Edebiyatın bir dil olayı olduğu gerçeğinden hareket eden Özdenören, öykülerinde titiz bir dil işçiliği sergiler. Hikâyenin ihtiyacı olan atmosferi yaratmak, karakterin olabildiğince doğal ve bizatihi kendisi olması için, yerli yerine oturan kelimelerle oluşturur öykülerini. İdeolojik kampların yürüttüğü kısır dil tartışmalarının dışında ama bir dil bilinci içinde davranır.
Necip TOSUN

Öykülerinde, modern öykünün yoğunluk, biçim sıklığı, akışkanlık özelliklerini bilinçle uygulayan Rasim Özdenören (1940–2022), dünya görüşü farklı olmasına karşın, 1950 kuşağının yenilikçi çıkışıyla paralel bir öykü anlayışını benimser. Öykülerinde dili simgesel, soyut bir kullanım alanında değerlendirirken, çok katmanlı, çağrışıma, metaforlara yaslanan bir anlatımı tercih eder. Yabancılaşmayı, ailedeki çözülmeyi öykülerinde ana izlek olarak işleyen Özdenören, 1950 kuşağının bunalım ve çıkışsızlık temasını, yabancılaşma ve kutsaldan kopuş olarak yorumlayarak öyküsünü bu tematik vurgu üzerine kurgular. Dolayısıyla biçimsel anlamda yaklaştığı bu kuşakla farkını “içeriksel” boyutta oluşturur. Geleneksel tutum örtüşmesi bağlamında Sezai Karakoç’un modern şiirde yaptıklarını, Özdenören öyküde gerçekleştirme peşinde olur.
Özdenören, öykü serüveni boyunca, tasvirlere, sembollere, dil arayışlarına yönelip biçimsel yanları ağır basan bir öykü anlayışı sergilemiştir. Düşünce ağırlıklı bir öykü evreni kurmakla birlikte, slogana ve kolaycılığa kaçmadan, gerçeğin/hakikatin hem bireysel hem de psikolojik yönlerini incelikle işlemiştir. Ruhsal çözümlemelerindeki kuşatıcı gerçekçiliği dikkat çekicidir. Tasvir en önemli anlatım imkânlarından biridir ve simgesel soyutlamalarında tasvirlerden yararlanır. Tasvir, onun öykülerinde verilmek isteneni tamamlayan, bunu zenginleştiren ve anlamı derinleştiren bir görev üstlenir. Özellikle içsel yaşantıların, bilinçaltı anlatımın başat olduğu öykülerde, dış görünümler, dolayısıyla tasvir iç dünyaların yansıtılmasının bir parçası olur. Eşya, nesne bir durumu, bir “duygu”yu temsil için kullanılır.
Onun öykülerindeki en dikkat çekici özelliklerden biri de yaratılan atmosferdir. Öyle ki kimi öyküleri sadece bir atmosfer olarak var olurlar. Bu öyküler neredeyse atmosfer yaratmak için yazılmış gibidir; olay, konu tümüyle anlamını yitirmiştir. Yazar söyleyeceği her şeyi, kurduğu atmosferde söyler. Pek çok gerçek, sembolik bir dille anlatılırken yazar aktarmak istediklerini, atmosferin gücüyle, imkânlarıyla gerçekleştirir. Bu anlamda onun öyküleriyle içeriksel olmasa bile biçimsel anlamda ve modern öyküyü algılayışta Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener, Leyla Erbil, Ferit Edgü, Onat Kutlar arasında bir akrabalıktan söz etmek olasıdır. Dostoyevski ve Faulkner, izini sürdüğü yazarlardır. Tümüyle bir atmosfer öykücüsü olan Faulkner hakkında, “Faulkner’e bayılıyorum. Faulkner’i hiçbir Amerikalı benim kadar sevemez.” diyen Özdenören’in öykü anlayışını hiçbir açıklama bu sözler kadar iyi ifade edemez.
Onun son dönemlerde dikkatini ve emeğini, çoğunlukla gazete yazarlığına yoğunlaştırması, öykülerinin yönelimini de etkilemiştir. Öykülerindeki tahkiyenin azalması, daha çok fikir ve makale tonlarının ağırlık kazanarak deneme diline evrilmesi, bu tutumun sonucu olsa gerektir. Hele İmkânsız Öyküler’de kimi metinlerin gazetedeki köşesinde yayımlanmış olması, bu yargımızı destekler örneklerdir. İlk kitabı Hastalar ve Işıklar, modern öykünün neredeyse pek çok niteliğini yansıtırken İmkânsız Öyküler’de zaman, hayat, ölüm, inanç kavramları tahkiyeye başvurulmadan anekdot ve enstantanelerle kurgulanır. Bu anlamda metinler deneme türünün sınırlarında dolaşırken daha çok bir “ara tür” formatındadır.
Rasim Özdenören öykülerinde ağırlıklı olarak, eskiyle bağlarını koparmış, yeniyle de uyum sağlayamamış, boşluktaki bireyin toplumsal yapıda yalnızlaşmasını ve bir çöküşe doğru yol alışını anlatır. Bu, bir anlamda uygarlığına yabancılaştırılmış toplum bireylerinin kaçınılmaz yazgısıdır. Toplumu, aileyi ayakta tutan iç dinamikler, moral unsurları insani ilişkilerden çekilmiş, yerine ikame edilen şeyler de bu boşlukları dolduramamıştır. Böylece toplumsal yapıda hiçbir şeyi yerli yerinde bulamayan birey, hastalıklı bir hâlde “ortalıkta dönenip durmaktadır.” Bu yabancılaşmaya kimi bireyler çeşitli başkaldırı yöntemleriyle karşı durmaya çalışırlar. Ama bu bireysel karşı koyuşlar, kişiyi, yanlış işleyen toplumsal yapının çarkında ezilmekten kurtaramaz. Birey, dramatik bir kurban olarak, olumsuz şartlarda yaşamanın bedelini ağır bir şekilde öder. Aslında yabancılaşma, toplumun her alanında yaşanmasına karşın, “çarpılma” ancak belli bir bilinç düzeyine ulaşmış, bu yabancılaşmayı bireysel konumunda hissedebilen bireyler üzerinde açığa çıkmaktadır. Bu da bireyin kendisini anlamayan çevresiyle çatışması, dolayısıyla da yalnızlığının derinleşmesi sonucunu doğurur.

Özdenören ilk kitabı Hastalar ve Işıklar’da (1967) ana eksen olarak bireyi ele alır. Neredeyse her şey bireyin içinde olup biter. Kişi hem kendisiyle hem de çevreyle sürekli çatışma içerisindedir. Her şey olup bitmekte, “olup biten şeylerin olup bitmemiş olması için” elinden hiçbir şey gelmemektedir. Bütün bu olumsuzluklardan sonra, bireyin bu olup bitenleri anlamlandırma çabaları çevresi tarafından anlaşılmayıp aksine bu olumsuzlukları yoğunlaştırınca, bireyin kıstırılmış hâli giderek klinik bir mecraya doğru sürüklenir. İkinci öykü kitabı Çözülme’de (1973), ülkedeki kültürel-sosyal değişimin bireyde, ailede meydana getirdiği çarpıklıkları, çelişkileri, açmazları irdelerken, yeni yapılanmanın (Batılılaşmanın/yabancılaşmanın) ailedeki çözülmeye kadar varan sarsıcı etkisini anlatır. Toplumu, aileyi ayakta tutan iç dinamiklerin, moral unsurlarının, insani ilişkilerden çekilince, çözülmenin nasıl kaçınılmaz olduğunu dile getirir. Özdenören, Çok Sesli Bir Ölüm’de (1974) ise, bireyin bilinçaltı derinliğine inerek ruhsal çözümlemelerde bulunurken, susturulmuş, bastırılmış duyguların, dış dünyanın gerçekliğiyle aynı yerde çakışmamasından kaynaklanan insanlık dramlarını, olayın somut, sosyolojik, tarihsel, ekonomik temellerini de vererek anlatır. Çarpılmışlar’da (1977), yanlışa yönlendirilmiş insanların, dinî gerçeklerden de uzaklaşınca nasıl her şeye ve herkese yabancılaştığı, toplumun her ilkesinin gözlerinde küçülürken, bütün bu olumsuzlukların onları nasıl açmazlara sürüklediği işlenir.
Denize Açılan Kapı’da (1983), ağırlıklı olarak tasavvufu işleyerek, öyküsünü yeni bir yönelime sokar. Bu öykülerde, mevcut hayat tarzlarıyla mutluluğu yakalayamayan, yaralı, arayan insanların tasavvufla tanışmaları anlatılır. Özdenören’in ilk öykülerinden beri yakıp yıkan, çevreyle, aileyle çatışan kahramanlar, ruhlarındaki yangını söndürebilmek için bilinçsizce de olsa “bağlanma”yı seçerler. 1983’ten sonra öykü kitabı yayımlamayan Özdenören, on altı yıl sonra yayımladığı Kuyu’da (1999) yine tasavvuf konusunu gündeme getirir. Uzun öykü Kuyu’da, bütün özelliğiyle tezahür eden tam bir Rasim Özdenören kahramanını görürüz. Arayan, ama ne aradığını bilmeyen, bulunduğu ortamda mutsuz, yaralı tiplerden birini. Ansızın Yola Çıkmak’ta (2000) tasavvufa eğilişini sürdürür. Tasavvufa girmiş ya da girmek üzere olan insanların (acemi dervişlerin) yaşadığı içsel çatışmalar, çalkantılar, sarsıntılar, geçmişle ve gelecekle hesaplaşmalar anlatılır.
Özdenören Hışırtı’da (2000) ise tümüyle kadınların dünyasına eğilir. Evlilik, aşk, cinsellik, evlat sevgisi, aile kurumu çevresinde kadınların bu olgulara, durumlara bakışları irdelenir. Özellikle aldatmalarda, mutsuz evliliklerde ve boşanmalarda kadınların tutumları ve ortada kalan çocukların dramları anlatılır. Toz (2002) atmosfer öykülerinden oluşur. Bir kargaşa/mahşer atmosferi çizilerek ezilmiş, horlanmış, giderek günaha itilmiş insanların açmazları işlenir. Anlatım zaman zaman gerçeküstü bir yaklaşımla, düşle gerçek arası bir flulukla gizlenir. İmkânsız Öyküler (2009) iletişimsizlik, arayış, kavuşma, yalnızlık temalarına yaslanan minimal öykülerden oluşur ve deneme türüne yaklaşır. Öykülerde aşk merkezdedir. Ne var ki bu aşk, kırık, imkânsız ve uzaktır. Rasim Özdenören Uyumsuzlar’da (2015) benzer yaklaşımları sürdürür. Hep kavuşma, ayrılma, kıskançlık, ölesiye sevme, ama yine de uzak kalma duygusu, özlem, yakıcı hasret, kavuşamama, ihanet kavramları etrafında öyküler örülür.

Rasim Özdenören’in öykülerinde, ana izleklerden biri hiç kuşkusuz bireydeki, ailedeki “çözülme”dir. Onların umutlarını, acılarını, beklentilerini, yenilgilerini, çözülüşlerini gündeme getirir. Öykülerde, çözülmenin arka planı çoğunlukla yabancılaşma, yeni düzene ayak uyduramama, geleneklerden, kutsal olandan kopuş olarak verilmesine karşın, bu çözülmeyi derinleştiren, yoğunlaştıran önemli bir olgu olarak da ekonomik sıkıntılar gösterilir. Ölüm ve onun ötesi de öykülerindeki ana temalardandır. Özdenören, pek çok yazarın yaptığı gibi ölüm olayını ‘avantür’ bir durum olarak ele almaz. O, öykülerinde daha çok ölümün insandaki düşünsel, zihinsel etkisini, macerasını işler. Öykülerindeki ana temalardan biri de çocuk ve onun dünyasıdır. O birçok çarpıcı olayı, gerçeği, çocuğun önyargısız, saf, temiz bilincinden gündeme getirir. Hışırtı, Toz, İmkânsız Öyküler ve Uyumsuzlar’da ana tema olarak kadın ve aşk olayını anlatır.
1950 kuşağının ortaya koyduğu, çevreyle bağları kopuk, çıkışsız bireylerin bunalımlarını anlatan ve varoluşçuluktan beslenen öykü anlayışı Özdenören’i etkilemiştir. Özellikle Hastalar ve Işıklar’ın genel yapısı, problematiği, biçimiyle genel olarak 1950 kuşağı, özel olarak da varoluşçu öykücülük arasından ciddi bir paralelliğin varlığını söylemek olasıdır. Hastalar ve Işıklar’a baktığımızda, bütün olaylar birey üzerinde toplanmakta, bireyin yaşadığı içsel dünya ile dışsal dünyanın aynı yerde örtüşmemesinden kaynaklanan olumsuzluk, bireyi bir bunalıma, giderek hezeyanlara sürüklemektedir. Bu da kuşkusuz varoluşçu öykünün temel argümanlarıdır. Ne var ki varoluşçuluğun temel kavramlarıyla Özdenören’in bu kavramlara bakışı farklıdır. Özdenören’deki yabancılaşma ve bir anlamda bunun sonucu olan başkaldırı temaları, Sartre, Camus, Kafka gibi yazarların anlayışlarına yaklaşırsa da öykülerin büyük çoğunluğu, anılan yazarların bu kavramlara yükledikleri anlamlardan farklı anlamları bünyelerinde taşır. Bu yazarlarda insan bir varoluş sancısı yaşarken, kim olduğunu, dünyaya niçin geldiğini sorgulayarak tam bir çıkışsızlığa ulaşır. Özdenören’de ise bu krizin nedeni, tümüyle kimliğini kaybetme, yabancılaşmadır ve kutsala ulaşmakla belki bu varoluş sancısı bitecektir. Bu anlamda kuşkusuz öykü türünün modernist algı açısından Özdenören öykücülüğüyle 1950 kuşağı arasında bir akrabalık vardır. Özdenören tıpkı 1950 kuşağı gibi öncelikle biçimsel anlamda yenilikçi bir tutum içerisindedir. Yerleşik anlayışlara, beğenilere, kurallara ve statüye teslim olmaz. İsyankâr, meydan okuyucu bir biçimsel anlayışı benimser. Özdenören de bu kuşak gibi, daha çok betimlemelere, sembollere, dil arayışlarına yönelmiş, kapalı, soyut bir öykü anlayışının peşinde olmuştur. Ancak bunalımın nedenleri ve dünya yorumu onlardan tümüyle farklıdır.
Rasim Özdenören öykülerinde, bilinç akışından iç monoloğa, minimal öyküden şiirsel anlatıma kadar biçimsel arayışlar içerisinde olmuş, modern öykünün imkânlarını değerlendirmiştir. İlk öykülerinde içsel serüven tekniğini, bilinç akışını kullanan Özdenören, son öykülerinde minimal öykülere yönelir. Çarpılmışlar onun biçimsel arayışlarının en tipik olanlarındandır. Kitabın en önemli özelliği, kitabın başından sonuna kadar hiçbir öyküde noktalama işaretlerinin kullanılmamasıdır. Özellikle bilinç akışı tekniğinin kullanıldığı bölümlerde, noktalama işaretlerinin kullanılmaması akışkanlığı sağlayan parlak bir buluş olarak gözükür. O bunun gerekçesini Şaban Sağlık’la yaptığı yayınlanmayan söyleşisinde şöyle açıklar: “Noktalama işaretlerinin olmaması hikâyelerin bir solukta okunmasına yol açıyor. Yani, okurken duraklama olayı olmuyor. Başladıktan sonra bir yerlerde duraklarsanız, ipin ucunu kaçırabiliyorsunuz. Başlayıp okumanız ve bir solukta bitirmeniz icap ediyor. O zaman hikâyenin tümünü birden daha rahatlıkla kavrayabiliyorsunuz. Keza noktalama işaretleri kaldırılınca, cümleler yer yer birden fazla anlamı içerebiliyor, çok anlamlı olma ihtimali artıyor.”
Öykülerindeki en dikkat çekici yanlarından biri tasvir yaklaşımıdır. Tasviri hem geleneksel hem de imgesel fonksiyonlarıyla kullanır. Onun üzerinde önemle durduğu konulardan biri “fiziki atmosfer ile insan atmosferi arasındaki uyum”dur. Özdenören bir öykü dünyası kurmada bu uyuma çok önem verirken, tasvirin gücünden, kelimelerin çağrışımından alabildiğine yararlanır. O, tasviri neredeyse hikâyenin bir kahramanı gibi ele alır. Nefes alıp veren, insanlarla aynı kaderi paylaşan, yaşayan bir canlı olarak öyküye sokar. Öyle ki bazen tasvir (eşya, doğa vb.) anlatılan şeyin öznesi olur. Her şey onun üzerinden, ondaki değişim ve durağanlıkla izah edilir. Yani tasvir kimi zaman olayı, anlatılan şeyi derinleştirip yoğunlaştıran bir fonksiyon yüklenirken kimi zaman da bizzat anlatılan şey, özne olur. Kısaca tasvir, öykülerinde bir süs, bir çerçeve olmaktan öte, zaman zaman “olmazsa olmaz” bir fonksiyon yüklenir.
Özellikle sembolik/metaforik anlatıma yasladığı öykülerinde tasvirin gücüne başvurur. Bunların başında “ev” gelir. Ev, Rasim Özdenören’in öykülerinde çok anlamlı olarak kullanılır. Ev, bütün hikâyenin döndüğü, çözüldüğü bir sahne, bir ana alandır. Her şey burada başlar, çatışma, çözülme, infilak burada gelişir, büyür. Öyküsünü birey ve aile üzerinde yoğunlaştıran bir yazar için, onların yaşadıkları mekân da elbette önemli olacaktır. Ama Özdenören, evi, öykülerinde, olayın geçtiği bir mekân olarak çizmekten öte, olayın içinde bizzat yer alan bir kahraman, tıpkı canlı bir organizma gibi ele almış, ona böyle bir işlev yüklemiştir. O, doğar, büyür, nefes alır, hastalanır ve ölür. Bir anlamda insanlarla aynı kaderi yaşar, paylaşır.
Özdenören, evi hem dışsal görünüşüyle öyküde bir yerlere oturtmaya çalışır hem de içsel durumuyla. Öyle ki bu görüntü, anlattığı konu, vermek istediği atmosferle tam bir uyum içerisindedir. O, öykülerinde çoğunlukla bir bozulmuşluğu, bir yıkıntıyı ve çözülmeyi ele aldığı için, anlattığı olayların yaşandığı öyküye giren evler de dışsal görünüş olarak kırık dökük, eski, yıkılmaya yüz tutmuş evlerdir. Bu evler içindeki insanlarla birlikte bir eskimişliği, bir yıkıntıyı temsil eder. Öykülerindeki evler oldukça fonksiyoneldir. Ama onların önemi bir ‘mekân’ olmalarından değil, birey ve aileyle aynı kaderi (eskiyen, ölen vs.) yaşayan bir nesne olmalarından kaynaklanmaktadır. Mutsuz, acı çeken kahramanların evleri de kırık dökük, bel vermiş, çürümeye yüz tutmuştur. Odaları soğuk ve yaşanmazdır. Bu anlamıyla evler, bireyin acılarını, infilaklarını yoğunlaştıran hatta zaman zaman da ‘gerçekleştiren’ ciddi bir neden olarak karşımıza çıkar.

Edebiyatın bir dil olayı olduğu gerçeğinden hareket eden Özdenören, öykülerinde titiz bir dil işçiliği sergiler. Hikâyenin ihtiyacı olan atmosferi yaratmak, karakterin olabildiğince doğal ve bizatihi kendisi olması için, yerli yerine oturan kelimelerle oluşturur öykülerini. İdeolojik kampların yürüttüğü kısır dil tartışmalarının dışında ama bir dil bilinci içinde davranır. TDK öncülüğünde ve özellikle 70’li yıllarda bütün hızıyla süren Öztürkçe hareketine körü körüne bağlanmadığı gibi, dildeki gelişime, açılıma karşı çıkan muhafazakâr bir tutum içerisinde de değildir. Seçtiği, kullandığı bir kelimeyle insanın ideolojik kampının tayin edildiği bu dönemde, kendi ortamına bile ters gelebilecek kelimeleri çekinmeden kullanır. Kelimeleri öylesine çarpıştırıp barıştırır ki uzam, duyumsamak ile mütehakkim, rezzak kelimelerini aynı sayfalarda sırıtmadan kaynaştırır.
Diriliş, Edebiyat, Mavera çizgisinde bir edebiyat ve hayat görüşünü savunan Özdenören’in öykücülüğü, gerek edebiyattaki bildik yaklaşımlar gerekse son dönemdeki gazete yazarlığını öne çıkarması nedeniyle kısmen gölgede kalmıştır. Bu anlamda pek çok öykü tarihinde, incelemede, öykücülüğü değerlendirilmemiştir. Ne var ki sadece Hastalar ve Işıklar bile onun öykü tarihinde yer alması için yeterlidir ve kitap öykücülüğümüzün başyapıtlarından biridir.
Sonuç olarak Rasim Özdenören, geleneğe bağlı bir kimlik içinde, slogana, mesajcılığa ve kolaya kaçmadan, insanın evrensel yanlarını, kültürel, tarihsel birikimlerimizden de beslenerek kabullenilebilir bir paydayla öyküleştirmiştir. Öyküde bireyin iç dünyasını, iç zenginliklerini öyküleştirirken, insanlık durumlarını olayların önüne koyarak, öykü sanatının ulaştığı imkânları değerlendirmiştir. Tasvir olayına geleneksel anlamları yanında, değişik işlevler de yükleyen Özdenören, ‘ayrıntı’nın önemini kavrayan öykücülerimizdendir. Öykü sanatının öncülerini tanıyan, onlardan çok şey öğrenen ama bütün bunların üzerine kendi öykü dünyasını kuran bir yazardır.