Sesi yükseltmeden de sözü yükseltebilen, sustuğunda da çok şey söyleyebilen nadir adamlar var. Onlardan birisidir benim dostum.
Ömer KARAOĞLU

O, benim dostum!
Çünkü sağlam ölmek için bu çağda, hasta yaşamak gerektiğini, sılasız gurbet türküsü dinlenmeyeceğini belletti bana. Maskesiz yaşamanın savaşların en çetini olduğunu, uygarlığın her kıtaya en kısa sürede ölüm ihraç edebilecek kadar ilerlediğini söyledi.
Değişimi en iyi ölülerin anlatabildiğini, tevhid bilincini eyleme dönüştüren insanın, yenilgisi olmayan bir savaşa çıktığını … ve hakikate dair damıtılmış nice cümleyi kayda geçirdi.
Bu itibarla şükür ki benim dostum kendileri!
Uzun yıllara sârî dostluğumuz, zamanımıza şahitlik oldu bir anlamda. Bir ağabey, bir yol arkadaşı, bir dost. Bir şair, bir düşünür, derdin derman olduğunu belleten bir ahir zaman muallimi.
Bir kez daha o anlatsın kimilerine, anlatmaktan aciz kaldıklarımızı:
“…biz yürüdük. Ah! Söyletmeyin çocuklar, biz içinden hüzün akan günlerle kırklanıp büyüdük.
Şarkını hafızanda tutabilir misin? Kıvranırken altın perçemli çocuk acıyla, yanından sıyrılıp kaçabilir misin? Biz en çok açmayan çiçekler için ağladık. Hiç durmadan, sabah akşam demeden aynalara baktık. Sorular sorduk, başkaları sormadan daha. Hep bir suç aradık.
Zindanlar anladı. Dağlar tesbihte daim, okyanuslar sırrımızı sımsıkı sarmalayıp sakladı.
Bir tek onlar anlamadı”.
Böyle yazdı “Sensizliği Bilmiyorlar”da.
“Hüznün ev sahibi olduğu”nu kaydetmişse de “kiracı”lığa talip olduğumuzu beyan edelim yeri gelmişken. Zira nice günler ve geceler boyunca o “bildiği ve hiçbir kulağa değmemiş şarkı”yı ısrarla saklasa da arada bir mırıldandığı seslerden duymuşluğumuz vardır.
Sesi yükseltmeden de sözü yükseltebilen, sustuğunda da çok şey söyleyebilen nadir adamlar var. Onlardan birisidir benim dostum.
Ona onun kaleminden, işlediği cürümleri hatırlatmak isterim yine de:
“Suç duyurusu yaptılar adına
Ülkeye gizlice gül taşımışsın
Gökyüzünü çizmişsin kalın surlara
Sırtında nehirler şehre varmışsın”
…
Birçoğumuza göre önde başlamış hayata. Erken yaşlarında dağları, ovaları, ağaçları, gökyüzünü, yıldızları, kuzuları… tanımış. Kendi ifadesiyle “ağacın kitaba dönüşmeden de okunabileceğini” fark etmiş, kentin insanı tüm bu olan bitenlerin farkında değilken.
Sonra İstanbul yılları…
Dostluğumuzun başladığı “Selam” çocuk dergisi ve sesli yayıncılık. Devasa yangınlara bardaklarla su taşıma telaşımız. Anadolu’ya köşe bucak hicret ezgileri, Medine haberleri göndermek için nöbetler. Söylediği gibi:
“…dünya çok uzaklarda, küçük muamma. Anlamlar üstümüze akan ahtapot volkanı, dizlerimizde çatırtılar ve direncin benzersiz varoluşu. Yoruldukça nasıl da güçleniyoruz” ama!
Sonra meydanlarda kavgalar ve alınan yaralar. İleride kimileri için “kayda değer maluliyet getirilerine dönüştürülen” yaralar. En çok da onlar yaralar!
Dostum, ağabeyim, yürekten yazmış “Kurtuluşun Ölümü”nü ve azmettirmiş, biz de okumuşuz besteleyip nice şiirleri gibi. O şubat soğuğu günlerde takibe uğramış eser ve bir özel radyonun bir ay kapanma cezası almasına sebep olmuş.
“Hey dağlarım gelin orta yerine kentin
kurulun,
değişsin rengi çehresi şehrin…”
demiş, bize de bestelemek düşmüş tam da Marmara Depremi gecesinde. Demişti ki Hazret, “tamam yazdım yazmaya da sen de yürekten söylemişsin be arkadaş”.
Benim dostum, öz ülkemizde olanları anlatmıştı yine:
“Sensizliği bilmiyorlar.
Seni bilmiyorlar. Sensizliği anlatıyorum ben. Örtüyorlar örtülerini içlerine. Karbon kağıdı girmiş günlerin arasına. Oynuyor her şey. Her şey kendinden başka olma yolunda. Görüntü vermeden kaçıyor katiller. Sessiz bir çığlıkla inliyor ve ürpertiye kapatıyor kapılarını evler.
Seni bilmiyorlar.
Veda tepesini, Hira’yı, Taif’i…Ve Veda’yı bilmiyorlar. Öfkeli bir üzüntüyle volta atıyorum…Bırakma beni. Tut ellerimi”.
Çok zaman geçti üzerinden.
Hâlâ bilmiyor çoğu, O’nsuzluğu.
Yetmez gibi üstüne pandemi, faiz indir-kaldır kur’a kur yapmalar, kripto para ve çok harfli cinsiyetsiz cibilliyetsiz… düzenlerinin “sürdürülebilirliği” üzerine yeni aymazlıklara maruz kaldık şimdilerde. Oysa dostumun dediği gibi, “yuvarlak kelimeler aranıyor küresel dünyaya”. Ve yine söylediği gibi, “hüner parayı merhamete dönüştürebilmek”miş ve “yağmuru dinlemeyene hiçbir şarkı kâr etmiyor”muş. Ne ki bilmiyorlar hâlâ.
Üzerimde çok hakkı var, biliyorum. Az mı taciz etti yangına su taşımaya, ağır kaldığımız kimi vakitlerde. Az mı söyleşip dertleştik, az mı yutkunduk birlikte. O da biliyor; akademi, müzik, bizim mahalle koştururken “çıkmazlar” çıkabiliyor önümüze. Ama “her çıkmazın aşka işaret” olduğunu söyledi bir kere. Ve yine o söylemişti; “tek övünç kaynağım, zaaflarım” diye.
Bu arada kendisini tanıyanlar, Mercan’da hüzne/çileye rağmen ince mizahı ve her şeye rağmen tebessüme vesile sayısız örneği iyi bilirler. Dostumda, hüznün umudu teslim aldığına tanık olmadım.
Kısa aralıklarda görüşmemiz aksamışsa bile, o zamanlarda “yalnızlığın en sadık dost” olduğunu hatırlatışı teselli oldu bize. İlk fırsatta da birikmiş hasreti çayda eritiverdik zaten.
Nihayet şarkılardan sual eden olursa, cevabı dostumdan gelsin yine:
“Dağın arkasında soylu bir susuş’un
uslanmaz şarkısı kaldı”.
Sırdaşı olduğumuz sohbetlerin ebedi yurdumuzda da devamı duasıyla…