Rasim Özdenören’in Eşikte Duran İnsan’ı

İslam düşüncesinde varlığı anlamanın yolu, insandan geçer. İnsan, hakikatin anahtarıdır. “Nefsini bilen Rabbini tanır” sözü de bu hakikati ifade eder. Üstad da tasavvufu ele aldığı makalesine “Anahtar” başlığını koyarak sırların sırrını çözebilmenin, varlığın hakikatine ermenin yolunu da böylece özetlemiş olur.

Mülayim Sadık Kul

Gün geçmiyor ki sevdiğimiz bir dostun ölüm haberiyle uyanmış olmayalım. Bugün de Osman Arı abimizin ölüm haberiyle sarsıldık. Uzun süren bir tedavi tam da cevap verdi derken o, ötelerden gelen davete evet dedi. Son ayların bilançosu ağır oldu desek pek de abartmış olmayız. Hepsi yakinen tanıdığımız güzel insanlardı. İsmail Cerrahoğlu, Raşit Küçük, Mustafa Yılmaz Hocaefendiler derken Osman Arı’yı da ebedi istirahatgâhına uğurladık. Eşiğin diğer tarafına göçen güzel yolculardan birisi de hiç şüphesiz “Gül Yetiştiren Adam”ıyla gönüllerde taht kuran, ivazsız hesapsız yedi güzel adamın son temsilcisi, büyük mütefekkir Rasim Özdenören abimizdi.

Geçen haftalarda Mustafa Hocam arayıp İnsicam’ın bir sonraki dosya konusunun Rasim Abi olduğunu ve benden de onun “Eşikte Duran İnsan” kitabı hakkında yazı istediğini söyleyince bu benim için vazifeden öte cana minnet bir lütuftu. Böylece güzel bir insan ve fikirleri hakkında birkaç cümle yazarak, bereket halkasına bu fakir de katılmış olacaktı. Süfyan b. Uyeyne Hazretlerine atfedilen bir sözde “Salihlerin anıldığı yere rahmet iner” diye rivayet edilmektedir. “Sadıklarla birlikte olun”, (Tevbe 119) ayeti, “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165) nebevî müjdesi göz önünde bulundurulduğunda bu güzel sözün içerdiği mananın da aynen doğru olduğuna inananlardanım. Hatta Busîrî’nin dediği gibi hele bu söz bir de Allah sevgilisi Peygamber ve onun ashabı hakkında olursa, asıl onları zikretmekle o sözler yücelir. Bu manada yazdıklarımız, bizim yeniden dirilmemize ve hakkında yazmaya çalıştığımız insanlarla manevi bir ünsiyet peyda etmemize vesile olur ümidindeyim.

Bakalım Mevla’nın sonsuz rahmet hazinelerinden Rasim Özdenören vesilesiyle neler gönlümüze düşecek. Hakkında yazı yazmam istenilen kitabı, bu ay başında gerçekleştirme fırsatı bulduğum Fas yolculuğunda okuyabildim. Elbette her değerlendirme gibi, bu fakirinki de indî ve kişisel bir okumadır. Zira değerlendirme kaçınılmaz olarak bir yorum ve indirgemedir. Elbette bu kitabı okumamış olanlar için de bir teşvik mahiyetindedir. Zira bir dergi yazısı kapsamında söyleyebileceklerimizin ne kadar mahdut olduğu izahtan vârestedir. Hem kitap sahibine hem bize hem de tüm okuyanlara rahmet olması niyazıyla başlayayım. Erhamerrahimin olan güzel Allah’ım, bir ömür eşiğinde beklediği rahmet sarayına hem onu hem de sevenlerini alıversin.

Aslında hacim olarak küçük olan kitabın ele aldığı konular, kitabın isminden de anlaşılacağı üzere, insanın varlıkla ilgili en temel sorusuna aradığı cevapla ilgilidir. İnsan nedir? Neden vardır? Var olmasının ona yüklediği sorumluluk nedir? Bu sorumluluğu bilmenin ve yerine getirmenin bir yolu var mıdır? Din bu anlamda bize neyi ifade eder? Bir tebliğ mi, yoksa aranması gereken başka bir yol mu? Hayat bir yolculuksa, bu yolun yolcusu nereye hangi azıkla gitmeli? Tasavvuf bize ne sunar? Hicret ve zikir nasıl anlaşılmalıdır? Orucun ve sabrın gerçek manası nedir? Duanın ve ibadetlerin ötelerdeki karşılığı nedir? Bu ve buna benzer sorulara verilen cevaplardan oluşmakta, bu hacimde küçük ama manada büyük eser. Şimdi sizleri Rasim Abi’nin kitabından derleyebildiğimiz, eşiğin ötesinden haber veren bir demet gülle baş başa bırakıyoruz. 

Bizde “At sahibine göre kişner.” demiş atalar. İşte tam da bu sözün farklı bir açılımını bir Çin bilgesi olan Han Yû’nun ağzından kendi kitabının ilk başlığı yapmış Üstat. “İyi at mı kalmadı, yoksa attan anlayan mı kalmadı?” Zor bir soru? Sahibine göre kişneyen atların da soyu bozulabilir elbette. Ama yine de asıl olan binici ise, bir gün o ortaya çıktığında at da vazifesini yapacaktır. İnsanın varlıkla imtihanı ve sorumluluğu küçük bir hikmete ve hikâyeye sığdırılmış. “Anlayana sivrisinek saz!” demiş atalar, at’a ne hacet! Merak edene hikâyenin tamamı, eşiğin mâverasından muştular sunan kitapta.

Yazar, “Duvarlar çok işe yarar” başlığı altında sınırların insan için aslında bir tehlike değil, bilakis imkân sunduğuna vurgu yapar. Evet insan sınırlıdır, tüm varlık, hatta sonsuz ifadelere kendisiyle ulaşmaya çalıştığımız dilleri oluşturan alfabe bile. Ama insan bununla sınırsız hikmetin avcısı olabilir. Kur’ân’da Allah’ın hurûf-u mukattaa ile meydan okuyuşu gibi haddini/hududunu bil(dir)me. Rabbim dilerse, insan da haddini bilir ve gayret ederse, kendine sonsuz hazinelerin kapıları aralanabilir. Hayreti olmayanın gayreti de yoktur. Kilit insandır. Onu açacak olan ise neyi nasıl okuyacağını bilmekle kaimdir. Eğer seni bir kan pıhtısından yaratan Rabbinin adıyla okursan, O sana bilmediğini öğretmez mi?

Üçüncü denemesinde “Din, bir hakikatin açıklayıcısı mı yoksa tebliğcisi olarak mı gelmiştir?” sorusuna ikinci şıkkını tercih ederek cevap verir. Bu elbette soruyu nasıl ele aldığımızla alakalı bir tercihtir. Yoksa dinin aynı zamanda beyan eden, açıklayıcı yönüne bir engel teşkil etmez. Dolayısıyla yazarımızın bu soruyla dikkatleri çekmeye çalıştığı konu, dinin tebliğ yönünün asıl olduğudur. Eğer din bu manada anlaşılmazsa, sadece bir açıklama ve üzerinde istenildiği gibi at koşturulan bir alana dönerse, sonuç vahim olur der Üstad. Bu sebeple de insanın, dinin aslı üzerinde hiçbir tasarruf yetkisinin olmadığını bilmesi gerekir. Dinden anlaşılması gereken, her şeyden önce getirilen mesajın mahiyeti ve gayesidir. Açıklama buna bağlı olarak anlam kazanır. Yoksa din, beşerî olana indirgenerek ilahî olma boyutundan mahrum kalır.

Diğer bir denemesine Üstad, “İslam kıskançtır” başlığını koymuş. İlk etapta kıskançlık canlı varlıklara has bir duygu olarak “bu da ne demek?” diyecek olanlar için ilginç bir tespit. Bununla birlikte aslında dikkat çekilmeye çalışılan şey, bu dinin sahibi olan Allah’ın kıskançlığı olarak anlaşılabilir. Bir nebevi hadisinde bize haber verdiği hakikat, Allah’tan alınarak onun dininin bir özelliği olarak vazedilmiş. (Buhârî, Nikâh107, Müslim, Tevbe 36) Yani bu din kuma kabul etmez. Herhangi farklı bir gayeyle din istismar edilemez. Hem Allah’a kul olurken, yani İslam’a/Allah’a teslim oluyormuş gibi yaparken, aynı zamanda başka ilahlara/putlara, menfaat ve planlara yer verilemez. İslam teslimiyetse ya tam teslim olunur ya da olunmaz, şartlı teslim bu dinde yoktur.

“Edep ve Millet” başlığı altında aslında siyasi liderliğin ne anlama geldiğinin altı çizilir. Üstad, Mahatma Gandi’den “İşte milletim! Mademki onların lideriyim, onlara ayak uydurmam lazım.” ifadesini ödünç alarak meramını anlatmaya çalışır. İslam’ın edep olduğu noktasından hareketle bir lider için en büyük edebin, yani kuralın her şeyden önce tebaasının salah ve menfaatini düşünmek olduğunu söyler. Bu prensibi de Hermes’in Firavun’a bir öğüdüyle açıklar. “Nûru ara! Bir hükümdar, ancak milletinin kalbindeki nûru görürse onu iyi idare edebilir.” Aranılacak adalet nûru, yani hakikat ancak toplumun ortak paydası olarak yine mâşeri vicdanda aranabilir. Zira mâkes bulduğu yer, toplumun yüreğidir. Birçok sahih kaynağın rivayet ettiği “Ümmetim dalalet üzere ittifak etmez.” meşhur hadisi de sanki bu bağlamda çok önemli bir hikmetin habercisidir. Ümmetin güvenilecek bir merci olduğuna işarettir.

Üstad, kitabın başka bir bölümünde yöneticilerin merhamet ve adaletli olmaları hakkında İbn Haldun’dan bir pasaj aktarır. Ona göre eğer yönetim, tebaasına merhamet ve adaletle yaklaşmazsa, bu toplumda yöneticilere karşı güvensizliğe sebebiyet verir. Kendi hakkını koruyabilmek için sahtekarlığa ve hatta düşman karşısında kendi liderlerini yüzüstü bırakmaya kadar götürebilir. Bunun sonucunun nereye varacağını İbn Haldun, “Devletin düzeni bozulur, nizam ve intizam ortadan kalkar.” sözleriyle vurgular. (s.36) İbn Haldun meşhur, “Adalet mülkün temelidir” vecizesine sanki merhamet şartını da ekler. Zaten adaletin gereği merhamet, merhametin gereği de adalet değil midir?

Yazarımıza göre, bir fikrin üzerinde tasarruf edilebilme hakkı ancak o fikirle yüzleşip ona sahip olmakla mümkündür. Bu meseleyi açıklamak için İslam tarihinin meşhur hadiselerinden Hallâc-ı Mansur’u misal getirir. Onun “Ene’l Hak” iddiasının ancak onun tecrübesine sahip olanlar tarafından anlaşılacağını söyler. Hatta bunu anlamadan söylemenin küfre kadar kişiyi götürebileceğinden bahseder. Tasavvufî tecrübenin ancak ehli için bir değer olduğunu, bu meydanda hüner sahibi olmayanların susmaları tavsiye edilir. İmam Gazâlî’nin de altını çizdiği gibi kendisi tecrübe etmemiş olanların bu hâl sahiplerini anlaması mümkün değildir. Zira tatmayan bilmez. Onlara düşen hüsn-ü zan ile susmaktır. Üstad’a göre, “Kimse kendinden olandan fazlasını veremez. Fakat insanın kendinde olan ancak onun tecrübesiyle kendine mal ettiğidir.” (s.39)

İslam düşüncesinde varlığı anlamanın yolu, insandan geçer. İnsan, hakikatin anahtarıdır. “Nefsini bilen Rabbini tanır” sözü de bu hakikati ifade eder. Üstad da tasavvufu ele aldığı makalesine “Anahtar” başlığını koyarak sırların sırrını çözebilmenin, varlığın hakikatine ermenin yolunu da böylece özetlemiş olur. Müslüman bireyin kavram kargaşası içerisinde yolunu bulmakta zorlandığını söyleyerek, ona düşeni kısaca, “İslam-dışı şartları İslam’ın terimlerine dönüştürmek değil, fakat bu şartları bertaraf ederek İslam’ı yeniden kendi hayatımda (ve sonuçta tüm toplum hayatında) yaşanır hale getirmektir.” sözleriyle manifestolaştırmıştır.

Tasavvufun hurafeleştirildiği ya da keramete indirgendiğine dikkat çekerek, şeriatla tasavvufun birbirlerinin mütemmim cüzleri olduğuna vurgu yapar Üstad. Ona göre ne şeriat tasavvufsuz ne de tasavvuf şeriatsız mümkün olabilir. Tasavvuf, Üstad’a göre “Müslümanın gündelik hayatının içinde kendiliğinden ifa edilen bir hayat tarzıdır.” Bu hayatın da olmazsa olmazı, “Kur’ân ve Sünnet’in tümü olan şeriattır”.

Üstad, şeriat-tasavvuf birlikteliğine tekrar tekrar vurgu yaptığı bu yazısını bitirirken tasavvufun zannedildiği gibi mistik yaşantıdan ibaret olmadığının altını şu cümlelerle çizer: “İslam’ın şartları, ancak amentünün şartlarıyla bir arada bulunduğunda kendi bütünlüğünü koruyabilir. Ruhsuz bir şeriat tek başına anlamsız olduğu gibi, şeriatsız bir mistik yaşantı (buna artık tasavvuf dememiz mümkün olmadığı için mistik yaşantı diyoruz) da anlamsız kalır.”

Rasim Abimizin tasavvufla şeriat arasında kurduğu bu ilişki aslında irfan yolunun büyüklerinin baştan beri İslam tarihi boyunca dillendirdikleri bir hakikattir. İmam Sarrac’yla, Kuşeyrî’siyle, Gazâlî ve İmam Rabbanî’siyle bu yolun büyük üstadları hep aynı hakikate vurgu yaparak, şeriatsız tasavvufun batıl olduğunu ilan etmişlerdir. Hayrettin Karaman Hocamız şifa niyetiyle kaleme aldığı kitabına “Tasavvuf Şeriatsız Olmaz” adını verirken aynı hakikati teyit etmektedir.

Dolayısıyla Kur’ân ve Sünnet köklerinden koparılmış şeriatsız bir tasavvuf anlayışının İslam’da yeri yoktur. İslam, zahir ve batın ile bir bütündür. Amentüsünden ve ibadetlerinden soyutlanmış bir İslam yok hükmündedir. İbadetlerin gayesi tasavvufun da kendine gaye edindiği “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak”tır. Müslümanlara düşen de Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış olan Allah Rasulü’nün yolundan gitmektir.

Bu bağlamda Peygambere ittiba etmenin nasıl bir sonuç vereceğini Üstad şu ifadelerle açıklar. “Sürekli Allah’ın Rasulünü anan kimse, onun yapıp etmelerini (sünneti) kendi hayatına geçirmeye başlar. Başka bir deyişle sünnetle “rabıta” kurar. Kendi hayatına Allah Resulü’nün sünnetini geçirmiş olan kimse, aynı zamanda O’nun ahlâkı ile de ahlâklanmış olur”.

Üstadın ele aldığı diğer bir kavram da “çile” kelimesidir. Tasavvufun da bir eğitim yöntemi olarak ele aldığı bu kavramı Üstad, insan özgürlüğünün de en önemli “edimi” olarak görür. Çile, haramlara “hayır” demenin diğer bir adıdır ona göre. Bunun bir üst mertebesinde “Yeterinden fazla olandan kaçmak” vardır. Çilenin en üst mertebesi ise “Allah’tan başka her şeyden vazgeçmek”tir. Bunu siz kulluğun mertebeleri veya zühdün mertebeleri olarak da anlayabilirsiniz. Hepsi sonuçta aynı kapıya çıkar. İnsan, eğitiminin bu çile mertebelerini aşmakla sağlanacağını ve bu yolla nefis tezkiyesinin gerçekleşeceğini söyler. Seyri Sulûk’unda gerçekleştiği emmâreden levvâmeye, oradan sırasıyla mülhime, mutmainne, râziye, merziyye ve en nihayetinde insan-ı kâmil mertebesi olan safiyye mertebesine, hep bu çile eğitimiyle ulaşılır. Artık kendi iradesi Allah’ın iradesinde yok olmuştur. Onun, artık Allah’ın talebinden ve muradından başka bir talebi yoktur. Vuslat gerçekleşmiş, mürid muradına ermiştir.

Üstad, diğer bir makalesine “İnsanı başka canlılardan ayıran özelliklerden biri de kendisinin ne olduğunu merak etmesidir.” tespitiyle başlar. “Ben kimim? Nereden geldim ve nereye gidiyorum?” soruları ancak bir insanın sorabileceği sorulardır. Bu da ona, seçme hürriyetinin verilmesi ile mümkün olmuştur. Yaradılışta Adem babamıza bir ağacın yasaklanması, beşerin hamuruna koyulmuş bu meyil sebebiyledir. Üstada göre insanda böyle bir meyil olmasa bu yasağın da bir anlamı kalmazdı. Nasıl ki bir melek veya başka bir varlık böyle bir emrin muhatabı değil, insan da eğer böyle bir zaafı olmasaydı böyle bir imtihanın muhatabı olmazdı. Dolayısıyla insan, bu yasak sayesinde özgürlüğünün farkına varabildi.

Bu konuyu Dostoyevski’nin “Tanrı yoksa her şey mubahtır” sözü ile irtibatlandırarak açıklar. Tanrı demek bu manada sınır koyan demektir. Allah da insana şeytan ve yasak ağaçla sınır koyar. İnsan kıyamete kadar da bunlarla imtihan olmaya devam edecektir. İnsanın yasak ağaca olan meyli, şeytanın iğvasını da anlamlı kılar. İnsan gerçek özgürlüğü, bu iğva ve meyile “hayır!” diyerek kazanır. Özgürlük aynı zamanda bir şeye gücü yettiği halde onu yapmama yetkinliğidir. Nefsin her arzusunu yerine getirmek hayvan derekesine inmek demektir. Gerçek özgürlük, nefsi ve arzularıyla bu ikilemde kaldığı zaman, Yaradan’ın sesine kulak verebilmektir.

Üstad, Allah’ın “ol!” emri ile dua arasında bir köprü kurar. Aslında kişi bütün kalbiyle Rabbine yöneldiğinde, kendi iradesini O’nun iradesine teslim ederek bir şeyin olmasını istemektedir. Bunu şu sözlerle açıklar: “Dua, aslında, kişinin olmasını istediği şeye “ol!” buyruğunu vermesi olarak tanımlanabilir.” Bunun da nasıllığını yine kendi dilinden dinleyelim: “Olay, deyim yerindeyse, kendi iradesini Allah’ın iradesiyle bütünleştirebilmenin eylemini dile getirir. Kendi iradesini Allah’ın iradesi içinde yitirmeyi veya Allah’ın iradesi içinde diriltmeyi tazammun eder.” İşte dua, aslında fenafillah olarak ifadesini bulan deruni tecrübenin ete kemiğe bürünmesidir.

Yunus Emre’nin “İsteyene ver sen onu (cenneti), bana seni gerek, seni” deyişinde de bu hakikatin izlerini sürer Üstad. Zira bu talebiyle Yunus, aslında kendi içerisinde cennetin de mündemiç olduğu daha büyük bir şeyi, Cemalullah’ı istemektedir. Yani cennetten daha fazlasına, daha büyük bir rahmete taliptir.

Üstad, insanın “kendi kendinin farkında olma bilincini” en önemli alameti fârikalarından biri olarak tespit ediyor. “Bu bilinç, onu başkalarından ayırmaya, onu başkaları nezdinde özgür kılmaya yol açtığı gibi, aynı bilinç onun başkalarına olan ihtiyacını da hâsıl ediyor.” Bu şuur hali onu diğer varlıklardan ayıran, bir taraftan özgür kılarken diğer taraftan da sosyalleştiren bir değer. Bu sosyalleşmenin karşılıksız, beklentisiz zirve noktasının adı ise İslam kardeşliğidir. Burada tadılan zevk sadece Allah için kardeş olduğunun farkına varmaktır. Buna asr-ı saadetten misal olarak da Peygamber efendimizle Hz. Ömer arasında geçen bir olayı şahit tutuyor. Umre yapmak için Peygamber Efendimizden destur almaya gelen Hz. Ömer, kendisi için hayatta her şeyden daha kıymetli olan şu iltifata mazhar oluyor: “Kardeşim duanda beni de unutma!” Efendimizin ahir zaman ümmetine “Kardeşlerim” dediğini hatırlayan bu fakir de kendimize bir pay çıkarmak suretiyle mutlu oluyor. Gelin birlikte mutlu olalım!

Oruçla sabır arasında da bir köprü kurulur. Zira sabır, sadece bir şeyi mecburen beklemenin adı değildir. Zira “sabır, bir tasarının gerçekleşmesi sadedinde ona tanınan mühletin adıdır”. Oruç tutan da bilinçli bir şekilde iftarı bekler. Bu sıradan bir aç kalma hadisesi değildir. Yiyebileceği halde Rabbin hatırını her şeyin üstünde tutarak, Yaradan’ın buyruğuna bilerek, isteyerek boyun eğmektir. Üstad, orucu bir yolculuk metaforuyla açıklar. Nasıl ki yolculuk sonunda karşılaşılacak olan öncekinden farklı bir durum ise oruçlunun da menzile vardığında artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Ne bıraktığı yer ve insanlar ne de oruç tutan artık yolculuk öncesindeki yolcudur. Açlıkla tokluk arasındaki yolculuk, aslında ölümle hayat bulma yolculuğudur. İnsan aç kalarak ruhen yeniden dirilir. Rabbine verdiği misakı yeniden yaşar bu yolculukla.

Hacı Bayram-ı Velî’nin “Bayramım imdi, Bayramım imdi/ Bayram ederler Yâr ile şimdi” ile başlayıp “Hamd-u senâlar, hamd-u senâlar/ Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm” diyerek vuslatı haber veren müjdesi, Üstadın söylemek istediklerine tercüman olur. Oruç böyle bir vuslat ile neticelenen kutlu bir seferin adıdır. Sonuçta her şeyden geçip “Yâr ile olmak”tır bütün bu beklemenin ve aç kalmanın sırrı.

Şeytan ile insanın imtihanı, en zorlu ve kadim olanıdır. Oysaki Kur’ân’ında haber verdiği üzere şeytanın hilesi sadece bir “fısıltı”dan başka nedir ki? Peki böyle zayıf bir hileye neden râm olur, yeryüzünün halifesi olarak yaratılmış insan. Adem babamız nasıl oldu da kendine esmâyı öğreten, tüm meleklerin önünde secde etmelerini emrederek kendini yücelten Rabbine ve onun açık uyarısına rağmen şeytana kanıverdi. Üstad buradaki sırrın, anlık gaflet olduğu kanaatindedir. İnsan, bir an için hırslarının ve benliğinin esiri olmaya görsün, gerisi çorap söküğü gibi gelir. İşte Peygamber Efendimizin buna karşı duası: “Allahım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar, hattâ ondan daha az bir zaman bile nefsimle baş başa bırakma!”. (Ebû Davud, Edeb 110) Zira her şey, bir göz açıp kapayıncaya kadar olup bitmiyor mu bu hayatta.

Hicret, küfrün tüm prangalarından kendini azat etmenin adıdır. İnsanın hayat kördüğümünde “Açmazın aşılmasıdır” hicret. Önce zihin dünyasında bu prangalardan kurtulmaya niyet edilir ve sonra bu niyetin gereği salih amel olarak ortaya konur. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” hakikatine yelken açmanın adıdır, hicret. Bu hicrete ve bu yolculuğa niyeti olmayanın şeytanın fısıltısına yem olmaktan kurtulma şansı Kur’ân’î tabirle “Deveyi iğne deliğinden geçirmek” kadar bile değildir.

Üstadın son bir tavsiyesiyle sözlerimizi hitama erdirelim. Üstad, insana su gibi olmayı tavsiye eder. Su olmak için sel ve tayfuna dönüşmüş olmama şartını ileri sürer. Yani insan “orta yolu” yol bellemelidir. Aksi takdirde hayat veren ab-ı hayat olma imkânı varken; can alan, ocak yıkan sel de olunur, tayfun da. “Ben nehir suyu olmayı öneriyorum, sel suyu olmayı değil!” sözleriyle bitirdiği yazısında Maruf-i Kerhi’ye ait bir alıntı nakleder. Biz de hitam-ı misk olsun diye onunla nokta koyalım bu çalışmamıza.

Maruf-i Kerhi bir müridine “Sakın ameli terk etme, seni ancak o amel Allah’ın rızasına götürür.” deyince, mürid de “o amel hangisidir?” diye sorar ve şu cevabı alır: “Hakkın emirlerine itaate devam etmek, Müslümanların işine koşmak ve onlara daima nasihatte bulunmaktır”.

Rabbim! Rasim Abimize ve bu yolun yolcusu olan tüm güzel insanlara sonsuz rahmetinle muamele et. Yazdıkları ve yaptıklarıyla ümmetin yeniden dirilişine vesile kıl. Devrettikleri İslam davasının onlar gibi hesapsız bir eri olabilmeyi bizlere de nasip et!