Türkiye’de uzun yıllar Müslümanca düşünüş üzerine özgün teklifler sunan yazar, eserlerinde ekseriyetle demokrasi, küreselleşme, yeni dünya düzeni, modernizm, liberalizm, kapitalizm, insan hakları ve laiklik kavramları üzerine incelemelerde bulunmaktadır. Yazar, ele aldığı bu kavramlar karşısında okuyucunun nasıl bir entelektüel ve ahlaki duruş sergilemesi gerektiği üzerine düşünmeye sevk etmektedir.
Furkan EMİROĞLU

Müslümanca düşünme ve yaşama üzerine entelektüel kaygı taşıyan Rasim Özdenören, hikâye ve roman türündeki eserlerinin beraberinde deneme türündeki eserlerinde temel meselesini bu kaygı üzerine inşa etmiştir. Sade bir dil kullanan, kelime tercihlerinde özenli davranan Özdenören, deneme türündeki eserlerinde de zihin dünyamızdaki bunalımı, sisli havayı ve anlam kargaşasını bertaraf etmek amacıyla maruz kaldığımız, gündelik hayatta ve düşünsel alanda karşılaştığımız kelime ve kavramları mercek altına alma ihtiyacı duymuştur. Düşünce evrenimizi oluşturan, bir duvardaki tuğlalara benzetebileceğimiz bu kavramların medeniyetimizde ve neşet ettikleri kültür havzalarında karşılık geldikleri anlamlar, düşünsel açıdan tehlike arz eden düşünüş setleri/unsurları karşısında alternatif düşünceler ve İslami bir perspektifin önerilmesi, çözülmeyi bekleyen temel problemler arasında görülmektedir.
Türkiye’de uzun yıllar Müslümanca düşünüş üzerine özgün teklifler sunan yazar, eserlerinde ekseriyetle demokrasi, küreselleşme, yeni dünya düzeni, modernizm, liberalizm, kapitalizm, insan hakları ve laiklik kavramları üzerine incelemelerde bulunmaktadır. Yazar, ele aldığı bu kavramlar karşısında okuyucunun nasıl bir entelektüel ve ahlaki duruş sergilemesi gerektiği üzerine düşünmeye sevk etmektedir. Bu kaygılarla hazırlanmış olan “Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti” adlı eserinin isminde de vurgulandığı üzere “sefalet” kelimesi ile küreselleşme çağında “yükselen değer” olarak lanse edilen bu kavramların oluşturduğu açmazlara, bunların benimsenmesi halinde ne türden sorunlarla karşılaşılabileceği hususuna değinilmiştir. Bu deneme yazısında, söz konusu eserinden Rasim Özdenören’in yeni dünya değerleri ve fikriyatı üzerine incelemelerde bulunmak hedeflenmektedir.
Eserin birinci bölümünde; Türkiye’nin, demokrasinin neresinde olduğu ve demokrasinin İslâm’ın neresinde olduğu soruları vurgulanmış bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin çeşitli durumları demokrasi, özgürlük, eşitsizlik, kanunlar, siyasi partiler saikleri etrafında tahlil edilmiştir. Bugün dahi zihinlerin karmaşık olduğu “Müslüman demokrat olabilir mi?” gibi sorular eserde alt başlıklar halinde yer almaktadır. İradenin altının çizildiği bu bölümde, Müslümanca irade, bunun tecellileri gibi meseleler de ele alınmaktadır. Bölüme son söz olarak demokrasi yoluyla İslam’ın dönüştürülmesi gayretlerinin makul olmadığı, İslâm’ın şümullü bir sistem olarak demokrasiden daha geniş imkanlar ve fırsatlar sağladığı, bu sebepten ötürü İslâm’ın dönüştürülemez olduğunun altı çizilmektedir.
“Türkiye Demokrasinin Neresinde?” ve “Demokrasi İslâm’ın Neresinde?” sorularının sorulduğu bu bölümde Türkiye’de uzunca süre gündem haline halen demokratikleşme arzusu ve talebi, ülkemizin demokratikleşme çabalarının neticeleri, bu istemin genele teşmil olmayan bencil özelliği gündeme getirilmiştir.
Demokrasinin esasında, egemenliğin kullanımının taraflar arasında gerçekleşecek olan uzlaşmanın dışavurumu olduğu belirtilmiş, ancak aristokratların ve din adamlarının Batı’da mevcut olsa da Türkiye’de böyle sınıfların olmadığı ifade edilmiştir. Hatta dinin örgütlenmesinin bağımsız özerk ve sivil bir aktör olarak yer almasının kanunlarca mümkün olmadığının altı çizilmiştir. Eserde, demokrasinin bir yönetim biçimi olmasının beraberinde onun liberalizmle iltisaklı bir düşünme biçimi olduğuna işaret edilmektedir.
Kitabın ikinci bölümü ise “Yeni Dünya Düzeni ve Liberalizm Karşısında Türkiye ve İslâm” başlığını taşımaktadır. Özdenören, 1990’lı yıllarda sıklıkla gündemde olan, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” adlı çokça bilinen makalesinde de savunduğu üzere liberalizm ideolojisinin hakikate büründüğü, bunun dışındaki tüm ideoloji ve düşünce setlerinin sonunun geldiği, muktedir ve baki olan fikrin liberalizm üzerine şekillendiği (Fukuyama, 1989: 17) tezine eleştiri getirmektedir. Oluşturulan bu yeni dünya düzeni dahilinde belirleyici aktör sayısının iki iken Sovyetler Birliği’nin 1990 yılında çökmesi neticesinde tek hâkim ülkenin Birleşik Devletler, hükmü geçen tek ideolojinin ise liberalizm olduğu kabulü sorgulanmaktadır. Ayrıca Yeni Dünya Düzeni dahilinde Türkiye’nin nasıl bir konumda yer aldığı, yeni dünya düzeninin temel paradigması olan liberalizmin Türkiye ile bir ilgisinin olup olmadığı, bu ideolojinin ülkemizde köklerinin bulunup bulunmadığı sorgulanmıştır.
1990’lı yıllardan önce de dünyanın Birleşik Devletler lehine tek kutuplu olduğu, bu tarihlerde tek kutupluluğun varlığı üzerindeki örtünün kaldırıldığı, incelediğimiz eserde iddia edilmektedir. Doğu ile Batı arasında var olduğu sanılan hasımlık, yerini her iki bloğun İslam karşısında konumlanmaya evrilmiştir. Algılanan tehditin rengi kızıldan yeşile dönmüştür. Batılı ülkelerin nihayetinde haç ile hilal’in mücadelesi görünür hale gelmiştir. SSCB’nin Afganistan’ı işgali esnasında Birleşik Devletler’in eylemsiz/müdahalesiz durumda kalması yazarımız tarafından buna kanıt olarak verilmektedir.
Günümüzde Hristiyanlar ve İslam dışındaki Batı kültürüne müntesip olan kutbu ürküten hususun, Müslümanlar arasında belirginleşmeye başlayan siyasi bilinçlenme olduğu, düşünür tarafından ifade edilmektedir. Özdenören, Körfez Savaşı’nın karşı kutbun belirlenmesinde, değişmesinde kilometre taşı mahiyetinde olduğunu düşünmektedir. Yazar, böyle bir durumda Türkiye’nin yerinin, takınması gereken tutumunun ve sahip olması gereken sorumlulukların ne olması gerektiğine yönelik soruyla okuyucuyu düşünmeye sevk etmektedir.

İzlek olarak ele aldığımız eserin üçüncü bölümde Özdenören, Müslüman Ahlakı versus Liberalizm başlığı altında liberalizmin, onun beraberinde getirdiği kapitalizmin fikrî, ekonomik ve diğer bakımlardan ülkemizi dış müdahalelere açık hale getirdiğini işlemektedir. Serbestiyet ve teşebbüsteki sınırsızlık, kapitalist fikir bireylerin çıkarlarının çatışmasına sebebiyet vermektedir. Liberalizmin bu denli tebcil edilmesinin sebebi Kilise’ye karşı meydan okuyucu bir tavır ile varlık göstermiş olmasıdır. Bu görüş, her türlü kolektivizm, güç birikimselleşmesi karşısında bireyi yüceltmektedir (Özdenören, 2022: 129).
Liberalizmin temelinde rasyonalizm, bireycilik ve hümanizma değerlerinin yer aldığı, kozmopolitlik, demokrasi ve milliyetçiliğin ise onun bir sonucu olduğu eserde belirtilmektedir. Tarihi süreç içerisinde liberalizmin kapitalizme, kapitalizmin ise küreselleşmeye kapı araladığı öne sürülmüştür.
Liberalizmin bizi ne kadar alakadar ettiği ile ilgili bahiste Özdenören’in tutumu, bu ideolojinin Batı kültür değerlerinin bir hasılası olduğunu ve yalnızca o kültür değerlerinin içinde anlam ifade edeceğini hatırlatmaktadır. Türkiye’de bu fikirlere olan temayülün Osmanlı son döneminde gerilemeye çözüm olarak Batı düşüncesinin referans alınmasıyla başlamıştır. Bu tarihlerden itibaren gerçekleşen dış müdahalelerin, sonraki süreçte küreselleşmenin paralelinde uluslararası organizasyonlara dahil olabilmenin ön şartı olarak dayatılan gerekliliklerin ilgili fikrin benimsenmesine sebep olduğu düşünülmektedir (s.132).
“Müslüman liberal olur mu?” sorusu, incelediğimiz eserde karşımıza çıkan sorulardandır. Özdenören, tarihteki müslüman şahsiyetleri ve toplumları liberal olarak tanımlayan örnekler karşısında bu irtibatlandırma sahiplerinin kavrama indirgemeci olarak yaklaştığını tespit etmektedir. Yazarımız, liberal sıfatının İslami özellik arz eden kişi ve durumlara atfedilmesini kavramın tabiatı itibariyle makul görmemektedir.
Protestanlık ile Hristiyanlık dininin profan hale getirildiğini iddia eden Özdenören, böylelikle onun kutsal muhteviyatının içinin boşaltıldığını belirtmektedir. Müslüman’a özgü zihniyetin liberal zihniyetle uzlaşmayacağını belirten düşünür, İslam’ın amentüsünün liberalizmin doğasındaki profan düşünme ve yaşayışını reddettiğini vurgulamaktadır. Gelen çeşitli eleştiriler karşısında o, İslam’ın öngördüğü ahlakın türlü teşebbüsleri sınırlamadığını, bilakis eylemliliğe teşvik ettiğinin altını çizmektedir (s.144).
Özdenören, eserde yaptığı mukayeseler dahilinde zorba Kilise’ye karşı konumlanmış yönetimin Batı dünyasında gerekçeye sahip olduğunu belirtir. Ancak Kilise kurumun muadiliyle münasebeti olmamış olan Doğu toplumları için bu hukuk ve devlet anlayışı makul gerekçelere sahip değildir. Liberalizmin seküler, yani dünyevi, dini olmayan özelliğe sahip bir dünyayı talep ettiğini belirten Özdenören, bu ideolojinin iğva edici (ayartıcı) bazı özelliklere sahip olduğunu ileri sürmektedir. Bunlar kişi özgürlüğü, toplumun örgütlenmesindeki özgürlük, devletin yalnızca bir gece bekçisi görevi görmesi (minimal state) ve ekonomiye müdahil olmaması gibi hususlardır. Kısıtlamalardan uzak bir sosyal ve ekonomik yaşam tasviri her ne kadar cazip görünse de Özdenören İslam’ın kendine ait özgürlük ortamını kendine ait araçlarla kendisinin ihdas edeceği fikrini savunur (s.119). O, liberal ortamdan istifade ederek İslami bir hayatı gerçekleştirebilmek imkanını sorgulayan kişilere yönelik İslam’ın Makyavelist “amaca ulaşmak için kullanılacak tüm araçlar mübahtır” düsturunu uygun görmediğini belirterek mukabelede bulunmaktadır.
Yazarın belirttiği gibi, liberalizm karşısında konumlanan, değişimi tehdit olarak gören, korumacı ideoloji olarak bilinen muhafazakarlığın İslâm ile irtibatlandırıldığı vâki olmaktadır. Buna karşın o, İslam’ın ekonomi ve devlet düzeninde katı kaidelerinin olmadığını, zamanın koşullarına cevap verebilen düzenlemelerin getirilmesine alan tanıdığını önemle vurgular.
İncelediğimiz kitabın dördüncü bölümünde yazar “insan hakları” kavramına odaklanmıştır. O, bu büyülü diyebileceğimiz kavramın tekinsiz bir fenomen olarak algılandığına, düzmece bir niteliğe sahip olduğuna işaret etmektedir.
Batı’dan alınmış olup, bedeli ödenmeden kullanılmak arzusunda olunan “insan hakları” kavramı çıkar amacıyla hak mücadelesi sürdürmenin sonucunda elde edilmiştir. Yazarın belirttiğine göre insan hakları, diğer toplumlar karşısında üstün olduğunu iddia eden Batı medeniyetinin sömürme hakkını gerekçelendiren hukuki kavramıdır. Seküler ve profan özelliklere sahip bu kavramın temelinde din-sınıf ve ırklar arası çatışmalar, sömürgecilik ve hümanizma anlayışı yer alır.
Kitabın son bölümünde ise laikliğin bir ideoloji mi olduğu sorgulanmış, günümüz zaviyesinden laikliğe bakış atılmıştır. Bugün Avrupa’da dahi önceden dini motiflere sahiplik olsa da Hristiyanlık ve Kilise’den uzaklaşma sorununun ve inanç krizinin yaşandığı görülmektedir. Neo-liberalizmin büyük ölçüde sebep olduğu kriz, radikalleşme, ekonomik alanlarda düzensizlikler, bunlarla beraber tatminsizlik, zihni açıdan boşlukta olma durumunu beraberinde getirmiştir. Avrupa’da ve dünyanın diğer muhtelif bölgelerinde neoliberal kriz karşısında mevcut kurumlar sorgulanmış, popülizm bir siyasi enstrüman olarak sorgulayıcı, dikkatleri dağıtıcı, yer yer manipüle edici özellikleriyle bir siyasi ve sosyal fenomen olarak karşımıza çıkmıştır. Avrupa’ya uzun yıllarca hâkim olan liberal düşünce, bu paradigmalar tarafından sorgulanmaya başlanmıştır. Bununla beraber İslamofobi olgusuna rağmen, gelişen imkanlar neticesinde Avrupa’da İslami değerler zemin bulmuş, kurumsal açıdan özerklik kazanmış ve dini faaliyetlerini pratize etme ve yaygınlaştırma olanağı elde edebilmiştir.
Merhum Özdenören’in belirttiği gibi, anayasalar süngülerin gölgesinde, sivil toplumu gözetmeyecek şekilde oluşturulduklarından ötürü daha sivil ve özgür bir anayasanın oluşturulmasıyla daha demokratik bir düzen elde edileceği bazı kesimlerce düşünülmektedir. Demokrasinin yalnızca bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bir düşünce biçimi olduğu, Batı dünyasının siyasi ve sosyal hayatında yer gelişim gösterdiği yazar tarafından ifade edilmiştir. Ona göre İslami düşünüşün ve kurumların yabancı kelimelerle karşılık bulması zihni karıştıracak, bulandıracaktır. “İnsanlar nasıl olur da hem Müslümanca yaşıyor, hem Batı kültür kalıplarını benimsemek zorunda kalıyor?” sorusunu yöneten yazarımız, devamla, bir kişinin hem müslüman hem laik olduğunu iddia etmesinin özenti, fantezi ve zorlama düzleminde kalacağını belirtir.
Yazarımız, laikliğin Batı’daki özü gereği devletin Kilise kurumunun işlerine müdahil olmaması, devletin dine kayıtsız kaldığı anlamına gelmediğini önemle dikkatimize sunmaktadır. Batı’da dahi bu anlayış söz konusuyken Türkiye’de durumun aksinin gerçekleşmesine haklı olarak itiraz edilmektedir.
Laiklik ve din-vicdan özgürlüğünün ele alındığı bahislerde Özdenören, bu mefhumların birbirleriyle eşdeğer tutulması halinde din ve vicdan özgürlüğünün mevcut olduğu her yerde laik bir yönetimin olduğu varsayımı yanlış zuhur edecektir. Ona göre sayılan değerler, birbirlerini zorunlu olarak gerektirmezler. Örnek olarak Fransa’da laik bir rejim mevcuttur, ancak yine bu ülkenin kılık-kıyafet hususunda baskıcı-yasakçı bir zihniyete ve pratiğe sahip olduğu göz ardı edilmemelidir.
Sonuç olarak, Rasim Özdenören, yeni dünya düzeni değerlerinin aslında hiçbirinin yeni değerler olmadığı, yaygınlaşan yeni değerlerin esasında sıhhat, ahlak ve selametten uzak değerler olduğunu savunmaktadır. Yazarın belirttiği gibi, tüm bunların özgürlük ve uygarlık adı altında pazarlanması, hızla yaygınlık kazanmasına sebep olmaktadır. “Peki ne yapmalı?” sorusuna okuduklarımızdan hareketle kavramların ortaya çıktıkları durumu, zamanı, aktörleri bilmek, İslam’ı tanımak, Müslümanca düşünmek ve yaşamak, Türkiye zeminine uygun kavramlar üretmek ve bunlarla entelektüel, ilmi üretimde bulunmak gibi eylemleri sıralamak makul gözükmektedir.
Kaynakça:
Fukuyama, Francis. (1989). The End of History? The National Interest, 16, 3–18. http://www.jstor.org/stable/24027184
Özdenören, Rasim. (2022). Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti. İstanbul: İz Yayıncılık.