Ahmet Mercan, Bayburt’ta doğdu. Evli ve üç çocuk babası. Birçok dergide yazılar yazdı, pek çok organizasyonda görevler üstlendi. Yaşayarak yazdığı şiirleri bestelendi, oyunları sahnelendi, velhasıl hayatı gerçek bir tiyatroya çeviren bu adam gündemden hiç düşmedi. Halen de okumaya, yazmaya ve aramaya devam ediyor.
Temel HAZIROĞLU

Bugüne kadar genelde vefat edenlerin ardından birkaç yazı yazdım. Ancak bu kez yaşayan bir arkadaşımız için bizden bir portre yazmamız istendi. Önce bir garip oldum ve biraz tereddüt ettim. Fakat bu kişi Ahmet Mercan olunca yazmalıyım diye düşündüm. Doğal olarak bu portreyi talep eden arkadaşı da hem yazı için bizi düşünmesi hem de Ahmet Mercan hakkında yazı yazmamıza vesile olması sebebiyle tebrik edip teşekkürlerimi iletmek boynumuzun borcu oldu. Zira bu çaba güzel bir iş olduğu kadar bizim hakkımızda yıllar önce yazı yazmış olan Ahmet’e karşı bir borç ödeme fırsatı da sundu. Gerçekten böylece aramızdan sessizce çekilip selalara sarılıp gidenlerin gayretlerini, onlar daha yaşarken ölçülü bir şekilde kaleme almanın insani bir yanı yok mu?
Ahmet Mercan, Bayburt’ta doğdu. Evli ve üç çocuk babası. Birçok dergide yazılar yazdı, pek çok organizasyonda görevler üstlendi. Yaşayarak yazdığı şiirleri bestelendi, oyunları sahnelendi, velhasıl hayatı gerçek bir tiyatroya çeviren bu adam gündemden hiç düşmedi. Halen de okumaya, yazmaya ve aramaya devam ediyor.
Ben onu ilk kez 1980 sonrası her akşam devrim yapıp devleti yıkıp yeniden kurduğumuz, sabaha doğru birden tekrar yıkmaya çalıştığımız dünyayı kurtarma seanslarına geçtiğimiz toplantılarda tanıdım. O zamanlar bizim camiada ezgi söyleme ve bant tiyatrosu yapma yaygınlığı vardı. Ahmet de hem bunlarla ilgileniyor hem de Selam Çocuk Dergisi yayın yönetmeni olarak çalışıyordu. Bendeki ilk izlenimi, yeni bir dünya arayışı için kafa patlatan ve biraz sıkıştığında espri üreten bir zihindi. Karadeniz sıcaklığı ve aniden pat diye doğan espriler ile ortalığı şenlendirirdi. Liseden aldığı virüsten bir türlü kurtulamayan, Nuh’un gemisini nasıl yapar da yola çıkarız, tayfalar nerede, yakıt ne olacak, istikamet neresi diye çabalayan, zihnini yoran, döne döne bitmez tükenmez arayışlarla bitap düşmüş olan insanlar için bundan daha iyi bir yol arkadaşı olabilir mi? İşi gücü bu olanlar daha ne ister?
Onu ilk tanıdığımda taktığım şapkaya attığı taşları hiç unutamam. “Senin görünüşün böyle çağdaş ama fikirlerin acayip İslamcı, ileri devrimci. Sen gerçekten Of’ta mı doğdun, bırak Allah aşkına, söyle bana Of’a hiç uğradın mı?” diyerek sürekli sorgulandığım yıllar. Biz de şaşırıp duruyoruz; adama bırak düşüncelerimizi, doğduğumuz yeri bile anlatamıyoruz. Bazen de kendime dönerdim, bende ne var acaba diye.
Onunla yaptığımız yeni dünya kurma ve devrim yapma sohbetlerinde şûranın bağlayıcı olup olmaması başlarda en büyük tartışma konumuz olmuştur. Önceleri, bütün genel eğilimler gibi, istişare et, danış istediğin kararı ver çizgisine yakın dururken sonraları, sağ olsun, lider de dâhil şûranın aldığı karar bağlayıcıdır ilkesine dayalı “fonksiyonel şûracılık” noktasına gelmiş ender aydınlarımızdan biridir. Muaviye-Yezid ile başlayan saltanatçı Emevi çizgisinin halen devam ettiği ve bunun iktidara uyumlu muharref bir din anlayışı oluşturduğu gerçeğini erken görenlerden biridir. O yüzden de asırlardır karabasan gibi baskın olan “uyum hattı”nın karşısına “devrim hattı”nı koyup “Yeni ve başka bir dünya mümkündür,” anlayışının yılmaz emekçilerinden biridir. Ama söylemeden geçemeyeceğim bir konu da başlama noktası olarak yerlilik ve millilik konusundaki hassasiyetimize, henüz tam aşındıramadıysa da halen taş atmaya devam ediyor. Olsun, canı sağ olsun, biz de gülle karşılık vermeye devam ediyoruz. Zira, sizi; anarşistin ahlaklısı, delinin tedbirlisi, bürokratın zekisi ve dostun güvenlisi olarak gören bir adama, ebedi dosta dünyanın güllerini atsanız da azdır.
Onunla üniversite, vakıf, dernek vb. kuruluşlarda olmak üzere birçok organizasyonlarda ortak konuşmalar yaptık, bazen karşılıklı tartıştık. Yine böyle bir toplantıda Kocaeli Üniversitesi öğrencileri ile yapılan sohbet sonrası üniversitenin yakınındaki bir parkın kenarındaki küçük bir ırmağın yanında çay içerken yaptığımız konuşmayı unutmak asla mümkün değil. O dönem, arayışımızı isimlendirmek ve yeni bir sürece girmek için bulmak istediğimiz, adını koymak için yanımızdaki benim kızım ile, onun yeğeni ile konuştuk. Alternatifleri sıralayınca, gençlerin tercihi Şems Suresi’nin “arınış…” ışığının etkisiyle geliştirdiğimiz, oluşturduğumuz isim “Yüceliş” olmuş ve bu isim daha sonra bütün çabalarımızın şemsiye ismi ve yeni çıkan kitabımızın adı oldu. Din, Yaratıcının nihai amacını bilmektir. Bu doğrultuda inanç, salih amel (güzel davranış), hakkı tavsiye ve sabrı yaşamaya (mücadele) çalışmak gerekir.
Biz Ahmet ile sürekli yeni dünya kurma çalışmalarında hayatın anlamını paylaşan ve ne yapacağını ve nereden başlayacağını bir türlü karar veremeyen iki dost olarak kaldık. Bir gün harekete yeniden başladık, İstanbul Okulunu kurduk o da yetmezse, hiç olmazsa gençlerden bir takım kuralım da teknik direktörlük yapalım dedik.
Aşırı ümmetçilik bastırıp bu topraklardan bağını koparınca bizim de milliliğimiz tutar Türk yükseliş hareketini kurmaya kalkar, aşırı Selefilik bastırıp Ehli Sünnet ve Hanefilik kısmen alaya alınınca, bu kez de hararetli bir şekilde “Ehli Sünnet akımının Hanefi damarının devrimci boyutundanız” der işin içinden çıkardık. O zaman Ahmet’in gönülden desteğini yakından hissederdik.
Bazen de bizim meşhur aydınların tutum ve davranışları gündeme gelir ve biz bunları kritik ederdik. Örneğin iyi, güzel, hoş çok faydalı işler yapıp verimli düşünceler ürettiler ancak iktidara bu kadar yakın durmak hür ve bağımsız aydına yakışmaz, deyip birini eleştirince, Ahmet de o kadar da değil diyerek savunmaya geçip itiraz ederdi. Sonra bir bakarsınız, biz ikna olup gerçekten doğru, galiba fazla yüklendik deyip biraz geri çekilince, bu kez de roller değişir ve sazı Ahmet ele alırdı. “Biliyor musun reis aslında dediklerinin doğruluk payı var, gerçekten biraz haklısın” derdi. Velhasıl Ahmet, bu kadar da iktidara yanaşılmaz ki kardeşim, öyle olunca dediklerinin ve yazdıklarının altı boşalıyor diyecek kadar öz eleştiri ve muhasebe yapan nadir aydınlardan biridir.
Ahmet ile netameli konuları tartışıp durmak, ikimize de özel zevk verir. İçki yasağı konusu da bunlardan biridir ve bunu halen tartışırız dururuz. Biz ısrarla içmek isteyenlere dokunmamak gerekir, hatta halk ve hak düşmanlarının içkilerine hiç dokunmamalı, bırakın içsin ve kendinden geçsinler, o zaman devrim yapma mücadelesi daha da hızlanmış olabilir deyince, sen de fazla abarttın diyerek itiraz etmekten geri durmaz.
*
Kendisi çok dost canlısıdır, ancak insanları ayıklayıp onları dosta çevirmesi de bir o kadar zordur. Sevdi mi tam sever, dost oldu mu tam dost olur. Yakın dost olduklarını gözetmekten hiç geri durmaz. Çoğu insana nasip olmayan mı diyelim yoksa Ahmet’in mahareti mi diyelim bilemedim, ancak yaşarken yakın tanıyıp dost olduklarını o kendine has espri yüklü kalemiyle kâğıda dökmeyi ve kitaplaştırmayı başarmış ender şahsiyetlerden biridir.
“Vefasız çağa ince bir itiraz” olarak tanımladığı ve söz konusu “Boyasız Yüzler/ 23 Gerçek Adam” eserini, gidenlerin arkasından ettiğimiz olumlu sözlerin yarısını veya daha azını mevtanın sağlığında etme çabasını takdir etmemek mümkün mü? Hele o boyasız yüzlere sizi de dâhil edip masaya yatırdıysa. Ama kısmet, masadan kalkıp Ahmet’i masaya yatırma sırası da bize gelmiş oldu.
“Denizi kayıp, gemisi yanmış, elinde pusula, tayfa toplarken helak oluyor Reis Temel Hazıroğlu” adlı değerlendirmesine ve o ironik üslubuna ne diyeyim bilemiyorum. Övgü müdür, yoksa tatlı tatlı okşarken bir tokat mıdır, tam anlayamadım doğrusu. Galiba, severim de döverim de (dost uyarısı yaparım da). Bizim gibi bilerek ve isteyerek Oflu olduğunu unutup Trabzonlu olduğunu söyleyen birinin, Of’ta doğup da ne kadar Of’un özelliklerini taşımadığını ısrarla sıralayan insana ne diyebiliriz ki? Ancak estetik ve ironi yüklü olsa da o nazikâne ve kadirşinas üslubuyla hem şehir evliyası deyip hem de hukuk, ahlak ve tutarlılık için bize kendi evimizi yaktırmasına ne demeli bilemiyorum.
Yeri gelmişken bizim Ahmet’in anlatmaktan özel zevk aldığı, fiilen yaşanmış bir hikâyesi vardır: Bir gün Ahmet yemek için Tofaş Serçe arabasıyla Trabzon Akçaabat’ta bir lokantaya gitmiş. Masaya oturmuş ve sohbet esnasında lokantacı sormuş: Hemşerim ne iş yapayısun? Ahmet şöyle etrafa bir bakmış, ne diyeyim diye biraz düşünmüş ve cevap vermiş: Yazarım. Lokantacı, yüzünü Ahmet’ten çevirmiş ve arabaya doğru dönüp garip garip bakmaya başlamış, sanki alacakmış gibi Serçe’yi incelemiş ve tekrar Ahmet’e dönerek yüzüne anlamlı anlamlı bakıp şöyle demiş: Galiba iyi yazamayısun.
*
İyi okuyan, güzel yazan, rotası belli, istikameti doğru, cümleleri narin, her yazdığı adeta şiir gibi olan bir adam, Ahmet Mercan. Can dost, yol arkadaşı, güzel bir adam. Ayrıca hayatımı dolduran bu “yeni ve başka bir dünya arayışı” kavgamızda sürekli yanımda hissettiğim ender arkadaşlardan biridir Ahmet.
Ahmet, canı sıkıldığında ya da bir hastalık konusu açıldığında Necip Fazıl’ın dediği “Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam/ Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam…” sözüne nazire yaparcasına, “Vasiyetimdir; tabutumu taşıyacak iki inanmış adam buldum, Temel ile Ömer. Artık kalan iki kişiyi de siz mi bulursunuz yoksa onlar kendileri mi gelirler? Ben bilmem.” der. Ahmet işte böyle; adeta bu dünyadan gidişini kesin garanti altına almış gibi bize hatırlatır. Bu arada şunu ilave etmeyi de unutmaz; eğer siz benden önce giderseniz, o zaman tabii olarak vazife artık bende.
Yine Necip Fazıl, “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” ve “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış,” diyor ya, o da bu arayışın yılmaz yolcusudur. Öyle ki bunu çoğu şiirinde hissedersiniz: “O sen misin/ Tek nüshadır yazdıklarım/ o adamı arıyorum/ tedbirsizliğe hazır kıta/ buzla ısınan ay ışığıyla doyan/ o adamı arıyorum/ yok mu tanıyan/ Zamanın en çetin savaşına çıkan/ yüzünü yüreğiyle barıştırırken yaralanan/ acıyla gülümseyip yeniden sefer için gün sayan/ o adamı arıyorum yok mu tanıyan.”
“Şairdim/ söz diyarında/ mücevher dükkanım vardı/ çarptı bir ah’a ömrüm/ ben üryan dükkanım yangında kaldı”
“O atlıdan geriye kalanım ben/ yelelerinin alevi elimde mermer ırmak/ bir iç çekmek bir ateş yakmak/ geçsin diye o an aramızdan yalın kılıç/ saçlarım sensizliğin denizinde ağaracak”
*
Ahmet Mercan candır, dosttur, adamdır ve çileli gibi görünen hüzünlü âşıktır. Onda şiir gibi yaşama, ilginç ve estetik cümle kurma arayışı hiç bitmez. Bunu kitaplarının isminden bile anlarsınız. Üç noktalı yağmur altında bir yanınız yanardağsa, gölgenizin ayak seslerini duyuyorsanız, sensizliği bilmeyenler çoğalıyorsa, boyasız yüzleri olan gerçek adam arıyorsanız, siz hâlâ akıl ağrısı çekiyorsanız ve birisi halen ve her an “yine de aşk” diye fısıldıyorsa bilin ki o Ahmet’tir. Nariyan içinde feveran eden, arının ayak tozunu izleyen, yağmurla yanan, anlamı yoran, sürgün özlemleri çekerken kelebek kanadında surlar kuran, cana düşen cemre gibi Kur’an’ın ışığıyla İslam’ın özüne yolculuk yapan birini görüyorsanız ya da arıyorsanız inanın ki o, yine de aşk diyen Ahmet’tir.
Sevgili Ahmet, sürgün özlemlerinde “Bir zarif sancısın candan içeru” derken bize şiir gülü atmayı da ihmal etmez: “Demirden duvarlar durur önümde/ Bir ateş yanar uzakta benden/ Beklenirken ufuktan gelmeyen gemi/ Taşla kuşla gardaş oldum beklerken/ Sabırla tevekkül dokunur durur/ Sevda bestelenir gece içinden/ Eşkıyadan sahabe çıkaran yangın/ Dertleri yok ettim senin derdinden/ Ardından koşarken boğulsun gece/ Gel yine geçelim Kızıldeniz’den/ Bu yüzdendir bu yüzlerde karanlık/ Habersiz hicret kardeşliğinden/ Haberin gelsin yeter ki senin/ Çıkmış olur canım gelen müjdeyle.”
Bu güzel adam, kitaplarını adeta ilhamla yazar, şiir gibi sohbetiyle içimizi ısıtıp deşer ve eserleri ortaya çıkınca onları üzerinde güllerle, gül kokan imzasıyla bize yollamaktan özel keyif alır: “Erdem yüklü, sevgili dostuma (uzun laz) hayatı şiirleştirecek iklim uğrunda sabır ve başarı dileklerimle; kavi dosta bitmeyecek dostluk temennisiyle; sevgili reise, sevgi ve kıyısız muhabbetle, çok yaşa reis; sevgili reisimize sınırsız muhabbetle; canım ağabeyime kıyısız kavi muhabbetle; uzun ve hayırlı bir ömür duasıyla.”
*
Dostumuz aynı zamanda çok yönlü bir arkadaştır. Bulunduğu ortamı şenlendirmekle kalmaz aynı zamanda tasvir etmeye de çalışır. Onun İstanbul’u anlatan kısa ve özlü sözleri ne kadar da anlam yüklüdür. “Kendini bulmanın öyküsü burada yazılır/ Yok oluş dehlizlerinin yanı başında/ İnsan insanı az bulur, çok kaybeder İstanbul’da…” diyen ve bunu adeta Picasso tablosu gibi çerçeveleyip hediye eden Ahmet, o bir şekilde kaybolunan İstanbul’da kendinizi bulmaya rehber olan bir yoldaştır.
Ahmet, derya deniz olan eserleriyle okuyanlarını daha kitabın şiirsel ismiyle şaşırtan, kelebeğin kanadına surlar sığdıran, bir kıtada annelere mermiyi bulacak çocuk doğurtan ancak başka bir kıtada çocuğu öldürecek mermileri dolduran kadınları durduramayan insan canlısı biridir.
O, bitmez tükenmez okumasıyla, yaptığı açılımlarla ve o şiirsel diliyle insanları başka diyarlara taşır, onlara ufuk kazandırır. Bir gerçeğin altını sürekli çizmekten vaz geçmez: İnsanın vahiy ile buluşup kitabı önyargısız okuduğunda aklının sancısını, kalbinin arayışını dindirme imkânına kavuşur. Gözlemlerini netleştireceği, sorularını yöneltebileceği yer artık vahiydir.
Sezai Karakoç Kitabın Konuşması adlı yazısında, “inanmış adamın işi, vakti kitapla konuşturmaktır. Yüzlerimizi kitaba ve kitaba bağlı kitaplara çevirelim. İnsanın yüzünü kitaba çevirelim. Vaktin yüzünü kitaba çevirelim. Bu dünya hayatında en büyük iyilik ve sevap, insan ruhuna kitabın ruhundan bağışlar taşımaktır,” der. İşte Ahmet, bu bağışçılardan biridir.
Velhasıl şiir gibi yaşayan ve kitabın ruhundan bağışlar taşıyan bir adam arıyorsanız bilin ki o, Ahmet Mercan’dır.