Özdenören, her devrin kendisine ait bir cahiliye döneminin olduğunu düşünür. Bu açıdan cahiliyeye isabet eden ve cahiliye zihniyetinden neşet eden kavramların kiminin tarihe gömülmesi, kimisinin değiştirilip dönüştürülmesi, dahası bu karanlığı bertaraf etmek için yeni ihya edici kavramlar meydana getirmenin son derece kıymetli olduğuna işaret eder.
Muhammed Enes KALA
Doç. Dr., Ankara Yıldırım Beyazıt Üni. İnsan ve Toplum Bilimleri Fak.

Rasim Özdenören, düşünürken düşündüren güzel insan. Onu dikkatlice okuyan, aklı Olimpos’ta gezdirirken, Hira’da teslim olmanın değerini ve güzelliğini idrak edişine gıpta eder. Mukallit olmaktan sakınıp, muhakkik olmanın önemine vurgu yapışına dikkat kesilir. Ona göre ezelî bir hikmet vardır ve bu hikmetin hürmetine zihni, coğrafya ve tarih bakımından bütüncüldür. Müslümanca var olmak derdiyle yazmış, dahası aklını, vicdanını, irade ve hissiyatını bütün insanlık tarihinden kopmadan konumlandırabilmeye gayret etmiş görünür. İbadetle hayatı, hayatla öte âlemi, mâsivâ ile mâverâyı kaynaştırmış ve birini diğeri için gerekli görmüş bir hayat nizamının müdafisidir. Rasim Özdenören, bir meydan okuyucudur. Ona göre İslam, çağdaş toplumların ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve sorunlarını çözebilecek yeterlilikte olan bir dindir. Çağımızda öne çıkarılabilecek en ciddi ve tek geçerli alternatiftir. Böylesi bir teklifi, meydan okuyuşla ileri süren ve bu teklifin tecessüm imkanlarını tüm zihnî yolculuğunda hatalarıyla birlikte aramaya çalışan bir şahsiyettir.
Özdenören’in yazarken bir gayesinin olduğu fark edilir. Gayesi, çağımızda Müslümanca düşünmek ve dahası yaşamaktır. Bu ikili birlik bize, nazarî ve amelî olan birlikteliğini sunan hikmeti hatırlatır. O halde hikmetle barışık birisidir. Moderniteyi eleştirir ama modern bir anlayışın İslam ile kurulabilecek irtibatını aramaktan da geri kalmaz. Özdenören için Müslümanca yaşamanın ilk ve en önemli şartı, Allah’a hakiki bir iman ve şartsız bir teslimiyettir. Bu teslimiyetin insanın karşısına çıkan olay ve durumlarda ona büyük bir üstünlük kazandıracağının farkındadır. Olaylar, durumlar ve şartlar Müslümanın karşısına kendisini dayatırcasına çıkarken inanan ve teslim olmuş bir Müslüman için her zaman artı bir seçenek ve tercihin saklı olduğunu, bu saklı oluşun basiret ve feraset ile saklı kaldığı yerden bir hazine gibi çıkarılacağına inanmıştır.
Gayeler üstündeki yegâne gaye ise onun için Allah rızasıdır. Onun haricindeki her şey, düşünülmemiş ve bu gayeye raptolunmuş tabiî sonuç olarak değerlendirilir. Mesela ona göre; bir Müslümanın hakikî gayesi daha fazla gelir elde etmek, toplam gelirin adil dağılımını sağlamak, insanlar arasında barışı, sükunu, kardeşliği tesis etmek değildir. Bu sonuçlar silsilesi ancak İslamî bir hayat sürdürme gayesi güdülürse, bu gayenin doğal sonuçları olarak tecelli edebilir. O halde tüm insanî ve vicdanî talepler Allah rızasının gaye edinilmesine bağlı olarak gerçekleşen hadiseler olarak karşımıza çıkar, tersi değil.
Ona göre Müslüman şikâyet etmemeli, kendi hikayesini inşa etmelidir. Bunu ise ancak Müslümanca düşünüp, Müslümanca amel ederek gerçekleştirebilir. Bir Müslüman, dinini sınamayı değil, dini vasıtasıyla kendini Müslüman olarak gerçekleştirmeyi hedeflemelidir. Kendisine sunulan tüm reçetelerin farkında olmalı ama kendi reçetesini hazır olarak verilen reçetelere indirgemeden, dahası onlardan istifade ederek kendi başına hazırlayabilmelidir. Bunun başat faktörü ise kendine mahsus kelimeler yardımıyla Müslümanca düşünmesini öğrenmek ve bu çerçevede bir Müslüman zihniyeti inşa edebilmektir.
Zihniyetin kendisiyle inşa olunabileceği araçlar ise kavramlardır. Bunun tersi de mümkündür. Kavramlar zihniyeti, zihniyet ise kavramları şekillendirir. Zira kavramlar bir düşünce biçiminin ifadesidir. Her düşünce biçimi kendi kavramlarını meydana getirir ve kendisi de esasında onlar sayesinde var olur. Bu bakımdan kavramın kime ait olduğu, hangi zihniyet tarafından meydana getirildiği ve hangi zihniyeti taşıdığı konuları Özdenören için önem arz eder. Kelimelerin de kavramları taşıyan yapılar olduğunu düşündüğümüzde kavramlar kadar kelimelerin de ehemmiyeti haiz olduğu fark edilebilir.
Özdenören, her devrin kendisine ait bir cahiliye döneminin olduğunu düşünür. Bu açıdan cahiliyeye isabet eden ve cahiliye zihniyetinden neşet eden kavramların kiminin tarihe gömülmesi, kimisinin değiştirilip dönüştürülmesi, dahası bu karanlığı bertaraf etmek için yeni ihya edici kavramlar meydana getirmenin son derece kıymetli olduğuna işaret eder. Bunun yolu ise berrak, ihya ve inşa edici bir Müslüman zihniyetine sahip olabilmekten geçecektir.
Müslüman zihinlerin modernleşme ideolojisi (bireyleşme, sekülerleşme ve batılılaşma) tarafından istila altında olduğu, böylece zihinlerin bulanıklaştığı, inançların sarsıldığı, dilin yaralandığı, kavramların iğdiş edildiğinden söz açılabilir. Bununla birlikte çatışık bir varlık ve bilgi anlayışından mülhem bölmeli bir kafa sorunundan, dünya ve ahiretin ya birbirine rakip olarak görülmesi ya da birbirine indirgenme meselesinden ve çaresiz kalmakta olan bir insan trajedisinden de bahsedilebilir.

Özdenören’e göre bugün karşımızda iki tercih bulunmaktadır. Ya cari bulunan “modernite-bağımlı-bilimsel zihniyeti” esas kabul edip, dine ve hayata bakacağız ya da dinin Müslümana kazandırdığı zihniyetle bilime, fenne, ahlâka dahası hayata dair her şeye bakacağız. Özdenören’in tercihi bu bakımdan nettir. Burada böylesi bir tercihin bize neler kazandırabileceğine bakmayı deneyebiliriz. En azından böylesi bir tercih, tarafı olmayacağımız meselelerde bir taraf tutmak zorunda olmadığımızı bize gösterebilir. Mesela ona göre laiklik kavramı böylesi bir zeminde ele alınabilir. Özdenören, laikliği, din ile devletin ayrışması olarak değil, kilise otoritesi ile devlet otoritesi arasındaki ayrışmanın ve bu iki otoritenin birbirine karışmayacağının akdi olarak görür. Zira laiklik kelimesinin kendisinden türetildiği “laikos” kelimesi mana olarak ruhban (klerikos) sınıfına ait olmayan için kullanılan bir kelimedir. Dolayısıyla kilisesi ve dahi ruhban sınıfı olmayan bir toplumda laikliğin ikamesi, olmayan sorununun sahiplenilmesi olarak anlaşılabilir. Adaletin hâkim olduğu Müslüman bir toplumda azınlıkların haklarının; farklı inanç ve mezheplerin adalet ilkesi mucibince var oluşma haklarının toplum maslahatını göz ardı etmeden muhafaza edilmesi gerekliliği “laiklik”e uygun olduğu için değil, İslamî öğretiye muvafık olduğu için kıymet arz eder. Başka açıdan akıl ve inancın çatışması sorunu da bize ait olmayan, Hristiyanlık teolojisinin meselesi olarak görülebilir. Yüzlerce yıl süren Batı Ortaçağı’nda ilk önce akıl ve inanç ortak bir kümede anlaşılmış, daha sonra akıl ve inanç kümeleri ortak bir kesişim kümesi olmak üzere birbirinden ayrılmaya başlamış, nihayetinde Duns Scotus ve Ockhamlı William gibi filozofların da katkısıyla tamamen birbirinden yalıtılmış ve birbirine karışmaması gereken iki mecra olarak görülmüştür. Böylesi bir serüvenin özünde akıl ve Hristiyanlık inancının birbiriyle uyumlu olmaması, aklın dini dogmayla taciz edilmesi durumu vardır. Oysaki İslam inancı aklı taciz etmez ama aciz duruma düşürebilir. Zira İslam inancında akla aykırı olan değil, aklı aşan önermeler söz konusudur. O halde akıl ve inanç çatışması da esasında bizim değil, Batı dünyasının meselesi olarak görülmelidir.
Modernite-bağımlı-bilimsel bilgi dogmaya karşıdır, her şeyi çözüp halledeceğini vazeder ama karşılığında kendisini dogmalaştırır ve insanı çözümsüzlük dehlizinde bırakır. Bilim önemlidir ama yek ve tek geçerli insanî faaliyet sahası da değildir. Kendisini dogmalaştıran ve ilahlaştıran bilim anlayışının arkasında ise rasyonalizmin ve pozitivizmin var olduğu ifade edilebilir. Bu iki yaklaşıma daha yakından bakmak için önce akıl kavramına yönelebiliriz. Her şeyden önce Batı zihniyetinin kavrama yüklediği anlam ile Müslüman zihniyetinin yüklediği anlam, farklıdır. Batı’da bilginin kaynağı akıl olarak, Müslüman içinse vahye tâbi olan, olguyu idrak edebilen ve hakikati gerçekliğe indirgemeyen akıl olarak görülür. İslam akla çok büyük ehemmiyet verir, ancak onun sınırlılıklarına dikkatle işaret eder. İslamî yaklaşımda aklı aşan şeylerden söz edilebilir fakat akla aykırı olan şeylerden söz edilemez.
Özdenören, Kafa Karıştıran Kelimeler adlı eserinde şunları ifade eder:
“Mantıkçı:
— Bütün kediler fanidir, Sokrat da fani idi, öyleyse Sokrat kedidir.
— Evet, mantıken öyle olması gerekiyor, diye cevap verir Mantıkçının muhatabı, biraz düşündükten sonra ekler: Evet doğru, mantıken kedidir Sokrat, nitekim komşumun Sokrat isminde bir kedisi vardı, der.
Ionesco’nun Gergedan isimli piyesinde geçen bu pasaj akli (veya mantıkî) olanla «doğru» olanı, çok güzel anlatıyor. Aklî olan her şey, aynı zamanda doğru değil demek. Aklî olanın, aynı zamanda doğru olabilmesi için, önermelerin de doğru olması gerekiyor. Mantık veya akıl, tıpkı bir âlet gibi, dokuduğu ürünün bilincinde olmaksızın kendine verilen malzeme ile (bu malzemenin kalitesine göre) ürün hasıl eder.”
Burada karşımıza bir husus çıkar. Bir şeyi saf mantıkî olana indirgeme, insanı olgudan ve dolayısıyla gerçekten uzaklaştırır; sırf olguya indirgemek ise insanı mantıkî olana açılabilecek ve onu da aşabilecek aşkın imkanlar manzumesinden, dolayısıyla hakikatten uzaklaştırabilir. İnsan için hayatı anlamlandırabilecek ve onu hakikat yolunda diri tutabilecek duyu, akıl ve vahiy üçlüsü, birbirine rakip değil, refik olabilmelidir. Nihayetinde Özdenören devam eder: “Öyleyse «doğru olan»ın tesbiti için akla başvurmak veya aklın verileriyle yetinmek tatmin edici olmuyor. Önermelerin mutlak halde doğru olup olmadığını tesbit edecek kaynak aklın dışındadır. Bu kaynak «vahiy»dir. Kendi doğrularının «nisbi» olduğunu kabul eden akıl, «mutlak» doğrulara muhtaç olduğunu da hisseder. Ve kendini cerhetmeden bu doğruyu reddedemez.” İslam’ın hükümlerinin akla uygun düşmesi, İslam’ın sürekli düşünmeye ve akletmeye vurgu yapması, Müslümanları bunlara davet etmesiyle İslâm’ın akılcı ve rasyonalist bir din olması arasındaki fark ayırt edilebilmelidir. Zira rasyonalizm, Batı’da, Hristiyan dogmatizmine karşı kullanılan bir çerçevedir. Bu çerçevelerden birisi de pozitivizmdir. İslam’ın dünyayı önemsemesi, eşyada aslolan şeyin ibaha olduğunun altını çizmesi, her var olanı Allah’ın ayeti olarak görüp, onlar üzerinde insanı akletmeye davet etmesi de İslam’ın olguyla muvafık olduğunu ama pozitivist bir anlayışa indirgenemeyeceğini gösterir.
Rasim Özdenören, Kuyu hikayesinde kahramanı Yusuf’un zihninde şu duygu ve düşünceleri dolandırır. “İçin için inandığı şeyse şuydu: mantığı boş ver, mantık her zaman içinden çıkılacak yolda rehber olmayabilir, mantıksız değil, mantığa rağmen değil, ama mantığın üstünde kalan bir düşünme biçimini denemeli ve açmazı aşmanın üstesinden gelmelidir! O, şu anda bir kuyuda bulunuyor ama gömleği kardeşleri tarafından soyulmuş değil; o, bir kuyuya düşmüş bulunuyor ama bunun sorumluluğunu yükleyebileceği bir kardeşleri var değil; o, bir kuyuya düşmüş bulunuyor ama kuyudan çıkınca yolunun düşeceği yönün Mısır olup olmayacağı, Mısır’da maliye nazırı olup olmayacağı belli değil. Bir Züleyha’sı var mı, belli değil.”
Hayatı, tabiatı; kör, katı, yobaz nasları içinde değişmezliğe mahkûm eden keşişler ile özü itibarıyla akla mukavemet gösteren bir dinî inanış kuşkusuz din karşıtlığına dönük bir hareketin başlatıcısı olabilir. Bu pencereden bakınca insana ve hayata uzanan tüm yolların kiliseden geçmesi gerektiğine inanan tahakküm, insanda aklı; tabiatta ise eşyayı merkezine alarak kilise üzerinden dinin canına okumaya yeltenmiş görünür. Rasyonalizmi insanda olanın, pozitivizmi ise tabiatta olanın adeta kilise gibi her şeyi tüketen bir merkeze konma arayışı olarak anlarsak, karşımıza tam da kilisenin hilafına akıldan ve deneyden başka hakikat yoktur yaklaşımı çıkacaktır. Zaten bunların arkasından doğan modernite hakikatin elenmesi, modernitenin ardından görünen post-modernite ise gerçekliğin buharlaşması değil midir?
Rasyonalizm ve pozitivizm sacayakları üzerine bina olan modern bilim paradigmasına yöneltilen eleştirilerden, bu bilim zihniyetinden peyda olmuş teknoloji de payını alır. Öncelikle böylesi bir teknoloji, tahakküm aracı olarak kendisini izhar eder, insana karşı insanı aciz bırakır, tabiatı ise taciz eder. Teknik ve teknoloji kuşkusuz gereklidir yalnız onun ulvî amaçlar için araç pozisyonunda dengeye kavuşturulması gerekir. Bu denge pozisyonunun ön şartını ise Özdenören, Müslüman zihniyetinin inşası olarak görür. Kötülüğün eşyadan değil, fakat eşyanın emri altına girmekten olduğunu bilmek gerekir. Bundan ötürü eşyayı kendi emrinin altında tutmanın yolunu arar Özdenören. O halde karşımıza bir soru çıkar. Kulluğun niteliğini ve kıvamını artırmak mıdır aslolan, yoksa teknolojiye veya teknolojiyle üretilene kulluk yapmak mıdır? Hürriyet bahsini açarak bu soruya cevap verebilmek mümkün görünür.
Hürriyet, başıboşluk değildir. Hür insan ise dilediğini, dilediği biçimde gerçekleştirebilen kişi değildir. Özdenören, insan ve hürriyet arasında nitelikli bir bağ kurmaya çalışır. Hürriyet, başkası tarafından engellenmeme hali olduğu kadar, kişinin kendisine hakimiyetiyle de alakalıdır. Bir kimse, bir şeyin gerçekleşmesini, olmasını veya bir şeye sahip kılınmasını istiyorsa, o şeye ilgi veya ihtiyaç duyuyor demektir. Bunun için ilgi veya ihtiyaç duyduğu şeye sahip olamadıkça kendisinde birtakım eksiklikler hissetmektedir. Yoksunluk onun canını yakmaktadır. O halde kişinin, ilgisi veya ihtiyaç duyduğu şey tarafından yönlendirilmekte olduğu bir boyut karşımıza çıkar. Özellikle Özdenören burada nefsanîliğe dikkat çeker. Nefsanîliğe bulaşmış her dilek, ona bulaşmışlığı ölçüsünde, onsuz yapamayan sahibi üstünde bir egemenlik kurmuştur. Tam da burada gerçek anlamda hür olabilmek için kişinin kendisine, ilgisine ve ihtiyaçlarına hakimiyeti devreye girer. Temel soru kişinin onlarsız yapıp yapamayacağıdır. Bu bakımdan hür olmak isteyen insan, Özdenören’e göre, hürriyetin hakikatini idrak etmedikçe ve buna teslim olmadıkça, neye karşı hür olmak istiyorsa, aslında ona köle olmaktan başka bir şey yapamamakta ve kurtulmak istediği «şey»e karşı tasmasını kendi eliyle boynuna geçirebilmektedir. Kimi zaman hakikatin yerine koyduğu bilimsel bilginin, kimi zaman bu bilgiden neşet eden teknolojinin ve teknolojiyle üretilmiş eşyanın müstağni olamayan kölesi haline gelebilmektedir. Aynı şey kuşkusuz zihin için de söylenebilir yani zihin, başka pencerelere kör ve sağır kaldıkça başka seçenek yokmuşçasına rasyonalizmin ve pozitivizmin kölesi olabilir.
Rasim Özdenören, burada bir çareye işaret eder. Ona göre hürriyetin hakikatine biraz daha yaklaşırsak, onu yalnız ve yalnız Allah’a teslim olmak diye değerlendirebiliriz. Zira Allah’a teslim olmanın sırrını elinde tutan, başka hiçbir şeye teslim olmaz, O’na karşı hürriyet ilânına kalkışansa, bu kalkışmayı yaptığı anda her şeye karşı köle haline gelir. Aksini düşünene ise bir soru sorarak yanıt verir. “İnsanın, her şeye karşı özgürlüğünü ilân ve elde ettiğini düşünsek bile, bu kez, özgürlüğüne karşı özgürlük ilân edebilme gücünü gösterebilir mi?” Hürriyet karşısında hürriyet istenci, ölüme ölümle karşı çıkmaya benzer. O halde hürriyet, Özdenören için Allah’a ve Resulünden başka her şeye karşı mücerret bir istiğna halidir. Bu hal ancak ona göre Allah’a teslimiyetle mümkün olabilir.
Puta tapıcılık şekilleri bugün de elimizden hakiki hürriyetimizi alabilmektedir. İnsanı hakikate karşı körleştiren ve sağırlaştıran cinsten rasyonalizm, pozitivizm, bilimcilik gibi böylesi putlar olarak insandan, kendine tebaa olmasını talep etmektedir. Olguya değer vermek ve aklı kullanmak, bilimden istifade etmek başka, onlara teslim olmak bambaşkadır. Olguya teslim olan insan, olgu ötesinden; akla teslim olan aklı aşan hakikatten ve bilime teslim olan bilim dışı insanî faaliyetlerden mahrum kalarak hürriyet alanının istilasına maruz kalır. Hikmetin bir tür mekânı, olgu ve akıl olabilir ama hikmet bu ikisinden herhangi birisine indirgenemez. Müslüman hikmetin aklı aşan tarafa da ait olduğunu ve onun bu itibarla esaslı kaynağının vahiy olduğuna iman eder. Böylesi bir imanla Müslüman zihniyetini inşa eder ve hayata ölüm gelene kadar bu zihniyetin pencerelerinden ahenk ve kıvam üzere bakar. Müslüman için ölüm yaşamın zıddı olabilir ama ölüm, hayata dahildir. Gelen her ölümse bize iki şeyi hatırlatır. İlki dünyanın şimdilik bize kaldığı, diğeriyse dünyanın hiçbir zaman bize kalmayacağıdır. İlki gerçek, diğeri hem gerçek hem de hakikattir. Rasim Özdenören, yaşam ve ölüm arasında bıraktıklarıyla bizi gerçeklikten haberdar ederken onu aşan hakikate karşı bize hassasiyet kazandırmaya çalışmıştır. Rahmet ola.