Oryantalistlerin İslam Sunumu

Eski Oryantalistler Doğu’yu değişmez ve durağan bir dünya, bunun karşısında ise Batı’yı değişimci ve yenilikçi bir dünya olarak resmederken, yeni-Oryantalistler Doğu’yu değişmez bir dünya olarak görmezler, bilakis son iki yüzyılda hızla değişen ve bu bakımdan da bilgilerin sürekli güncellenmesi gerektiğini düşünen dinamik bir Doğu algısına sahiptirler.

Kadir CANATAN

Prof. Dr., İstanbul Sabahattin Zaim Üni. Öğretim Üyesi

Batılı bilimsel disiplinler içinde yer alan Oryantalizm hem tanımı hem de işlevleriyle önemli bir tartışma konusudur. Son iki yüzyıl içinde geçirdiği değişimler dikkate alınarak “Oryantalizm nedir?” sorusuna beş farklı tanım yapılmıştır. İlk olarak, Oryantalizm akademik anlamda “Doğu’nun dilleri ve metinlerinin bilimsel çalışması” olarak tanımlanmaktadır. Denebilir ki Oryantalizm Batı’nın Doğu’ya duyduğu ilginin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İkinci olarak Oryantalizm politik anlamda “Doğu Hindistan dillerini, yasalarını ve geleneklerini korumak amacıyla Doğu Hindistan Şirketi’nin 18. yüzyılın sonlarına doğru izlediği politika”yı ifade etmektedir. Doğu Hindistan Şirketi Hollanda’nın egemenlik alanlarında etkinlik gösteren, 1602 yılında kurulmuş, Asya’da 21 yıl boyunca tekel olmuş imtiyazlı bir şirkettir. Burada “Doğu Hindistan” olarak geçen ifade Hindistan’ı değil, Endonezya ve etrafındaki adaları tanımlamaktadır. Üçüncü olarak Oryantalizm sanat alanında Doğu’yu konu edinen artistik stilleri içermektedir. Bu üç tanım, sözlük ve ansiklopedilerde Oryantalizm için kullanılan asli anlamları ifade etmektedir.

Oryantalizm, 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar bu anlamlarda kullanılmıştır. 1960 ve 1970’li yıllar, Oryantalizm için tarihsel bir kırılma noktası olmuştur. Bu dönemde Anouar Abdel-Malek, A.L. Tibawi, Bryan Turner ve Edward Said gibi bir grup bilim insanı Oryantalizmin klasik biçimlerine karşı bir eleştiri başlatmışlar ve Oryantalizme yeni bir anlam yüklemişlerdir. Bundan böyle kavram ideolojik bir çağrışım kazanmıştır. Başka bir deyişle söz konusu bilim insanları, Oryantalizmi bilimsel bir disiplin olmaktan ziyade ideolojik bir disiplin olarak yeniden tanımlamışlardır. Bunlara göre Oryantalizm, “Batı’da şekillenen ve Avrupa emperyalizmine derinden bulaşmış bir güç söylemi”nden ibarettir. Bu bilim insanları ve yazarlar, Oryantalizmin “emperyalizmin bir aracı” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu gelişmeden sonra “Oryantalizm” ve “Oryantalist” ifadeleri negatif anlamda birini suçlamak üzere bir etiket olarak kullanılmaya başlanmıştır. Oysa ilgili bilim insanlarının esas amacı böyle bir etiketleme yapmaktan ziyade Oryantalistlerin söylem, metodoloji ve bilgilerini gözden geçirmelerini talep etmekti.

1978 yılında Hristiyan kökenli Arap Edward Said’in “Oryantalizm: Batı’nın Doğu Tanımları” adlı kitabının yayınlanması, klasik veya eski-Oryantalizmden yeni-Oryantalizme geçişte önemli bir rol oynamıştır. Çünkü bu eser haklı olarak Oryantalizm hakkında yeni bir tartışma ve yayın patlamasına sebep olmuştur. Bundan sonraki aşamada Oryantalizm söylemlerinde “Said yanlıları” ile “Said karşıtları” arasında kıyasıya bir mücadele başlamıştır.

Ortadoğu konusundaki çalışmalarıyla haklı bir ün yapmış olan Bernard Lewis’in “Oryantalizm Hakkında Bir Soruşturma” adlı makalesi klasik anlamda Oryantalizmin ne olduğunu ele almaktadır. O, bir yandan Şarkiyatçılığı Ortadoğu’yu inceleyen bilimsel bir disiplin, (Oryantalistik) olarak görürken, diğer yandan da, 19. yüzyılda Orta Doğu ve Afrika’yı resmetmek için seyahat eden bir grup Avrupalı ​​​​sanatçının çalışmalarını ifade eden bir kavram olarak tanımlamaktadır. Lewis, Oryantalizmin sanatsal önemini tartışmaz, ancak o Oryantalizmin tarihi ve önemi üzerinde durur. Bunu uygulayanlar “Ortadoğu’dan metinleri restore etmek, yayınlamak ve yorumlamak”la uğraşan filologlardı. Başka bir deyişle klasik Oryantalistler masa başında Ortadoğu kaynaklı metinleri inceleyerek, Doğu hakkında bir fikir ve bilgi üretiyorlardı. Bunlar içinde sosyologlar ve kültürel antropologlar gibi sosyal bilimcilerden ziyade filologlar ağırlıktaydı.

Peki, masa başında oturarak metinleri inceleyerek Doğu veya Ortadoğu’yu anlamak mümkün müdür? Ortadoğu’da üretilmiş metinler, bu coğrafyanın değişen sosyal ve kültürel yapısını ne kadar yansıtmaktadır?

İşte, Edward Said’in eleştirileri ve bu tür soruların tartışılmasıyla birlikte Oryantalist çevrelerde “Yeni-Oryantalizm” diye adlandırılan bir akım doğmuştur. Bu akım sadece eski ve klasik Oryantalizmi eleştirmekle kalmamış, Oryantalizmin farklı bir biçimde yapılabileceğini de göstermeye çalışmıştır. Yeni-Oryantalizmin bazı özelliklerini şu şekilde maddeleştirebiliriz:

  1. Yeni-Oryantalizm, masa başı metin çalışmalarıyla yetinmez, ilgili ülkeleri ve kültürleri saha araştırmalarıyla tanımaya çalışır;
  2. Yeni-Oryantalizmi yapanlar filologlar ve seyyahlardan ziyade sosyal bilimci niteliği ağır basan sosyolog, kültürel antropolog, teolog, tarihçi ve siyaset bilimcilerden oluşmaktadır. Bunlar içinde ülkelere göre (söz gelimi Türkoloji) çalışmalar bulunduğu gibi, belirli dinleri (söz gelimi İslamoloji) odak noktası seçerek bu konularda uzmanlığa yönelenler de bulunmaktadır;
  3. Eski Oryantalistler Doğu’yu değişmez ve durağan bir dünya, bunun karşısında ise Batı’yı değişimci ve yenilikçi bir dünya olarak resmederken, yeni-Oryantalistler Doğu’yu değişmez bir dünya olarak görmezler, bilakis son iki yüzyılda hızla değişen ve bu bakımdan da bilgilerin sürekli güncellenmesi gerektiğini düşünen dinamik bir Doğu algısına sahiptirler. Bunlar genellemeler kadar Doğu-Batı karşıtlığından da kaçınırlar.
  4. Daha da önemlisi yeni-Oryantalistler, kendi disiplinleri üzerinde sorgulamalar yaparken yeni isimlendirmeler de yapmaktan kaçınmazlar. Söz gelimi 1973 yılında Paris’te düzenlenen Uluslararası Oryantalistler Kongresi’nde “Oryantalizm” kavramını tartışmaya açmışlar ve sonraki yıllarda isimlerini “Asya ve Kuzey Afrika Uluslararası İnsan Bilimleri Kongresi” olarak değiştirmişlerdir.
  5. Yeni-Oryantalistler sadece Doğu ve Ortadoğu’yu değil, Avrupa ve Batı’daki göçmenleri ve Müslümanları da çalışmaya başlamışlardır. Çünkü uluslararası göç hareketleriyle birlikte üzerinde çalıştıkları coğrafyalardan milyonlarca insan Avrupa’ya akın etmiştir. Buraya gelen göçmen ve Müslümanların uyum sorunları olduğu gibi Avrupa’nın önyargılarından kaynaklanan İslamofobik eğilimler de güçlenmiştir. 

Bu gelişmelere bağlı olarak Lewis, sözü edilen makalesinde Oryantalizm ve Oryantalist ifadelerinin belirsizleştiğini belirterek, bu kavramı Filistin kökenli Edward Said’in zehirlediğini ve rasyonel kullanım için işlevsiz bir hale getirdiğini iddia eder. Ona göre Oryantalizm kavramı bugün orijinal anlamını kaybetmiş olduğu gibi artık ideolojik çağrışımlarından kurtarmak da mümkün değildir. Günlük gözlemlerimizde de birçok Oryantalistin “Ben oryantalist değilim” dediği işitilmektedir. Söz gelimi Leiden İslamoloji bölüm başkanı olan Pieter Sjoerd van Koningsveld kendini Oryantalist olarak görmüyordu ve daha çok “İslamolog” veya “Arabist” olarak adlandırıyordu.   

Bu kısa arkaplan bilgilerden sonra, bu yazımızda Hollandalı Oryantalistlerin ve islamologların Batı’da ürettikleri metinlerde nasıl bir İslam sunumu yaptıklarına odaklanacağız. Bu noktada iki farklı profil üzerinde durarak bir resim çizmeye çalışacağız. İlk profil için Protestan bir kimliğe sahip olan ve pozitif görüşleriyle tanınan Anton Wessels, ikinci profil için ise, önce sosyalist, sonra aşırı sağcı ve anti-islamist bir eksene kaymış olan Hans Jansen seçilmiştir.

Prostestan Bir İslamolog: Anton Wessels (1937-….) 

Wessels, Amsterdam Vrije Universiteit’te Din Bilimleri okumuş olmakla birlikte uzmanlık alanı olarak da İslam’ı seçmiştir. Ayrıca Kahire’de modern Müslüman edebiyatında Hz. Muhammed imajı üzerine bir doktora yapmış ve bu nedenle gerçek bir İslam uzmanı olarak kabul görmüştür. 1978’den 2002’ye kadar Wessels, Hür Amsterdam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Bilimleri profesörü olarak, bundan önce de Mısır ve Lübnan’da yıllarca çalışmıştır. İslam ile Hristiyanlık arasındaki ilişki ve İncil ile kültür arasındaki ilişki üzerine birçok yayınlar yapmıştır. Wessels, Hristiyan teolojisi de okuduğu için düzenli olarak Hollanda’daki Protestan Kilisesi’nin ayinlerinde vaaz vermiş ve yine neredeyse tüm hayatı boyunca Hristiyanlık ve İncil ile olduğu kadar İslam ve Kur’an ile de yoğun bir şekilde ilgilenmiştir.

Wessels’ın İslam odaklı birçok kitabı bulunmaktadır. “İslam Hakkında: Öyküsel Bir Anlatımla İslam”, “Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’da Kudüs Şehri”; “İncil Tevrat ve Kur’an’da Musa”; “Kur’an’ı Anlamak” ve “Tevrat, İncil ve Kur’an” gibi kitaplar belli başlı eserleridir. Çalışmalarının çoğu karşılaştırmalı bir nitelik taşımaktadır. Onun iddiasına göre İbrahim dinler olan Musevilik, İsevilik ve İslam birbirinden kopuk olarak anlaşılamaz. O bu konudaki iddiasını çok ileri bir aşamaya taşımıştır. Johan M. Snoek’un 2010 yılında yayınlandığı “Yahudi ve Filistinlilerin Gözyaşları” adlı kitabının tanıtımı sırasında yaptığı bir konuşmada Yahudi ve Hıristiyanlara çarpıcı bir çağrıda bulunarak “Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar inkâr edilemez bir şekilde birbirine bağlıdırlar. İsa, Yahudilerin çoğu tarafından, Hristiyan kilisesinin onu gördüğü ve anladığı şekilde kabul edilmemiştir. Hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar, Muhammed’i bir peygamber olarak tanımayı çoğunlukla reddetmişlerdir. Ancak, Muhammed’in de peygamberler arasında olup olmadığı sorusu, benim açımdan, tartışmasızdır. Yahudi ve Hristiyanlar da bence bu soruya olumlu cevap vermelidirler.” Bu sözler, onun Hz. Muhammed’i peygamber, Kur’an’ı da ilahi bir kelam olarak kabul ettiğini göstermektedir.  

Wessels, erken dönem yayınladığı “Müslüman Komşu: İslam Teolojisine Doğru” (1978) adlı kitabında İslam ile ilgili görüşlerini aktarmaktadır. Bu kitabın kurgusu onun konuya nasıl bir perspektiften yaklaştığının ipuçlarını vermektedir. Wessels, İslam’ı tarihsel olarak Hz. Muhammed’in Hristiyanlarla karşılaşmasıyla başlatır, haçlı savaşları ve fetihler sırasındaki çatışmalarla tarafların birbirleri karşısında olumsuz bir imaj geliştirdiklerini anlatır ve netice olarak kitabın sonunda “diyalog mu, karşılaşma mı?” sorusunu sorar. Kitabın başlığından anlaşılacağı üzere onun bu soruya verdiği cevap “diyalog” şeklindedir.

Wessels, tarihsel olayları ele alırken daha çok betimleyici bir tarzda anlatır ve hem İslam hem de Hristiyan kaynaklarında bolca aktarımlar yapar. Hristiyanların Hz. Muhammed ve Kur’an karşısındaki olumsuz tutumlarını, Kur’an’ın içeriğinde anlatılan Ortodoks olmayan Hristiyan anlatısına dayandırır. Hristiyan kaynaklar, Hz. Muhammed’in Bahira ile ilişkilerini kabul etmekle birlikte Bahira’nın sapkın bir keşiş olduğu kaydederler. Ki bu sapkın keşiş, onlara göre Muhammed’in Kur’an’ı oluşturmasına katkı vermiştir. Bu arada Wessels Kur’an’ın Hristiyanlara yönelik tutumunun, Yahudilere kıyasla daha mutedil ve olumlu olduğunu kaydeder.

Wessels’a göre Müslümanların Hristiyanlar hakkındaki görüşleri Kur’an’da anlatılan verilere dayanmaktadır. Bu bağlamda İncil, İsa ve Meryem gibi temalar çok önemlidir. Bu noktalarda İslam ile Hristiyanlık arasındaki ayrımlar verilmektedir. Ortaçağ boyunca da, örneğin İspanya’da olduğu gibi Müslümanların polemikleri bu noktalara odaklanmıştır. İtiraz edilen konuların başında teslis inancı, İsa’nın bedenleşmesi, bazı ibadetler ve pratikler gelmektedir. Tüm bu konularda Hristiyanlar inançlarını ve kitaplarını tahrif etmişlerdir. Buna verilen tepkilerle ve ayrıca Ortaçağ boyunca yaşanan savaşlarla birlikte, Hristiyan Batı ile Müslüman Doğu arasındaki ilişkiler bozulmuş ve yeni döneme de birçok önyargı aktarılmıştır.

Onun bu uzun tarihi arka planı anlatmasının bir sebebi vardır. Bu kadar olumsuz tecrübe, önyargı ve polemiklere rağmen Müslümanlarla Hristiyanlar arasında diyalog kurmanın imkânı var mıdır? Wessels’e göre her iki taraf da açık bir tutum ve diyalog temelinde bir araya gelebilirler, bunun için gerekli olan ortamlar oluşmuştur. İlk olarak tarihsel yükler olsa da, bunların etkisi geçmişteki kadar etkili ve canlı değildir. İkinci olarak Müslümanlar göç yoluyla Batı’da Hristiyanlarla “komşu” olmuşlardır. Bugün yeniden daha soğukkanlı ve bilinçli olarak birbirlerini dinleyebilir ve anlayabilirler. Diyalog sürecinde dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta olduğuna işaret etmektedir: Bizim onlar hakkında ne düşündüğümüz değil, onların ne dediği önemlidir. Yine aynı şekilde onların bizim hakkımızda ne düşündükleri değil, bizim neye inanıp inanmadığımız önemlidir. Eğer bu perspektiften taraflar bir araya gelip bazı meseleleri konuşurlarsa, önemli oranda tarihsel önyargılardan koparak yeni bir anlama sürecini başlatabilirler.

Kitabının son bölümünde Wessels “Muhammed peygamber midir?” ve “Muhammed bir peygamber olarak tanınabilir mi?” şeklinde sorular sormakta ve bunlara cevap aramaktadır. Bu meyanda Hristiyan teolog Paul Tillich’in şu sözüne atıfta bulunmaktadır: “Biz (batıda) Yahudileri kendi dinimize çekemedik ama onları bir muhatap olarak kabul ettik. Tıpkı bunun gibi Müslümanlara da misyonerce yaklaşmaktan vazgeçmeliyiz, onları bir muhatap olarak görmeliyiz. Çünkü Müslümanları Hristiyanlığa çevirme hareketi başarısız olmuştur.”

Tarihsel ve teolojik algılardan dolayı Hristiyanların Hz. Muhammed’i bir peygamber olarak tanımalarının önünde engeller bulunduğuna değinen Wessels, Hindistan-Haydarab’da Hz. Muhammed hakkındaki görüşleri anlattıktan sonra bir izleyicinin kendisine şu soruyu sorduğunu kaydeder: “Tüm bunlar güzel ve iyi şeyler ama Muhammed hakkında siz ne düşünüyorsunuz?” Bu soruya verdiği cevap Wessels’in sadece Hz. Muhammed hakkında değil, Kur’an karşısında da nasıl bir yaklaşıma sahip olduğunu göstermektedir. “Öyle inanıyorum ki, Tanrı Muhammed’e seslenmiştir. Kur’an’da da kesinlikte Tanrı’nın sözleriyle karşılaşıyoruz. Bunu ciddiye almanın zamanı gelmiştir. Aynı zamanda Kur’an’da Hristiyan inançlarıyla çelişen öğelere de rastlıyorum. Benim başka türlü yorum yapmama imkân tanımadığınız sürece, bunların Tanrı sözü olduğunu kabul edemem.” Yıllar sonra emekli profesör, son yaptığı açıklamaların birinde Hristiyan ve Yahudilere çağrı yaparak Hz. Muhammed’in bir peygamber olarak tanımalarını talep etmiştir. Yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere Wessels, Hz. Muhammed’in vahiy aldığına ve Kur’an’ın bir Allah kelamı olduğuna inanmaktadır. Ancak Hristiyan inançlarıyla çelişen kısımların, kendince farklı biçimlerde yorumlanarak söz konusu çelişkilerin ortadan kaldırabileceğine de inanmaktadır.

Anti-İslamist Bir İslamolog: Hans Jansen (1942-2015)

Jansen, sadece bir Arabist, İslamolog, köşe yazarı-yayıncı değil, aynı zamanda bir politikacıydı. İslam hakkında birçok makale ve kitap yazmış ve internette de çok sayıda yayın yapmıştır. Medyada sık sık İslam’ın tartışıldığı programlarda yer almıştır. İslam karşısında başlangıçta ılımlı bir duruşu varken, bir dizi olay nedeniyle yıllar içinde tavrı değişmiştir. Theo van Gogh ve Ayaan Hirsi Ali gibi İslam karşıtlarıyla arkadaş olmuştur. Aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin lideri Wilders için bilirkişilik yaptığı için kamuoyunda daha fazla tanınır hale gelmiştir. Öğrencilik ve gençlik yıllarında politik olarak güçlü bir şekilde sol eğilime sahipti. Sonra Jansen, Geert Wilders’ın sadık izleyicilerinden biri oldu. Anti-islamist bir içeriğe sahip olan “Fitne” adlı filmde Wilders’a Kur’an metinleri konusunda tavsiyelerde bulunmuştur. Jansen, Wilders’ın partisi PVV için 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinin aday listesinde yer almıştır. 1 Temmuz 2014’ten 5 Mayıs 2015’teki ölümüne kadar Avrupa Parlamentosu Üyesi olarak görev yapmıştır.

Bilimsel kariyeri açısından baktığımızda Jansen, 1979’dan 1982’ye kadar Kahire’deki Hollanda Arap Araştırmaları Enstitüsü’nün müdürü olarak Mısır’da çalışmıştır. 1982’den 2005’e kadar Leiden’de Arapça ve İslami araştırmalarda yardımcı doçent olarak görev yapmıştır. 2003’ten 2008’e kadar Utrecht Üniversitesi’nde “Çağdaş İslam Düşüncesi” alanında özel atamayla profesör olmuştur. Aynı zamanda Groningen Üniversitesi’nde de ders vermiştir.

Jansen sadece anti-İslamist olduğu dönemde değil, bundan önceki dönemlerde de İslam hakkında yanlı ve kasıtlı çarpıtmalar yapmaktadır. Bu yanlı ve kasıtlı çarpıtmaların bir kısmı satır aralarına sıkıştırılırken, bir kısmını da açıktan açığa yapılmaktadır. “Modern Müslüman fundamentalizmi”ni ele aldığı bir kitap bölümünde (Islam in Paradiso, ed., 1985) İncil’den bir alıntı yaparak başlar ve nasıl İslam ile Hristiyanlığın taban tabana zıt dinler olduğunu ileri sürer. İfade şudur: “Çünkü insanın, Yasa’nın gereklerini yaparak değil, iman ederek aklandığı kanısındayız.” Bu söz Pavlus’un Romalılara yazdığı bir mektupta geçmektedir ve dinde şeriata değil imana vurgu yapmaktadır. Jansen, bunun zıddına imanın İslam’da önemli olmadığını, esas olanın şeriat olduğunu ileri sürmektedir. Bu anlamda, ona göre İslam, Yahudiliğin uzantısında ve ona benzer bir dindir. Tam olarak kendi ifadesini aktarırsak şöyle demektedir: “Müslümanlar için iman ve iman ilkeleri dinlerinin önemli bir parçası değildir, kesinlikle en önemli boyut bu değildir.” Yine diyor ki, eğer Müslümanlara “Müslümanlar neye inanır?” diye bir soru sorarsanız, bu soruya duyarsız kalırlar, çünkü onlar için inanç değil, kurallar önemlidir.

Jansen’a göre böyle bir din anlayışının önemli bir sonucu vardır, o da kanunların nasıl ve ne yolla uygulanacağı meselesidir. İşte, Müslümanlar ve özellikle fundamentalistler bu noktada şeriatı uygulayacak bir İslam devleti fikriyle hareket ederler. Bu bakımdan İslam’da siyaset ve devlet, dinin ayrılmaz bir parçasıdır. İslamı uygulamak için iktidarı ele geçirmek bir Müslüman için hayati bir değer taşır. Bu noktada da Jansen, güç ve iktidara ilgi duymayan Hristiyanlıkla İslamı birbirine zıt dinler olarak değerlendirir. Ona göre Müslümanlar bir yöneticinin Müslüman olmasını onun şeriat karşısındaki tavrına göre değerlendirirler. Normalde bir Müslüman devlet başkanı şeriatı uygulamakla yükümlüdür, eğer bunu yapmıyorsa, söz gelimi Batılı kanunları uyguluyorsa o Müslüman değildir, Müslüman olmayan bir devlet başkanına da itaat meşru değildir.

Bu iki temel iddiadan sonra Jansen’ın sözü getirmek istediği nokta açıktır: Fundamentalist Müslümanlar, kendi ülkelerinde yönetimleri meşru görmedikleri için cihat çağrısında bulunurlar ve şiddet bu temelden kaynaklanır. Buna örnek olarak Jansen Mısır’da devlet başkanı Enver Sedat’ı öldüren ekibin ideoloğu olan Muhammed Abdüsselam Farak’ın “Unutulmuş Ödev” adlı kitabından alıntılar yapar. Bu kitapta İslam beş temel ilkeden ibaret bir din olarak anlatılır: Namaz, zekât, hac ve oruçtan sonra cihat beşinci ilkedir. Eğer bir devlet başkanı şeriatı uygulamıyorsa, bunun yerine Batılı hukuku tercih ediyorsa, ona karşı cihat vacip hale gelir. Müslüman aktivistler sadece şeriat karşıtı güçlere değil, şeriat konusunda duyarsızlıkla suçladıkları sufilere de savaş açarlar. Çünkü bunların İslam’ı eksik gösterdiklerini ve eksik yaşadıklarını iddia ederler.

Jansen, İslam kadar İslam tarihi ve Hz. Muhammed hakkında da olumlu bir imaj çizmez. Ona göre Muhammed, kariyerini başarı ve tanınmayla sonuçlandırmıştır. En son Mekke’yi fethettikten sonra tüm Arap Yarımadası’nı kendine tabi kılmıştır. Dini ve politik otorite ayrımı yapmaksızın kendini hem peygamber hem de devlet adamı olarak kabul ettirmiştir. Muhammed sadece bir peygamber değildir, aynı zamanda bir devlet adamı, bir komutan ve büyük bir imparatorluğun kurucusudur. Jansen, İslam tarihini de Muhammed’in başarı ve fetihleriyle başlayan ve devam eden bir süreç olarak görür ve tek tek Müslümanların hangi coğrafyaları, nasıl ve ne zaman fethettikleri konusunda bilgiler aktarır.

Hz. Muhammed ve İslam tarihi anlatımlarından Jansen iki sonuç çıkarır. İlk olarak bugünkü fundamentalist Müslümanlar aslında İslam’dan bir sapmayı değil, bir sürekliliği ifade ederler. Tıpkı ilk dönem peygamber ve Müslümanların yaptığı kutsal savaş olan cihadı öne çıkarırlar ki, bu Müslüman dünyada neden şiddetin bitmediğini de izah eder. Cihat, İslam’ın bir emridir ve Müslümanların cihat olarak adlandırdıkları şey, dinin doğasından kaynaklanan bir şiddeti ifade eder. İkinci olarak bu noktada da İslam ve Muhammed, Hristiyanlık ve İsa’nın hayatıyla zıtlaşır. İsa, yasadan ziyade maneviyata önem verdiği için din ve siyaset işlerini birbirinden ayırmış ve şiddeti de tavsiye etmemiştir.

Aşırı sağ partiyle flört etmeye ve içinde yer almaya başladıktan sonra Jansen, Hz. Muhammed, Kur’an, Sünnet ve Cihat hakkındaki görüşlerini daha keskin bir şekilde ifade etmeye başlamıştır. Jansen’e göre Kur’an, esasen Allah’ın lafzı olarak anlaşılan kutsal kollektif emirlerinden oluşmaktadır. Oysa İncil, esas olarak insanlar tarafından yazılan eğitici hikayelerden ibarettir. Buna ek olarak, İncil’deki daha agresif metinlerin tarihsel olarak yorumlanabileceğini, bazı surelerin ise standart ders kitaplarının ve kökten dincilerin yaptığından farklı bir şekilde yorumlanamayacağını savunur; en azından pratikte bunların çok az anlamı var. Oysa bir zamanlar geniş çapta kabul gören saldırgan Kur’an yorumları İslam’ın teolojik sisteminde de kutsaldır, çünkü Muhammed “Halkım yanlışlıkta ittifak etmez” dediği için saldırgan ayetlerin şu andaki yorumuyla gelecekteki yorumu birbirinden farklı olmayacaktır. Jansen, bizzat hadislerin ve Kur’an’ın, Hristiyanlık ve Yahudi inancındaki kaynak metinlerin sözde esnekliğe ve muğlaklıklara karşı düzenli olarak tavır aldığını savunur. Bu nedenle Jansen, İslam’ın resmi öğretileri içinde reform olasılığı konusunda karamsardır. 

Jansen, 2007 yılında Brüksel’de düzenlenen uluslararası “Cihat Karşıtı Konferans”ın konuşmacılarından biriydi. Bu iki günlük İslam karşıtı konferans kısmen Avrupa Parlamentosu’nda, kısmen de Flaman Parlamentosu’nda gerçekleştirilmiştir. Jansen yaptığı konuşmada Hollanda’daki İşçi Partisi, Sosyalist Parti ve Yeşil-Sol Parti’nin neredeyse tamamen zımmileşme (İslam’a teslimiyet) sürecinden geçtiğini iddia etmiştir Ona göre, yalnızca İşçi Partisi ara sıra bazı zayıf direnç işaretleri göstermektedir.

Sonuçlar

Yukarıda resmetmeye çalıştığımız iki profil, Oryantalist ve islamologların farklı İslam sunumları olduğunu göstermektedir. Jansen, hâlâ klasik Oryantalist söylemi ifade ederken ve hatta zaman zaman da radikal eleştiriler sunarken, Wessels yeni Oryantalist söylemin bir temsilcisi olarak İslam hakkında yapıcı ve pozitif bir sunum yapmaya çalışmaktadır. İlki, eski Oryantalist söyleme uygun olarak Doğu ve Batı, Hristiyanlık ve İslam arasında tam bir zıtlık olduğunu savunurken, ikincisi İbrahimî dinler olarak Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ı aynı eksende ele alır. Hatta Wessels bir adım ileri atarak Hz. Muhammed’i peygamber olarak tanımayı teklif eder.

Bu görüşlere paralel olarak Jansen ve izleyicileri İslam ile Batı arasında bir diyaloğu mümkün görmezken, Wessels bilakis yeni dönemde profetik dinlerin mensupları için diyalog kapılarının açılmasını ve önyargılardan uzak bir anlama sürecinin başlamasını savunur. Klasik Oryantalist söylem, Doğu-Batı karşıtlığını temel aldığı için İslamofobik ve anti-İslamist çevreler için de güçlü bir ideolojik zemin sağlar. Bunun somut kanıtı Jansen’ın eskiden solcu olmasına rağmen aşırı sağcı Özgürlük Partisi’ne destek vermek ve bu parti için çalışmaktan kaçınmamasıdır. Oysa Wessels ve onun gibi birçok pozitif hareket eden yeni Oryantalist ve islamolog onun bu çıkışlarına ve söylemlerine karşı tavır almışlardır.