Rasim Özdenören’le Nuri Pakdil Üzerine Söyleşi

7 Haziran 2022 Salı akşamı, Rasim Abi’nin Sayın Eşi Ayşe Abla’yı arayarak ziyarete gelmek istediğimi söyledim. “Şimdi uyuyor ama siz gelinceye kadar uyanır.” dedi. Gittiğimde uyanmıştı. Evin salonundaki her zamanki koltuğuna oturdu ve her zamanki hoş üslubuyla konuşmaya başladı. Epeyce bir süre sohbet ettikten sonra; “Abi, biraz Maraş günlerinizi, öğrencilik yıllarınızı konuşabilir miyiz?” diye sordum. “Memnuniyetle.” dedi. Telefonumdan ses kaydını başlattım ve hemen her konuda karşılıklı söyleşmeye başladık. Yaklaşık iki buçuk saatlik bir kayıt oluştu. Konuştuğumuz her şeyi, olduğu gibi yayınlamak kuşkusuz mümkün değildi. Bu konuşmanın özellikle Maraş, öğrencilik ve gençlik arkadaşlarıyla ilgili kısımları Yitiksöz dergisinde yayımlandı.

Ben, zaman zaman Rasim Abi’yle bir araya gelmelerimizde, Rasim Abi ile Nuri Abi’nin bir araya gelmelerinde gelişen konuşmaları, anekdotları, anlatılanları ses kaydı olarak alıyordum zaten. Bir gün, bazı konuların kendi seslerinden kaydı önemli bir belge olacaktır diye de düşünüyordum. Bu ses kaydı da, Rahmetli Rasim Abi’nin son ses kaydıdır belki de. Bu kayıtlarda yer alan Nuri Pakdil ile yaşadığı bazı anekdotları da İnsicam dergisinde yayımlamayı uygun buldum.

Söyleşi: Necip EVLİCE

Edebiyat dergisinden ayrıldıktan sonra Nuri Pakdil Abi’yle karşılaşmanız, görüşmeniz oldu mu?

Mavera’nın Ankara’da yayımlandığı yıllarda pek karşılaşmıyorduk ama ortak dostlarımızdan haberlerini her zaman alıyorduk. Planlama teşkilatındayken, planlamadan Bakanlıklara doğru giden bir cadde var. Adı neydi?

– Milli Savunma Bakanlığının önündeki cadde, Yahya Galip Caddesi.

– Evet o caddede bir iki defa Nuri Ağabey ile karşılaştık. Edebiyat dergisini kapattığı yıllar olması lazım. Ben planlamaya doğru gidiyorum, o da bakanlık postanesinde işlerini görmüş Bakanlıklara doğru geliyor. Bir haftanın içinde bir iki defa karşılaştık. Saat 11.00 gibi. Ben de geç gidiyorum daireye. Nuri Ağabey’in üstü başı perişan, doğru dürüst pantolonu yok, ayakkabı yok filan. En son gördüğümde de ayakkabısının altı da çıkmış görünüyor yani haricen de. Yani yürekler acısı bir şey. Nuri Ağabey’e herhangi bir para mara teklif etsen kabul etmez. Beşir Atalay’ın amcazadesi var İbrahim Atalay ile karşılaştık o günlerde. “İbrahim, yahu Nuri Ağabey ile karşılaştık, üst baş perişan, ayakkabısı yok, pantolonu öyle eski püskü, boru gibi bir pantolon olmuş günlerdir haftalardır giymekten. Velhasılı kelam ben buna el koyacak olsam şahsım itibariyle Nuri Ağabey razı olmaz. Senin Nuri Ağabey’le yakın irtibatın var, görüşüyorsun. Bu parayı al Nuri Ağabey’in elbisesini, pantolonunu, ayakkabısını her neye ihtiyacı varsa hallet. Bu yetmezse yine gelirsin takviye ederiz.” dedim. Üstünü başını düzeltti mi düzeltmedi mi bilemiyorum. Ondan sonra o yolda pek rastlaşmadık Nuri Ağabey’le.

– Ben hatırlıyorum o dönemi, o dönem Gül Giyim vardı Ulus’ta. Bir biçimde götürdüler, oradan üstünü başını değiştirdiler. Yeni kıyafetler aldılar. O kıyafetleri uzun süre giydi. Çünkü Nuri Pakdil, Edebiyat kapandıktan sonra, adeta açlığa mahkûm edilmişti. Hiçbir düzenli geliri olmayan, para biriktirmeyen bir insan, Edebiyat Dergisi Yayınları’ndan çıkan kitapları ve dergileri dağıtınca tam anlamıyla yoksullaşmaktan başka bir şey yapamazdı zaten.

-Bu olaydan epey sonra gene bir daha karşılaştık. Gene böyle üstünde başında doğru dürüst bir şey yoktu. Yine Bakanlıklar postanesinden geliyordu. Ben doğrudan doğruya Nuri Abi’yle muhatap olsam, her ne hikmetse kabul etmeyeceği izlenimi var. Kendi kendime dedim ki, Nuri Abi’ye ben burada bir yer ayarlayayım, zor olmasına rağmen planlamada. Zorluğu da şurada: Yusuf (Bozkurt Özal) Bey, Personel Değerlendirme Komisyonu diye bir komisyon kurmuş. Planlamanın ister eski elemanı olsun, isterse sıfırdan müracaat edenler olsun o komisyonun sınavından geçiyor. Komisyon da müşterek bir toplantı yapmıyor, herkesin kendine göre işte işi gücü var, ben de dâhil olmak üzere. O komisyonda ben de varım, belki de başkanı da benim. Yahut da başkansız çalışıyoruz bilemiyorum şimdi. Nuri Ağabey’i dedim komisyondan geçirmek lazım ama Nuri Ağabey’i öyle komisyona göstermek falan akıl kârı değil. Ona kendisi de gelmek istemez, benim de gönlüm razı olmaz. Böyle birtakım abuk sabuk adamların önünde Nuri Ağabey’i imtihan yapıyormuş gibi. Ama işte yine İbrahim Atalay’la irtibat kurduk. Ben dedim bunun ortamını hazırlayayım, Nuri Pakdil’i alalım. Evrakını falan hazırladım, ben de genel sekreter veya genel sekreter yardımcısıyım. Öbürlerinin de, yani diğer komisyon üyelerinin de rızasını aldık. Atama yazısını bizzat kendim yazıp daktiloya çektim, kimse görmesin diye. Yusuf Bey’e götürdüm, rahmetli Yusuf Özal’a. Tam imzalayacakken, nerden nasıl bitti bilemedim İmdat Akmermer denen adam peydahlandı. Yusuf Bey tam imzalayacak. “Aman efendim” dedi, fiilen elini tuttu, kalemini tuttu. “Bu adam, bu Nuri Pakdil çok tehlikeli, çok radikal bir adam.” O da elini çekti, durakladı. İmdat denen adam, anında oradan kayboldu gitti. Ben de Yusuf Bey’e dedim ki: “Tehlikesi falan yok kendi kendine gelin güvey oluyor. Nuri Pakdil’i sevmeyebilir, hepimizin seveni sevmeyeni var. Kim bilir nasıl bir kılçığı var ki öyle bir şey söyledi.” Yusuf Bey de beni ikna etmek, onun da hatırını kırmamak için “Bir süre daha bekletelim.” dedi. İmdat Akmermer de kendisinin yardımcısı olarak çalışıyor. Öylece bu girişimimizi engelledi. Oraya getirene kadar benim alnımın damarı çatlamış. Nuri Pakdil’i bir sürü abuk sabuk adamların önünden geçirmek ne mümkün! Hani sıradan birisi olabilir. Ne bileyim Molla Ahmet Sağtekin’i o kuruldan geçirirsin. Bilemiyorum yani herhangi bir adamı o kuruldan geçirebilirsin. Ama Nuri Pakdil gibi zaten orada hizmeti olan, zaten yani toplumda, edebiyat dünyasında, sosyal hayatta belli bir yeri olan, belli bir kariyeri olan bir adamı o kurulun önüne getirmeye insanın ne vicdanı razı olur, ne de gönlü. Yani hiçbir şekilde razı olunabilecek bir şey değil.

– Rivayet odur ki; siz bu çalışmaları yapıp bir yetkiliyle Nuri Abi’yi müsteşara göndermişsiniz ya da müsteşar Nuri Abi’yi görmek istemiş. O yetkili, Nuri Abi’yi müsteşara şöyle tanıtmış: “Efendim, Rasim Beylerin grubundan Nuri Pakdil Bey.” Bunun üzerine Nuri Abi yerinden fırlamış ve “Ben kimsenin grubundan değilim. Ben tek kişilik bir grubum.” demiş ve orayı terk etmiş.

– Ben hatırlamıyorum ama rivayet varsa benzer bir şey olmuştur. Nuri Ağabey’de de böyle bir şeyi yapma potansiyeli fazlasıyla vardır. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra velhasıl Nuri Ağabey’in o pozisyonunu her şeye rağmen öteki adamların da ağzından girip burnundan çıkmak suretiyle, Yusuf Bey’i de ikna etmişiz, bunu komisyondan geçirilmiş gibi davranalım diye. O da şundan dolayı o komisyonu kurdu.  Önüne gelen, “Yusuf Bey, Necip Evlice bizim yakınımızdır, onu al.” yahut Necip Evlice diyor ki işte “Rasim bizim yakınımızdır, onu al.” O da bunu önlemek için bir Personel Değerlendirme Komisyonu diye bir şey kurdu. Böyle söyleyenlere, “Tamam, gönderin evrakları personel değerlendirmeye, değerlendirmeden sonra bize gelirse gereğini yaparız.” diyor. O komisyonu kurması da kendisinin tabii doğrudan tayin yapmasına bir engel değil. Kendisine bir paravan, silah. Zaten almak istediğini ne personele gönderme ihtiyacı var, hiçbir şekilde bağlayıcı bir tarafı yok. Biz de biliyoruz onu, kendi de biliyor, herkesin de bilmesi lazım. Velhasılı kelam uzatmayalım Nuri Ağabey’i o Personel Değerlendirme Komisyonu’ndan geçmiş gibi göstermek suretiyle Yusuf Özal’a da söylemişiz, onun zaten burada şu kadar hizmeti var. O da “Tamam getirin imzalayayım.” dedi. Nuri Pakdil iyi kötü eseriyle, etrafında yetiştirdiği adamlarla, memlekete de insanlığa da faydalı olmuş, ömür boyu da faydası devam edecek, öyle bir adam. O şekilde Nuri Ağabey’i tekrar aldık, iyi ki de almışız.

– Evet tabii.

– Emekli olduktan sonra iyi kötü evinin kirasını verebiliyorsa, iyi kötü bir ekmek geliyorsa, o şeyle, emekli maaşıyla.

– Tabii tabii o çok önemli bir imkândı. Yani o olmasa hangimiz onun üstesinden gelebilirdik, nasıl geçinecekti? Gerçekten açlığa mahkûm olmuş bir insan olabilirdi.

– O iş olmasaydı, on kişi bir araya geleceğiz de, her birimiz şu kadar vereceğiz de, bunu her ay yapacağız da.

– O bile süreklilik arz etmeyebilirdi.

– Hadi diyelim ki birisi organize etti, ben diyelim ki veya sen işi üstlendin. On kişiden parayı topladık. Her ay işte şu kadar para vereceksin diye. Bir ay, iki ay, üç ay gider, dördüncü ay herkes tırsar. O parayı toplayacak adam da tırsar. Asla yürümezdi.

– O çok önemli bir şey olmuş o dönemde, iyi ki olmuş. Allah razı olsun. Yani çok önemli bir şey. Çünkü ben onu gördüm. 1996’da eve çıktıktan sonraki süreçte evin en azından asgari masraflarını ve birtakım şeyleri karşılıyordu. Sonraki dönemde şartlar daha da ağırlaşınca yardımcı vesaire binince biz de tamam, kitapları falan epey bir şey oldu ondan sonra artık aramıyorduk. Nuri Ağabey’in emekli maaşı gelse de gelmese de sürdürebiliyorduk. Bir dönem öyleydi, canlanmıştı, 2000’li yıllarda. Ama o aradaki dönem çok önemli bir şey. Hatta o kurumda çalışırken de aldığı maaşla devam etmesi önemli bir şeydi. Çünkü Ankara gibi bir yerde ne yapacaksınız? Başka hiçbir geliriniz yok.

Nuri Ağabey’i öyle gördüğümde yürekler acısıydı. Ayakkabısı, Maraş’ta çirpene derler, ne üstü ayakkabı ne altı ayakkabı. Üstüyle altı arası, tabanı arası yarık. Oradan dikişlerin arasından Nuri Ağabey’in ayağı görünüyor, öyle yürekler acısı. O sahneyi hiç unutamam.

– Peki karşılaşıp konuşmanız hiç olmadı mı?

DPT’de işe başladıktan epey bir süre sonra, Savunma Bakanlığı’nın önündeki caddede karşılaştık, aynı kaldırımdaydık. Uzaktan beni fark etti ve görmezlikten geldi, karşı kaldırıma geçti. Ben de karşı kaldırıma geçtim. O tekrar öbür kaldırıma geçmek isterken önüne geçtim. Velhasılı kelam yüz yüze geldik. Benden kurtulamayacağını anlayınca durdu. Selam verdim, selamımı alıncaya kadar da yürümesine müsaade etmedim. “Merhaba, nereye gidiyorsun Abi?” dedim. O da: “Cehennemin dibine gidiyorum.” dedi. “Ben de oraya gidiyorum beraber gidelim.” dedim. Ters istikamette yürüyorduk. Ben daire tarafına gidiyordum, o da bulvara doğru gidiyordu. Ona katıldım, daireyi artık asacağım. Bulvarda, yolun kenarına geldik, karşıya geçeceğiz ve bir yerlere gideceğiz, önümüzde trafik de işliyor. Arabaların kesilmesini epeyce bekledik, kesilmedi. O arada sordum ben “Nereye gidelim Abi” dedim. “Cehennemin dibine gidelim” dedi yine. “Cehennemin dibi karşıda.” dedim. Karşıda Bulvar Palas Oteli vardı. Trafik kesilince karşıya geçip oraya gittik, çayımızı kahvemizi içtik. Çok eskilerden beri giderdik bu otele kahve içmeye. Epeyce de konuştuk. Bu arada Salah Birsel’in bir kitabının yeni baskısı çıkmış. “Günlük” diye bir kitabı vardı. Ta ellili yıllarda çıkardığı bir kitap, altmış yetmiş sayfalık bir kitaptı. O kitap “Nuri Pakdil’i Çeltik Palas’ta beni beklerken buldum.” cümlesiyle bitiyordu. Yeni baskısı yapılmış, kalınlaşmış kitap, ondan sonraki günlüklerini de almış. Nuri Pakdil’le ilgili cümleye de dokunmamış, aynen duruyordu. Kitaptan söz açılınca “Salah Birsel’le hiç karşılaştınız mı?” dedim. Her sorumuzun cevabını da cımbızla alıyoruz ağzından. “Karşılaştık” dedi. “Nerede karşılaştınız?” dedim. “İstanbul’da. Bağdat Caddesi’nde.” “Ne yaptınız, nasıl oldu?” dedim. “İşte, o beni gördü, bana doğru geliyordu. Beni görünce beni görmezlikten geldi, kenara çekildi. Ben de onu görmezden geldim, öbür kenara çekildim. O öyle gitti, ben böyle gittim.” Velhasılı kelam kısa kısa cevap veriyor. Evet, hayır kabilinden ben de sor sor, soracak bir şey kalmadı. Artık öyle karşılıklı bekleşiyoruz. “Oturum bitmiştir değil mi bayım?” dedi, ayağa kalktı. Ayrıldık.

– 24 Eylül 2011’de Fatih Kitabevi’ndeki karşılaşmadan önce karşılaşıp konuşmanız olmadı mı hiç?

– Bir keresinde de Zafer Çarşısı’nın önünde karşılaşmıştık. “Nasılsınız Abi?” diye sorduğumda “İyiyim diyerek size yalan söylememi mi bekliyorsunuz Beyefendi?” demişti. Kısa bir şeyler daha konuşup ayrılmıştık.

Not: Konuşmamızın bu bölümünde, Fatih Kitabevi’ndeki karşılaşmalarını ve sık sık buluşmalarını da konuşmuştuk. İlerleyen yaşı ve yorgunluğu nedeniyle oldukça dağınıktı anlattıkları. O anlatılanları ben kendi ifadelerimle, daha önce Hece dergisine yazdığım uzun yazının bir bölümünde yazmıştım. O bölüm aşağıdadır.

1997 yılında Nuri Pakdil’in kitaplarını Edebiyat Dergisi Yayınları olarak yayımlamaya başladıktan sonra, o yıllarda yeni yeni başlayan cep telefonları ve internet üzerinden sosyal iletişimin artması nedeniyle hızlı bir tanınırlık ve bilinirlik başladı. Nuri Abi’nin de benimsemesiyle, kitap duyurularımızı, mesajla, epostayla ve her türlü iletişim imkânını kullanarak yapıyorduk. 2000’li yıllara geldiğimizde, Anna Masala’nın “Nuri Pakdil 2000’li yıllardan sonra anlaşılacaktır.” sözü mü gerçek oluyordu, yoksa heyecan verici başka bir süreç mi yaşıyorduk? Gerek hızla yaygınlaşan sosyal medyada, gerekse diğer mecralarda Nuri Pakdil adı ve sözleri yaygın biçimde paylaşılıyordu.

Nuri Pakdil, hem ölüm konusunda konuşmayı sevmez, hem de ölüm haberlerinden çok etkilenirdi. Cahit Zarifoğlu 7 Haziran 1987’de vefat ettiğinde Nuri Abi yalnızdı ve bu haber ona nasıl ulaşmıştı, nasıl karşılamıştı bilmiyorum. Gerek Akif İnan’ın (6 Ocak 2000), gerek Alaeddin Özdenören’in (26 Haziran 2003), gerek Erdem Bayazıt’ın (5 Temmuz 2008) ölüm haberlerinde çok uzun süren sessizliğe bürünmüş ve acı çektiğini her haliyle hissettirmişti. Erdem Bayazıt’ın İstanbul’daki cenazesine de göndermişti beni. Yıllar sonra Malatya’dan Urfa’ya gelerek Akif İnan’ın mezarını ziyaretimizde siğim siğim gözyaşı dökerken, “Hamza, biz bu arkadaşlarla neden görüşemedik, neden böyle oldu?” diye sormuştu. Bu sorunun bir cevabı var mı, bu cevabı kim verebilir, gerçekte bildiğimi söyleyemem. Bu soruyu, ben de hep sormuşumdur kendi kendime.

2000’li yıllarda Nuri Abi’nin ziyaretçilerinin ve ziyaretlerinin artması, yaşının ilerlemesi nedeniyle beraberinde bir refakatçinin bulunması gerekliliği nedeniyle, genellikle her yere birlikte gider olmuştuk. Yine böyle bir gün, 24 Eylül 2011 günü, sanıyorum dişçiye giymiştik. Normal şartlarda işimiz bitince eve dönerdik. İşimiz erken bitmişti, günlerden Cumartesiydi, Kızılay’daydık ve eve dönecektik. Arabaya binip hareket etmiştik ki, “Nereye gidiyoruz Sayın Hamza?” dedi. Eve gittiğimizi söyledim. Daha vaktin erken olduğunu, neden Sayın Cesur’un kitabevine gitmediğimizi sordu. Arkadaşımız Fatih Yurdakul’un Bayındır Sokak, Adil Han’daki Fatih Kitabevi’nden söz ediyordu. “Sayın Cesur” demesi de, Fatih Yurdakul’a Fatih Cesur adını vermiş olmasındandı.

Arabanın yönünü çevirip “Tabii ki gidebiliriz efendim” dedim. Genellikle eş-dost ziyaretinden, tanıdıkların ev ziyaretlerinden uzak dururdu. Biraz şaşırmış olsam da, birlikte Fatih Kitabevi’ne gittik. Kitabevi, Cumartesi günleri çok kalabalık olurdu. O gün de epeyce kalabalıktı. Arif Ay, Ali Karaçalı, Ali Ulvi Temel, Osman Furkan, Ahmet Şirin ve ismini hatırlayamadığım birkaç kişi daha vardı. Âdeta bir buluşma mekânıydı zaten. Rasim Abi de çoğu Cumartesi öğleden sonraları Fatih Kitabevi’ne uğrar, gelen arkadaşlarla sohbet ederdi. Nuri Abi’yi köşedeki tek sandalyeye oturttuk. Geri kalanımız taburelerde oturuyorduk.

24 Eylül 2011 Cumartesi günü Fatih Kitabevindeki bu karşılaşma âdeta bir dönüm noktasıydı. O güne tanık olan arkadaşların bir kısmı da görülüyor. (Fotoğraflar: Necip Evlice)

24 Eylül 2011 Cumartesi günü Fatih Kitabevindeki bu karşılaşma âdeta bir dönüm noktasıydı. O güne tanık olan arkadaşların bir kısmı da görülüyor. (Fotoğraflar: Necip Evlice)

Fatih Yurdakul birkaç dakika sonra beni yanına çağırdı ve kısık bir sesle “Beş dakikaya kadar Rasim Abi kapıdan girecek. Ne yapacağız?” dedi. Ben de, gayet rahat biçimde “Hiçbir şey yapmayacağız. Karşılaşacaklar ve ne olacaksa olacak. Telaş etme.” dedim. Gerçekten de beş dakika geçmeden Rasim Abi kapıda göründü ve “Selamün aleyküm” dedi. Nuri Abi de yerinden fırladı. “Ve aleyküm selam Sayın Abdülgaffar Taşkın!” diyerek Rasim Abi’yi kucakladı ve hemen yanındaki tabureye oturttu. Abdülgaffar Taşkın ismi, Nuri Abi’nin Rasim Abi’ye verdiği müstear isimdi, onun ifadesiyle “kod adı”ydı. Her zaman bu isimle hitap ederdi. Sanki yıllardır hiç görüşmeyen insanlar değil de, daha dün ayrılmışlar gibi koyu bir muhabbete tutuştular. Hepimiz şaşkınlık içindeydik. Neden sonra yanımdaki fotoğraf makinasıyla izin isteyerek birlikte fotoğraflarını çektim. Otuz beş yıllık ayrılık sanki hiç olmamıştı. Bu arada Atasoy Müftüoğlu’nun hasta olduğu ve bir ameliyat geçirdiği haberi geldi. Nuri Abi haberi duyar duymaz, “Hemen ayarlayalım ve hep birlikte Sayın Salah Buhara’ya geçmiş olsun ziyaretine gidelim.” dedi. Salah Buhara da, Nuri Abi’nin Atasoy Müftüoğlu’na verdiği müstear isimdi. Her zaman Salah Buhara diye hitap ederdi.

İki hafta gibi kısa bir süre sonra, 13 Ekim 2011 tarihinde Rasim Özdenören’in katılamadığı ama Nuri Pakdil, Hüseyin Su, Ali Karaçalı, Fatih Yurdakul ve Necip Evlice olarak Eskişehir’e Atasoy Müftüoğlu’nu ziyarete gittik. Atasoy Bey’le de Eskişehir tren garında sarılıp kucaklaştılar. Sanki otuz beş yıllık ayrılık hiç olmamış gibiydi yine.

Çok uzun olmayan bir süre sonra, 20 Haziran 2012 tarihinde Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Arif Ay, Hüseyin Su, İrfan Çevik ve Necip Evlice olarak Eskişehir’e Atasoy Müftüoğlu’na yeni bir ziyaret daha yaptık. Atasoy Abi’nin evinin arka bahçesinde, kiraz ağaçlarının altında Nuri Pakdil, Rasim Özdenören ve Atasoy Müftüoğlu geçmiş hatıralarını da yâd ederek çok eğlenceli bir muhabbet yapmışlardı.

Solda; 13 Ekim 2011’de Nuri Pakdil ve Atasoy Müftüoğlu’nun yıllar sonra Eskişehir Tren Garı’nda yeniden kucaklaşmaları. Sağda; 20 Haziran 2012 tarihinde Nuri Pakdil, Rasim Özdenören ve Atasoy Müftüoğlu’nun yeniden Eskişehir’de buluşmaları. (Fotoğraflar: Necip Evlice)

Solda; 13 Ekim 2011’de Nuri Pakdil ve Atasoy Müftüoğlu’nun yıllar sonra Eskişehir Tren Garı’nda yeniden kucaklaşmaları. Sağda; 20 Haziran 2012 tarihinde Nuri Pakdil, Rasim Özdenören ve Atasoy Müftüoğlu’nun yeniden Eskişehir’de buluşmaları. (Fotoğraflar: Necip Evlice)

Bu karşılaşmadan sonra Nuri Abi’nin vefat ettiği 2019 yılına kadar Rasim Abi ile Nuri Abi sürekli görüştüler. Zaman zaman biz Rasim Abi’nin evine giderdik, zaman zaman da Rasim Abiler Nuri Abi’nin evine gelirlerdi. Rasim Abi’nin saygıdeğer eşi Ayşe Abla Maraş yemekleri yapıp ikram ederdi. Nuri Abi bundan çok mutlu olurdu. Bu ev buluşmalarından ayrı olarak yemek davetlerinde, düğünlerde, iftarlarda ve kitap fuarlarında da sık sık bir araya gelirlerdi. Onları seven dostları da bu bir araya gelişlerden istifade ederek mutlu olurlardı.