Rasim Özdenören Hikayelerinde Tasavvufun İzleri

Tasavvufta toplumdan ayrılma, inziva, uzlet, halvet önemli bir yer tutmaktadır. Kişi toplumdan uzaklaşarak adeta Allah’a yaklaşır. Rasim Özdenören “Gül Yetiştiren Adam”da adeta baştan sona bu konuyu işler.

Osman BULUT

Tasavvuf, düşünce tarihimizi derinden etkilemiş bir düşünme ve yaşama biçimidir. Tasavvufun düşünce tarihimizi derinden etkilediğini söylemek bir yana onun düşünce tarihimizdeki birincil belirleyici unsur olduğunu kabul etmek durumundayız. Bu gerçeği teslim etmek, ilmin hakkıdır. Tasavvufun düşünce hayatımızın en başında dahi var olduğunu kısa bir incelemeyle görebiliriz. Türklerin müslüman olmalarında, İslam’ı bir yaşam biçimi olarak kabul etmelerinde ve onu özümsemelerinde etkili olan şahsiyetler, onlara İslam’ı tasavvuf üzerinden anlattılar. Daha sonra oluşan ilim geleneği, kurulan devletler, medreseler, yazılan kitaplar vs. hepsi bir şekilde uzaktan veya yakından tasavvuf ile bağlantılıydı. Cumhuriyetin ilanı ve nice inkılap dahi bu durumu değiştiremedi, sonunda yine Türkiye’de yaşayan Müslümanların tasavvufa uğramadan geçtikleri bir yol olmadı. Necip Fazıl’ın etrafında kümelenen İslamcılar, dini söylemlerini tasavvuf üzerinden kurguladılar. Öyle ki sanki tasavvuf, bir Türk düşünürün olmazsa olmazı gibiydi. Bundan ötürüdür ki entelektüel düzeyde selefi bir söylem Türk entelijansiyasında barınamadı.  İslami hassasiyet güdenlerin dışında İslami hassasiyet gütmeyenler de aslında tasavvuftan öyle ya da böyle etkileniyor, onun terminolojisini kullanabiliyor. Hal böyleyken Rasim Özdenören’in de tasavvufla doğrudan bir ilişkisi olduğunu, onu tanımadan dahi tahmin etmek zor olmayacaktır. Dolayısıyla bu yazıda Rasim Özdenören’in tasavvufla bağını daha doğrusu tasavvufu nasıl kullandığını, hikayelerinde tasavvuf düşüncesinden izlerin ne suretle görüldüğünü inceleyeceğim.

Özdenören, hikayelerinde birçok tasavvufi kavramı kullanır. Ya da şöyle de diyebiliriz, birçok kavramı tasavvufi yönüyle kullanır. Bu yazının sınırları tek tek bütün kavramların ne cihetle tasavvufi olduklarını açıklamaya yetmeyeceğinden ötürü okuru, zikredilecek kavramlara aşina kabul ederek hareket ediyorum.  Özdenören’in kullandığı bazı tasavvufi kavramları ve onun bu kavramları kullanış şeklini incelemeye başlayalım.

Şöyle diyor “Kuyu” adlı hikayesinde Özdenören: “Nefsini hem terk etmesi gerekiyor, hem onu yüklenmesi, öyle mi? Böyle bir şeyin üstesinden gelinebilir mi? Belki de bu yüzden, bu işin üstesinden gelmeyi öğretecek bir üstadın bulunması gerektiği söyleniyordu.” Hikâyenin kahramanı Yusuf, artık nefsini yenmek isteyen, onun aldatmalarından bir şekilde kurtulmak isteyen biridir. Yukarıdaki sözleri söylerken de nefsinin aldatmalarından nasıl kurtulacağına dair bir yol aramaktadır. Bu yol ancak bir başkası ile mümkün görünmektedir. Bu başkası, arif kişilik, mürşid-i kâmildir. Tasavvufta da kişi, tek başına yol yürümez. Yolda rehbersiz, mürşitsiz yürünmez. Ayrıca kişinin nefsini de masivadan arındırması gerekir. Hikâyenin kahramanı Yusuf, hem nefsini terk etmek suretiyle onu eğitmek, onu masivadan arındırmak gerektiğinin hem de bu yolda kendisine muhakkak bir mürşit gerektiğinin farkındadır.

Mürşid-i kâmil, derviş, şeyh veya arif kişi sadece “Kuyu” hikayesinde yoktur, “Denize Açılan Kapı” veya “Pörsüme” hikayelerinde de onlara rastlarız. “Denize Açılan Kapı” hikayesinde dervişlerin normal insanlar gibi olmadıkları anlatılır, onların hareketleri birbirine benzer, vakur bir tavırları vardır. Sakallıdırlar ve hepsi saygılı, kibar, dingin insanlardır. Bu dinginlik, yüzlerinden okunur. Tekkedeki hava son derece olumlu olarak tasvir edilmektedir. Nitekim “Mum” adlı hikâyede “tekke” kişinin kendi yerini unutacak kadar kendini kaybettiği, kendinden geçtiği bir yer olarak tasvir edilir. Bu hikâyede de kahraman bir mum yakmak, yolunu aydınlatmak veyahut aydınlanmak ister, tıpkı “Kuyu” hikayesinde olduğu gibi. Buna benzer bir arayışı, “Pörsüme”de de hikâyenin kahramanı Leyla üzerinde gözlemleriz. Leyla yolunu kaybetmiş, adeta dağılmış bir haldedir. Kendisini toparlaması gerekir. Dolayısıyla “yolunu arayan şahıs”, Özdenören’in hikayelerinde işlenen bir karakterdir. Bu karakterleri ve onların yolculuklarını tasavvuftaki “salik”e ve “seyr-i süluk”e benzetebiliriz.

Yazarın hikayelerinde arif zatların bulunduğundan bahsetmiştik. Yazar bu zatların kerametlerinden de bahseder. Onun hikayelerinde keramet de bir olgu olarak bulunur. Nitekim keramet, tasavvufta haktır. Peygamberlere verilen olağanüstülükler mucizeyken keramet, peygamberlerin varisleri olan velilerden sudur eden olağanüstülüklerdir. “Denize Açılan Kapı”da bahsedilen bir veli zat, kıtlık yıllarında gelip evlerdeki pirinç torbalarını doldurur. Yine aynı hikâyede bir zat, tanımadığı bir kişinin aklından geçenleri okur ve onunla doğrudan konuşup “o adam ben değilim” der.

“Mevsim Sonu” hikayesinde, yaşadığı dünyevi hayattan bıkan bir kızın bir ses duyduğundan bahsedilir. Bu ses ona, zühd makamına ermiş kişilerin olduğunu ve onları bulması gerektiğini söyler. Ayrıca dünyalıklardan kurtulmasını öğütler. Öyle bir kurtulması gerekir ki geriye yalnızca kendisi olarak kalmalıdır. Bu hikâyede de zühd kavramına rastlıyoruz. Ayrıca hikâyede masivadan kurtulmanın gerekliliğine değiniliyor. Tasavvufta da kişinin masivadan kurtulup nefsini yalnızca Allah ile meşgul etmesi, onda kaybolması işlenir. Bu durum “fena” kavramı ile açıklanır. Fena, son bulmaktır. Salikin hedefi ise Allah’ta fena bulmak yani sonsuzluğa ulaşmaktır. “Mor Sinekler” adlı hikayesinde yazar, “Fenaya değil bekaya gidiyorsun ademe değil vücudu daimîye sevk olunuyorsun zulümata değil âlemi nûra giriyorsun kesrette boğulmayacaksın vahdet dairesinde teneffüs edeceksin.” ifadelerini kullanır.

Yazar fena kavramını sadece hikayelerinde değil, “Aşkın Diyalektiği” kitabında da ele alır: “Fenafirresul makamına ulaşmak için, fenafişşeyh makamına ulaşmak gerekiyor. Yunus’un, oraya ulaşabilmesi için tekkeye kırk yıl boyunca düzgün odun taşımak zorunda kaldığını ve diğer menkıbeleri hatırlarsak, bu sürecin ne denli çetin olduğunu kavrayabiliriz. Fenafillâh makamına ulaşabilmek içinse, fenafirresul makamını geçmek şarttır. Ancak fenafillâhtan sonra da iş bitmiş değildir. Bundan sonra da ulaşılacak menziller vardır: bekabillah, seyrilallah. Böylece, her makam aşıldığında, âşıkın önünde kendisini bekleyen yeni bir menzil bulunmaktadır.”

Tasavvufta toplumdan ayrılma, inziva, uzlet, halvet önemli bir yer tutmaktadır. Kişi toplumdan uzaklaşarak adeta Allah’a yaklaşır. Rasim Özdenören “Gül Yetiştiren Adam”da adeta baştan sona bu konuyu işler. Kahraman evine kapanır ve gül yetiştirir. Gül yetiştirmesinin sebebi ise güzel kokuyu sevmektir, güzel kokuyu sever çünkü güzel kokuyu sevmek sünnettir.

Özdenören’in hikayelerinde ve denemelerinde daha birçok tasavvufi ögeye rastlamak mümkündür. Yukarıda zikredilenler, onun tasavvufi göndermelerinin sadece birkaçıdır. Özdenören tasavvufu fikirlerine ve öykülerine yerleştirdiği destekleyici bir unsur olarak kullanmaz. Tasavvuf, doğrudan doğruya belirleyici bir unsurdur. Eserlerini kuşatmıştır. Yazarın tavırlarını, düşüncelerini, hikayelerindeki karakterleri doğrudan etkiler.

Netice olarak Özdenören, tasavvufi mekanları, kişileri ve unsurları eserlerinde kullanır. Nefis terbiyesinden mürşid-i kâmile, halvetten fenaya birçok tasavvufi kavrama onun hikayelerinde rastlamak mümkündür. Özdenören bu kavramlarla düşüncesini şekillendiren ne ilk düşünür ve hikayecimizdir ne de son olacaktır. Geleneğimizde var olan kavramları ve düşünüş biçimlerini korumak ve bugüne arz etmek, ayrıca bizlere düşen bir başka görevdir. Bu sadece Özdenören gibi kültür dünyamıza emek etmiş insanlara değil, bütün bir tarihe karşı vefamızın göstergesi olacaktır.