1990’lardan sonra en çok konuştuğumuz edebiyatçılardan ikisi Özdenören ve Kutlu idi. Bunu sonuna kadar hak ettiler. Ancak seçkin bir izler çevrenin hayranlığından ötesine geçerek, kitleler tarafından okunmak acaba hangisine nasip oldu?
Abdullah HARMANCI

Rasim Özdenören, 1940 doğumludur. Edebiyata bir okur ve yazar olarak uyanmaya başladığında ülkemizde –en azından kurmaca alanında- iki önemli eğilim vardı. Toplumcu anlayışla verilmiş kurmaca eserler ve 1950 Kuşağı diye bildiğimiz çizgi. Toplumcu anlayışla kotarılmış kurmaca eserlerin mahiyetlerinin nasıl olduğunu sanırım detaylı olarak sunmaya ihtiyaç yok. Sınıfsal çatışmayı, ekonomik sömürüyü dile getirmeyi ön plana alan, sistemin nasıl değişebileceğine kafa yoran metinlerdi bunlar. 50 Kuşağı’nı ise bunların karşısına koymak gerekir. Toplumsallığın değil bireyselliğin önemsendiği, modernist anlatım biçimlerinin uygulandığı, varoluşçu temaların öne çıktığı bu çizgi, genç okur ve yazar Özdenören’in bir biçimde iletişim halinde olduğu diğer çizgiydi. 2022 yılının Nisan ayında yayımlanan İlk Öyküler kitabındaki bazı öyküler, yazarın başlangıçta köy edebiyatına karşı ilgisiz kalmadığını gösterse de Özdenören öykücülüğünün asıl yöneliminin 50 Kuşağı etrafında geliştiği düşüncesi hemen bütün eleştirmenlerin ortak fikridir. Elbette sahip olduğu dini hassasiyetler, modernist anlatım biçimlerinin içine yerleşerek gelişti ve bu durum, Özdenören’e ait bir modernizm doğurdu. Tıpkı nasıl Sezai Karakoç’a mahsus bir gerçeküstücü şiir dili var olduysa, tıpkı nasıl Mustafa Kutlu’ya mahsus bir “toplumcu”luk söz konusuysa Özdenören’e mahsus bir modernizmden rahatlıkla bahsedilebilir.
1990’lardan sonra en çok konuştuğumuz edebiyatçılardan ikisi Özdenören ve Kutlu idi. Bunu sonuna kadar hak ettiler. Ancak seçkin bir izler çevrenin hayranlığından ötesine geçerek, kitleler tarafından okunmak acaba hangisine nasip oldu? Neden? Çevremdeki arkadaşlara bu soruyu defalarca sordum. Kendimce bir anket yaptım. Elbette bu soruyu cevaplayan hemen herkes, nitelikli okur çevrelerinin ötesine geçerek kitlelerce okunan yazarın Mustafa Kutlu olduğunu söylediler. Ama birden, bir şey hatırlamış gibi “Ama Rasim Özdenören’in de Gül Yetiştiren Adam’ı var!” dediler. Evet! Özdenören, uzun bir süre bu kitabıyla bilindi ve en azından muhafazakâr çevrelerde bu eseri neredeyse bestseller oldu. Ancak Rasim Özdenören’in öykü kitapları hiçbir zaman Mustafa Kutlu kitapları oranında kitlelere açılamadı. Hatta daha ileri gideyim. Gül Yetiştiren Adam bile, Cumhuriyet sonrası yaşananları dile getirmesi veya Hz. Peygambere atıf yapması gibi sebeplerle camianın inançlarını okşamış olsa bile, gene kitle okurunun anlamasını zorlaştıran anlatım uygulamalarından dolayı yeterince alımlanamadı. Özdenören’in alımlanmasını zorlaştıran şey onun modernist anlatım biçimlerini denemiş olmasıydı. Peki hepsi bu kadar mı? Değil. Özdenören aynı zamanda seçkinci idi. Batılı bir zevki vardı. Kişinin dindar olması veya İslam’ı bir yaşama şekli olarak seçmiş olması ile zevk sahibi olması arasındaki farkı bu yazıyı okuyanlar takdir edeceklerdir. Bu konuyu derinleştirebilirim. Ama Hece dergisinin Rasim Özdenören özel sayısında Dursun Ali Tökel tarafından yazılmış yazı, hemen bütün söyleyeceklerimi örnekliyor ve derinleştiriyor.
Özdenören’in denemeleri ve konuşmalarında yer alan referansların neredeyse tümüyle Batı kaynaklı olduğuna dikkat çeken Tökel, bu durumun nasıl değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyor, sorguluyor. Samimiyetle ve cesaretle yazılmış bu yazı, sadece Rasim Özdenören üzerinden yürütülen bir eleştiri değil. Söz Necip Fazıl’a da geliyor ve onun da kültürel birikiminin yerli olmadığı belirtiliyor. Bunun doğruluğu yanlışlığı ve ayrıca sebepleri üzerinde durulabilir. Tökel’in belirttiği gibi, bir yazarın Batılı referanslarının olması değil, bütün referanslarının Batılı olması kaygı vericidir. Ayrıca bu durum, birçok entelektüel için geçerlidir. Sebepleri üzerine konuşulabilir. Necip Fazıl’ın anı kitaplarını okuyanlar bu Batılı referanslarla beslenmiş olma durumunu çok açık görürler. Bu eleştiri damarı, Nuri Pakdil’e doğru da genişletilebilir. İslam’ı ilkeleri doğrultusunda yaşamakla içinden çıkılan kültüre yatkın olma-olmama hali başka şeylerdir ve başka sebeplere bağlıdır. Şu halde, Özdenören’in eserlerini saran referans örgüsü ve sahip olduğu sanat zevki de okuyucularıyla arasına bir perde germiş olmalı. Hele hele Anadolu türkülerini, Türk zevkini çok iyi bilen Mustafa Kutlu’nun yanına konulduğunda bu kontrast giderek büyüyor. “Neden karşılaştırıyoruz?” demeyin. Birçok yazarın yan yana anılmasının sebebi tarihtir. Edebiyat eleştirmenlerinin düşünme biçimidir. Konjonktürdür. Okurların çağrışımlarıdır. Nazım Hikmet Necip Fazıl, Kemal Tahir Tarık Buğra gibi ikizlemeler doğal olarak oluşur. Bu karşılaştırmalar faydalıdır da. Bu iki ismin birbirleriyle karşılaştırılmaları ikisinin de daha iyi anlaşılmalarını sağlayacaktır.
Kötü niyetli okurlar için epeyce “delil” bıraktım. İyi niyetli okurların ise Özdenören’i ne kadar çok sevdiğimi ve yaşarken kendisiyle gayet dostane bir ilişki içinde olduğumu bilmeleri için diğer Özdenören yazılarımı okumalarını salık veririm.
Bitirirken bir yanlış anlamayı önleyelim: Hiçbir yazarın kitleler tarafından okunması veya okunmaması olumlu veya olumsuz bir sonuç vermez. Çok okunmak ya da hiç okunmamak bir yazarı ne küçültür ne büyütür. Kitlelere açılacak nitelikte bir eser vermek edebi açıdan sorun teşkil etmez. Aynı zamanda okunmamak veya az okunmak da bir yazarı büyük yazar yapmaz. Özdenören ve Kutlu’yu anlayabilmek, yarattıkları metinlerin yapısal özelliklerini kavrayabilmek için böyle bir karşılaştırma yapmak gerekti. Bu nokta üzerinde düşünmeye devam etmek isteyen okuyuculara ödev: Acaba Mustafa Kutlu’nun hangi kitapları kitleselleşti? Neden? Peki kitleselleşmeyen kitapları hangileri?