Endülüs tarihi, Müslümanlar için ibretler ve derslerle dolu, okunması gereken çok büyük ibret sahneleri, kahramanlıkları ve fedakârlıklarının at başı yarıştığı bir trajedinin, yani; bizim tarihimizin hemen hemen benzeridir.
Arif ALTUNBAŞ

Giriş
İlk defa Müslümanlar doğudan; 12. asırda ipek yoluyla ticaret amaçlı; Batı’dan 7. asırda fetih yoluyla Sicilya Adası ve Cebelitârık üzerinden İberik Yarımadası’ndan Batı Avrupa’ya geçerek Avrupa ile yüz yüze geldiler.
Hz. Osman devrinde, (644-656) Kıbrıs ve Rodos fethedilmiş, Emeviler devrinde Malta, Mayorka ve Minorka (705-715), Girit (813-833) ve Sicilya (831-1094) adaları Müslüman Araplar tarafından fethedilerek ilk askeri, ticari, kültürel temaslar bu adalar üzerinden kurulmuştur.
Daha sonra Müslüman Tatar tüccarları da Macaristan (Böszörmény)’da bir İslam toplumu oluşturdular. Ahşaptan yapılmış küçük camilerde ibadet eden Müslüman Tatarlar mütevazı ve gösterişten uzak yaşantılarıyla Macaristan, Polonya ve Litvanya tarihinde, doğu-batı arasındaki ticarette, sanatta, sosyal ve kültürel ilişki ve alışverişlerde de önemli rol oynadılar.
Müslümanlar ilk defa Afrika’nın Kuzeyinden Batı Avrupa’ya (Sicilya ve İspanya’ya) Emeviler zamanında Tatarlar vasıtasıyla doğusundan Avrupa içlerine kadar iki ayrı yoldan geldiler. Askeri, siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal olarak Batı medeniyetinin gelişmesinde ve ilerlemesinde çok önemli katkılarda bulundular.
Batıdaki Rönesans’ın ilk kıvılcımları ve bilinç bağlamında ön hazırlıkları ve alt yapısı, gerek Endülüs medreselerine okumaya gelen Batılı öğrenciler tarafından, gerekse Haçlı Seferleri sırasında batılıların Müslümanlardan öğrendikleri birçok bilim, teknoloji ve yeni icatlar üzerinde geliştirilmiş ve inşa edilmiştir.
Birçok Batılı tarihçi ve araştırmacı bu gerçeği gurur ve kibir meselesi yaparak söylememekte hâlâ dirense de gerçekler ne kadar inkâr edilirse edilsin, kıymet ve değerinden bir şey kaybetmez. Hikmet ve hakikat karanlıkta insanlığa yol gösteren yıldızlardır. İnsanların birçokları bu hakikatleri kabullenmekte zorlansalar da yıldızlar geceleri parıldamaya, insanlığa yol göstermeye devam ederler.
Birçok İslam aliminin eserlerinin yüzyıllar boyunca Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulduğunu kimse inkâr edemez. İslam âlimlerinin kitapları batılılarca tercüme edilerek kendi dillerine çevrilip kendi eserleriymiş gibi basılıp piyasaya sürdüğü herkesçe bilinen ve fakat gizlenen bir gerçektir. Zamanımızdaki bazı akademisyenlerin batıdan aşırdıkları bilgileri, kitapları tercüme ederek kendi eserleri diye piyasaya sürdükleri gibi.
Orta Çağ’da Avrupalı milletler yüzlerce küçük ve dağınık topluluklar halinde yaşarken onların birer devlet haline gelmelerine en büyük katkıyı Avarlar, Hunlar, Tatarlar ve Osmanlılar yapmıştır. Doğu’dan kitleler ve ordular halinde Asya steplerinden gelip Batı’ya, Avrupa içlerine akın eden Türklerin ve İslam ordularının, iç kavga ve savaşlarla uğraşan Avrupalıların kendilerini savunabilmeleri için derlenip toparlanmalarına, güçlü birer devlet haline gelmelerinde büyük rolleri oynamıştır.
Müslüman tüccarların, İslam ordularının, Müslüman bilim adamlarının Avrupa devletlerindeki bilimin, ticaretin gelişmesindeki rolünü bağımsız, gerçek tarihçiler asla inkâr edemezler.
Erken Dönem
Kuzey Afrika’nın İslam ordularınca fethedilmesiyle oranın yerli halkı Berberiler, İslam ile tanışıp Müslüman oldular. İslam ordularının 652’de Sicilya’ya, 711’de Kuzey Afrika’dan İspanya’ya geçmeleriyle İslam orduları güneyden ve batıdan Avrupa’nın kapılarına dayandı. Hem Akdeniz’de hem Batı Avrupa’da artık Müslümanlar hakimdi. Avrupa Müslümanlarla tanışınca, Avrupa tarihinde yeni bir dönem başladı.
Daha sonraki fetihlerde Güney İspanya, Bask, Navvara, Portekiz’in tamamı ile birlikte Batı Avrupa’nın geniş toprakları İslam ordularınca fethedildi. Buranın adına da Endülüs denildi. Kuzey Afrika’dan akınlar halinde gelen İslam ordusu, Cebelitârık boğazından geçerek 736 yılında İberik Yarımadası’nda yerleşik düzene geçtiler.
Şam Emevi Devleti’nin Abbasiler tarafından 750’de yıkılmasından sonra Güney İspanya’da Endülüs Devleti I. Abdurrahman tarafından miladi 756’da kuruldu. Bu zamana kadar (20 yıl) Şam Emevi Devleti’ne bağlı bir uç beyi olarak Şam’a bağlı kaldılar.
10. yüzyılda Endülüs nüfusunun çoğunluğu Müslümanlardan oluşuyordu. Avrupa’nın en büyük şehri Granada 500 bin nüfusu barındıran zamanın en modern, Müslüman şehri idi. Caddeler, meydanlar, hanlar, hamamlar, modern binalar, hastaneler, su ve kanalizasyon alt yapısı ve hizmetleriyle tertemiz ve göz kamaştıran Granada ile birlikte Fatime, Şatibe, Valensiya, Mursiye, Meriya, Ceyyan, Malaga gibi daha Orta Çağ karanlığında yaşayan Avrupa’ya birçok yönden örnek olacak şehirler kuruldu.
Endülüs Müslümanları burada kesintisiz 500 yıl hâkimiyet sürerek büyük bir bilim merkezi ve medeniyet meydana getirdiler. Bu modern şehirlerde kurulan üniversiteler, Avrupa’nın ilim ve irfan merkezleri haline geldi. O günün şartlarında Endülüs medeniyeti ve kültürü, ilmi ve sanatı, devlet yönetimi ve ordusu, hukuk ve adalet sistemi, tüm Avrupa’da en gelişmiş toplum ve devlet yapısı olarak örnek gösteriliyordu. Birçok Avrupalı öğrenciler bu şehirlerdeki üniversitelere okumaya, buralarda bilim ve teknoloji, felsefe, mantık, hukuk, tıp, matematik ve astronomi öğrenmeye geliyordu.
Bu tarihlerde Avrupa halkları birbirleriyle savaşan küçük şato devletlerinden ibarettiler. Endülüs ile kıyaslandığında çok geri kalmış, yokluk ve sefalet içinde bir hayat sürüyorlardı.
725 yılında Müslüman kuvvetleri Fransa’nın “Autun” bölgesini alıp Güney İspanya’da Fransızları yendiler ve Kuzey Akdeniz kıyılarına kadar tüm bölgeyi ele geçirdiler.
Endülüs İslam ordularının akınları İsviçre ve İtalya içlerine kadar uzandı. Hatta Müslüman orduları 846 yılında Roma’yı, 1004 de Pissa’yı ele geçirdi ve şehri yağmaladı. Kısa bir süre de olsa kendi hâkimiyetleri altında tuttular.
965’de Sicilya emirliğini kuran Müslümanlar, tüm Akdeniz’i, Avrupa ve Kuzey Afrika kıyılarını kontrol altına alıp 107 yıl buralara hâkim oldular. 1072 yılında Normanlarla yaptıkları bir savaşta yenik düşerek adayı terk etmek zorunda kaldılar.
12. yüzyılda İslami eserler Avrupa dillerine çevrilerek Avrupa’nın ilim ve sanat yönünden gelişmesinde, yeni keşiflere yönelmesinde, medenileşmesinde, hukuk ve adalet sisteminde mesafeler almalarında büyük katkıları oldu.
İbn-i Haldun, İbni Rüşt, İbni Firnas, Cabir bin Eflah, İbni Meserre, İbni Cübeyr, İbni Tufeyl, Muhiddin Arabî, Zerkali, Dani, Hasday bin Şaprut, Musa Meymun, Şatibi, Kurtubi gibi birçok İslam âlimlerinin eserleri yüzyıllarca Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutuldu. Avrupalı bilim adamları bu kitapları kendi dillerine çevirerek birçoğunu kendi kitapları diye sahiplendiler.
Ne yazık ki dün; Müslümanları taklit eden batılılar idi, bugün de batılıları taklit eden kendi kültür ve medeniyetlerinden uzaklaşan, kendi değerlerinden kopan körü körüne batıyı taklit eden ve ona öykünen Müslümanlar oldu. Batılılaşma ve batılılaşma virüsüyle İslam düşmanlığı, Müslümanların evlerine, okullarına, yönetim sistemi ve tarzlarının kılcal damarlarına ve sinir uçlarına hâkim oldu.
Endülüs İslam Devleti
Biz de Tanzimat ile başlayan Batı taklitçiliği ve onunla birlikte gelen “İslam medeniyeti ve kültürü” düşmanlığı, milletimizin İslam tarihini hatta Türk tarihini, Selçuklu ve Osmanlı tarihini öğrenmesi ve bilmesi önünde en büyük engel teşkil etti. Bu çarpık ve yabancı dostu anlayış, görüş ve ideoloji devlet baskısı ve zoruyla millete bir ihanet tablosu olarak dayatıldı.
Endülüs tarihi, Müslümanlar için ibretler ve derslerle dolu, okunması gereken çok büyük ibret sahneleri, kahramanlıkları ve fedakârlıklarının at başı yarıştığı bir trajedinin, yani; bizim tarihimizin hemen hemen benzeridir. Müslüman gençlerin özellikle Müslüman kalemlerin yazdığı bu tarihi herkes dikkatle ve ibretle, olaylardan dersler ve hikmetler çıkararak okumalıdır. Tarih tekerrürden ibaret olduğu için şu an İslam coğrafyasında hemen hemen aynı yanlışlar bugün de tekrar ediyor. Aynı yanlışlar insanı aynı hatalara, aynı hatalar aynı felaketlere sürükleyeceği için bugün iç çekişmeler ve kardeş kavgalarının bitmediği İslam coğrafyasında, İslam düşmanları ve bu ülkelerdeki batının taşeronları ihanet senaryolarında gönüllü figüranlık yapmakta, birbirleriyle sınır tanımamakta yarışıyorlar.
İslam medeniyeti ve kültürünün Türkiye ve İslam ülkelerinde gönüllü taşeronluğunu yapan birçok sözde Müslüman kişi, cemiyet, cemaat ve toplumun demokratik kurumlar veya kuruluşların çatıları altında İslam düşmanlığı yaptığı asla unutulmamalıdır. Bu yüzden Endülüs tarihi baştan sona güvenilir kaynaklardan okunup öğrenilmeli. Oradaki bilgiler ve olaylar, sebep ve sonuç olarak bizim tarih bilincimiz ve tecrübelerimize çok fazla ışık tutacak ve katkıda bulunacaktır.
Endülüs’te yaşanan acı tecrübeler, kardeş kavgaları, düşmanlarıyla birlik olup da kendi kardeşlerini imha etme gafletleri, katliamlar, sürgünler ve yıkımların Müslümanların adayı terk etmek zorunda kalmaları İslam tarihinin halen kanayıp duran yarası, Kerbela vakası gibidir.
Kısaca Kuruluş ve Tarihi
Kurtuba Emevi Emirleri devri 756-929, Kurtuba Emevi Halifeler devri 929-1017, Mahmudi Hanedanı devri 1016-1023, Tekrar Emevi Hanedanı devri 1023-1031, Yahya bin Ali bin Hammud el-Mu’tali, (ara dönem) 1025-1026).
Bu tarihten sonra Endülüs Müslümanlarının 20’ye yakın beyliklere ayrılmasıyla yarım adadaki İslam Birliği bölük pörçük parçalara ayrıldı. Bu beylikler birbirleriyle savaşarak güçlerini zayıflatıp zaafiyete düştüler. Sonra birer birer kendi içlerindeki fitne ve ayrılık ateşi yüzünden koskoca ülkeyi ve medeniyeti Haçlı ordularının kılıç ve ateşine teslim edip, yakılıp yıkılmasına sebep oldular.
Hristiyan devletlerinin karşısında varlık gösteremeyen Endülüs Müslümanlarının çağrısına koşan Kuzey Afrika’da imparatorluk kurmuş olan Murabıtlar Devleti, Endülüs’e geçerek (1090-1147) yarımadayı kontrolleri altına aldılar.
Murabıtlardan sonra gelen Muvahhitler de 1238’de Endülüs’ü derleyip toparlamak isteseler de başarılı olamadılar. Onlar da kendilerine karşı yapılan iç isyanlar, çekişmeler ve başkaldırılar sonucunda zayıf düşüp Haçlı saldırıları karşısında dağıldılar.
Onların yerine Maruniler ve Hafsiler gibi devletler kuruldu. Ama onların da ömürleri iç kargaşalardan ve bir Endülüs Birliği kuramadıklarından uzun sürmedi.
İki buçuk asrı aşkın (1212-1462) bir süre Endülüs’te İslam hâkimiyetini temsil eden Nasriler (Beni Ahmer), varlıklarını esnek bir diplomatik siyâset takip ederek zar zor koruyabildiler. Onlar da önceki kardeşleri gibi iç karışıklıklara sürüklenince kendilerinden öncekilerin hataları ve yanlışlarına düştüler. Düşman kardeşlerin birleriyle kavga ve savaşları tarihin tekrar etmesinden ibaretti. Onlar da geçmiş kavim, millet ve devletler gibi yok olmaktan kurtulamadılar.
1479 yılında İslam düşmanı Kastilya-Leon Kraliçesi I. Isabel ile yine Müslüman düşmanı Aragon Kralı II. Fernando’nun evlenmesiyle 2 Ocak 1492 tarihinde İspanya Birliği kuruldu. Kastilya, Aragon, Portekiz ve yarımadada yaşayan öteki Haçlılar bir araya gelerek Müslümanların İspanya’daki varlığına son verdiler.
Granada şehrindeki son Müslümanlar da İspanyol güçlerine teslim olmak zorunda kaldı. Böylece Müslümanların İspanya yarımadasında 800 yıla yakın süren hâkimiyeti ve varlığı, işgal, istila, yağma, toplu katliamlar ve sürgünlerle büyük bir soykırıma dönüştü.
Daha sonra vahşi batı, Müslüman Endülüs topraklarında İslam kültürü, medeniyeti ve sanatının şaheseri olan Granada şehrindeki Elhamra sarayından başka dikili bir taş bırakmadı. Nerede bir Müslüman kişi veya İslami eser varsa; onları yaktılar, yıktılar yok ettiler. Müslümanları da Hristiyanlaştırmak için her türlü baskıyı ve katliamı yaptılar. Endülüs Katliamı, Batı uygarlığının Müslümanlar üzerindeki en büyük katliamı ve soykırımına sahne oldu. Bir Müslüman olarak Endülüs tarihini hatırlayınca Haçlı orduları tarafından katledilen Müslüman yaşlıların, kadınların, çocukların çığlıklarını hâlâ kulaklarımda duyar gibiyim. Yüreğim, damarlarında kan kaybeden yaralı bir ceylan.
Bu hezimet ve yenilgi Müslümanların İslami şuur yoksunluğundan, kendi iç çekişme ve didişmelerinden kaynaklanan ve bunun için kendi başlarına gelen, hâlâ acısı dinmeyen hata ve yanlışlıklardan kaynaklanan bir musibettir. Müslüman milletler ve toplumlar, Endülüs musibetinden büyük ibretler almak ve dersler çıkarmak zorundadırlar. Çünkü tarih tekrardan ibaret olup, aynı yanlışlar yapılırsa aynı bela ve musibetlerin tekrar tekrar başımıza gelmesi muhtemeldir.