daha çok edineyim diyorsun, gittikçe daha çok… sonunda, kendi etini, kendi kanını da yiyip tüketiyorsun… bunu anlarsan eğer, böyle oluyor. Kendi çocukların sana karşı çıkıyor. Seni korumakla görevli olanlar sana kurşun sıkıyor.” Toprağını koruyamayan, oğullarını kaybedip bir başına güçsüz kalan Halil’in sitemi aslında köyün, toprakların sitemi olarak şekilleniyor. Köyle kent arasına inşa edilen yollar köyü zayıflatıyor, dağıtıyor ve en nihayetinde yok olmaya mahkûm ediyor çünkü.
Kan isimli öyküde de oğlu köyü terk etmiş bir babanın öfkesi ve kırgınlığı var. Karısı, uzun zamandır yaptığı bağ bekçiliğine devam etmesi için Zeynel’e baskı yapmaktadır. Ama Zeynel artık yaşlandığı için bu işe devam etmek istemediğini söyler. Biraz da toprakları vardır ama oğulları onları terk ettiği için zor durumdadırlar. Yıllar sonra oğulları, yanında karısı ile birlikte çıkıp gelir. Bu şaşkınlıklarının üzerinden çok geçmeden oğulları karısını onlara bırakıp tekrar gider. O geçim zorluğunun arasında hiç yoktan bir de gelinleri olmuştur, üstelik gelin hamiledir. Bunun üzerine, bütün tükenmişliğine rağmen Zeynel, yeniden işe başlar.
Kitapta baba-oğul ilişkisi köy-kent çatışması üzerinden işlenmiştir. Anadolu’da özellikle taşrada erkek çocuk fazla önemsenir. Bu önemseme; soyun devam etmesi, sahip oldukları toprak bütünlüğünün bozulmaması ve baba-oğul arasında kurulabilecek güç birliğinin sağlanabilmesi arzusundandır. Sanayileşme ve modernleşmenin daha refah bir yaşam vadetmesi kent yaşamını daha cazip hale getirmektedir. Dolayısıyla taşradaki babaların beklentileri hayal kırıklıklarına dönüşmektedir. Özellikle Sabah Aralığı ve Kan öykülerinde babaların hayal kırıklıkları öfke ve kırgınlıkla yansıtılmaktadır.
Çatışma öyküsü yine aynı minvalde fakat bu defa köyden kente göç eden bir ailenin kendi kültürlerine pek de uymayan kent kültürü içerisindeki trajik sonunu anlatıyor. Diğer öykülerden farklı olarak bir baba-kız ilişkisi gelenek-modernizm çatışması açısından ele alınmıştır. Hikâyenin bir tarafında Şermin ve sevgilisi Sadık, diğer tarafta babası ve halası. Babası ve halası geleneği temsil etmektedir. Öğrendikleri, bildikleri değerlerle, belirli bir çizgi içerisinde Şermin’i yetiştirmek isterler fakat modern hayatın cazibesine kapılan Şermin için bu geleneklerin bir önemi yoktur. Hem nesil farkı hem de yetişme dönemlerindeki yaşam farklılıkları gençler ve aileleri arasında derin uçurumların açılmasına sebep oluyor. Bu uçurumun açılmasında taşra-kent çatışması da kuşkusuz büyük etki yaratmaktadır. Bu öyküde de sevgilisini halası ve babası ile tanıştırmak isteyen Şermin, doğal olarak geleneklerine bağlı ailesi tarafından tepki ile karşılanacaktır. Sadık ile uygunsuz halde yakalanması ise Sadık ve babasının canlarına mal olacaktır.
Yaşam şartları ve beklentiler, insanları tercih yapmaya zorlamaktadır. Özellikle taşra gibi dar bir alanda yaşayıp çoğalmak, bir kısır döngüye dönüşebiliyor ve bu kısır döngüden çıkışın en kestirme yolu kente göç oluyor. Eğitim, daha refah bir yaşam isteği, iş imkânları ve çeşitliliği, sosyal yaşam imkânları, insanları bu çıkışa daha fazla teşvik ediyor. Muhakkak kent yaşamında da değerleri, aile birliğini, geleneği sürdürebilmek mümkündür, fakat sınırları olmayan kent yaşamı bu sürdürülebilirliği zayıflatmaktadır. Zira kent ve taşra yaşamları keskin bir biçimde ayrılmaktadır. Kültürel çatışmalar, manevi değerlerin kayboluşu, geleneğin yok oluşu, yeni kuşağın köklerini bir değere sabitleyemeyişi, kent yaşamında kaçınılmaz birer tehlike olarak zuhur etmektedir.
Rasim Özdenören, akıcı anlatımı ve çarpıcı hikâyeleri ile gelenek-modernizm, kent-taşra, baba-oğul ilişkilerini ve çatışmalarını Çok Sesli Bir Ölüm kitabında etkileyici bir biçimde resmetmiştir.