Tarihin seyrini birlikte görmüş, hâkimiyet ülkülerini birlikte düşlemiş, geniş bir duygudaşlık ile birbirlerine söz vermiş olan bu “millet” için ortak geçmiş başlangıç noktasıdır. Başlangıç noktasından hareketle en ari, en hür, en epik ve yerkürede daha cengâveri görülmemiş olan topluluk, aynanın tam karşısında duran topluluktur. Öz, özgün ve şahsına münhasır olan milletin ta kendisidir.
Şehnaz FINDIK

Din ve Milliyetçilik: Tarihsel Bir Anlatı
Millet; dil, din, inanç, tarih ve kültür birliğine sahip topluluklar olarak tanımlanabildiği gibi aynı toprak üzerinde ortak ekonomik ve toplumsal çıkarlara sahip bireylerin, aynı yönetsel birime aidiyet duygularıyla bağlanmasıyla “oluşturulan” topluluk şeklinde de tanımlanabilir. Bir toplumda bu özelliklerden birinin ya da birkaçının bulunması çoğu zaman o toplumu millet yapmaya yeter. Hatta bireylerin bu ortak özelliklerden bazılarının kendi toplumlarında bulunduğuna duydukları inanç dahi milleti oluşturan önemli bir etken olarak söylenebilir.
Milletin inşası konusunda milletin niteliklerinden çok niceliğine vurgu yapan politik yazar Seton Watson “Bir toplulukta önemli sayıda kişi kendilerinin bir millet oluşturduğunu varsayıyorlarsa ya da böyle olduğunu düşünerek millet gibi hareket ediyorlarsa millet ortaya çıkmış demektir”[1] diyerek millet olmanın temelde bir topluluğun kabulüne dayandığına işaret eder. Tıpkı Amerikan milli marşındaki “Yüceltsin o Güç’ü bizi bir ulus yapan ve ulus olarak tutan” dizesinde olduğu gibi bazen bir ulusun ulus olmaklığı, toplulukların ırk, dil, din, etnisite ve ortak tarihine göre değil; ortak çıkar ve toplumsal yaşamın kabulüne dayalı olarak gerçekleşir.
Öte yandan “milliyetçilik” kavramı kendi içinde siyasi içeriği çokça barındırmakla beraber toplumların en hassas olduğu kavramların başında gelir. Toplumsal hareketlerin birçoğunda itici kuvvet olarak milliyetçi hassasiyetler öne çıkar. Milli duygu ve düşünceleri incitecek her türden söz ve davranış, bahsedilen hassasiyetleri kaşıyarak istenmeyen sonuçlar doğurur. Daha iyi anlaşılması için kavramın “ulus-devlet” ve “din” gibi kavramlar arasındaki bağlantısı dikkate alınarak açıklanması önemlidir. Çünkü her milletin yerküredeki varlığını biricik, seçkin ve önemli addetmesi insan doğasıyla bağlantılı olarak tabidir.
Modern kapitalist sistemin inşasında yeni bir toplum oluşturma misyonu, milliyetçiliğin salt tanımlarıyla sınırlı değildir. Bu misyonda sözde milli unsurlarla çepeçevre sarılmış “ulus-devlet” için millet, tanımlanmış ve güdümlenmiş, belirli bir ülke coğrafyasında üst-benliklerini kurmuş olmalıdır. Kapitalizmin “milleti” olarak da ifade edebileceğimiz bu form, devlet eliyle belirlenen kontrollü kimliklerin yaşam alanını konu edinir. Modern devlet, bahsedilen bu yaşam alanını ülke toprağı, bu toprağın üzerinde yaşayan topluluğu da millet olarak tanımlar. Kendi içinde organize, iş bölümünde birbirine karşı sorumlu ve kapitalist ulus-devletin bekası için hınçla çalışan bu millet artık “insanı yaşat ki devlet yaşasın” desturundan hızla uzaklaşmaya başlamıştır. Yalnızca devletin yaşatıldığı hoyrat bir sistem doğmuştur.
Evet, milliyetçilikten söz ederken esasında sınırları belli bir coğrafyadan söz ediyoruz demektir. Bu coğrafya içerisindeki yeme-içme davranışlarından tutun da dilin geçirdiği dönüşümlere kadar her şey o topluluk için ortak bir hafıza teşekkül eder. Tarihin seyrini birlikte görmüş, hâkimiyet ülkülerini birlikte düşlemiş, geniş bir duygudaşlık ile birbirlerine söz vermiş olan bu “millet” için ortak geçmiş başlangıç noktasıdır. Başlangıç noktasından hareketle en ari, en hür, en epik ve yerkürede daha cengâveri görülmemiş olan topluluk, aynanın tam karşısında duran topluluktur. Öz, özgün ve şahsına münhasır olan milletin ta kendisidir.
Temiz bir başlangıcın ardından millet, ortak bir hayat tarzı, kült, mit ve değer inşa etmeye başlar. Düşman daima “öteki” olanlar içerisinden seçilen, koşulların en yabani olanıdır. Dolayısıyla milletin dışında kalan “öteki” ile ayrışma süreci, “biz” olmanın sosyal hayattaki inşası ile daha da güçlenir. Ardından bunun da ötesine geçilerek tanımlanan bu “biz”lik, içerisinde aynı Tanrı’nın huzuruna çıkan başka renkteki yahut başka dildeki “biz” olmamalıdır artık. Yani aynı dil, ortak yaşam alanı ve diğer tüm romantik etkenler “din” etkisiyle yeni bir paradigma oluşturmaya mecburdur. Bundandır ki din, ulus devletin inşasında kurucu bir etkiye sahiptir.
Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte yeni bir etnik-dini milliyetçiliğin ortaya çıkmasıyla din, tarih sahnesinde bir kez daha başrol alır. Her ne kadar bu süreçte milliyetçi ve fakat dini orijinli bir devlet dizayn edilse de esasında bu tasarının kökleri oldukça eskiye dayanır. Dine dayalı milliyetçilik fikri, antik çağlardan bu yana kendini korumuş ve Helen uygarlığından İsrail kültürüne kadar birçok yerde varlığını sürdürmüştür. Çağlar boyunca farklı formlarda baş gösteren bu fikrin, bir ulus yaratma ve onların güdülenmesinde dinin hamaset yönünü kullanması daima etkili bir araç olmuştur. Öyle ki Kadim Yunan dininin birleştiriciliği hakkında Heredot, “Sahip olduğumuz kan, dil, tanrıların tapınakları, kurbanlar ve sürdüğümüz yaşam tarzı yoluyla bütün Yunanlılar akrabadır” der. Kadim Yunan Dini ve İbrani-Yahudi kültüründeki İsrailoğulları fikri, birleştirici ortak havzada bir ulus yaratma girişimi olarak önümüzde durur.
Buradaki millet düşüncesinin birçok materyali zemine alarak meşruiyet sağladığı açıktır. Buradan hareketle yarı dini nitelikteki Olimpiyat Oyunları ile milli bir birlik sağlanması, Anadolu’nun Persler tarafından işgalini ve Atina-Sparta arasındaki savaşları sona erdiren stratejik bir iştir. Aynı şekilde olimpiyatların modern zamanlarda da devam ederek milletlerarası barışı ve sözde diyalogu güçlendirmesi fikri de aynı zemine dayanan stratejik bir girişimdir.
Öte yandan Yahudi tarihinde “İsrailoğulları’na ait olma” fikrinin dinsel içeriğini oluşturan; birleştirici, öteki halklarla ayrıştırıcı “milli din” ve “seçilmiş ırkın seçilmiş dini” fikirleri de belirli bir düzlemde milliyetçiliğin din kanalıyla formüle edilmesine bir örnektir. Formülasyonun kurucu kanadında ise devletin milliyet üzerindeki hâkimiyetini pekiştiren din adamları görülür. Bunun en çarpıcı örneği olan Yahudi milleti, uzunca bir sürgün dönemi yaşamasına rağmen devletleri olmadan din adamlarının ortaya koyduğu katı şeriat ve millet bilincini önceleyen dini ritüeller sayesinde milliyetlerini muhafaza etmişlerdir.
Pergelin diğer ucunda Sekteryanizm yani Hizipçilik/Mezhepçilik gerçeği ile Avrupa durur. Orta Çağ Avrupası’nda milliyetçilik biraz da mezheplerin kisvesi altında kendini gösterir. Prenslerin, şatoların ardındaki lordların ve merkezi krallığın hamaset yaratmak suretiyle savaşlarda üstünlük sağladığı bilinir. Yani mezhepçilik bir anlamda mikro milliyetçiliğin önünü açan iyi hesap edilmiş organize bir iştir. Buradan hareketle Anglikan Kilisesi’nden hemen önce İngiliz Skolastik düşünürü John Wycliff’in (Luther’in akıl hocası, 1328-1384) milliyetçi bir ideal ile milli devlete bağlı bir Milli Kilise öngörmesi, dönemin milliyetçilik-din ilişkisinde belirleyici adımlar atılmasında önemli olmuştur. Dolayısıyla kiliselerin milli renklere boyanması bir anlamda Hristiyanlık için milliyetçi duyguların ortaya çıkmasında anahtardır. Yani diyebiliriz ki Kilise, Avrupa milliyetçiliğinin ortaya çıkmasında istem dışı bir rol oynamıştır.
Milliyetçiliğin din ile anlam kazanmasında bazı önemli kavramların rolü büyüktür. Bunlardan Pax Romana, esasında Yunan Ortodoks Hristiyanlığına karşı milli ve devlet eliyle düzenlenmiş milli bir din olarak görülebilir. Roma Hristiyanlığı kisvesi altında evrensel bir Roma Milliyeti yaratmak, buradaki temel maksat olarak anlaşılabilir. Tek bir imparatorun kabul edildiği Akdeniz Havzası, içinde barındırdığı diğer tüm farklı toplulukları Romalılık adı altında eritmeye oldukça müsaittir. Öte yandan Corpus Christianum ise insanlığı kuşatan evrensel bir Hristiyanlık ideali demektir. Batı Birliği’nin ilk formu olarak kabul edebileceğimiz bu ideal, modern dönemde ulus devletler birliğine evirilmiştir. Bu formun hedefleri arasında belki de en önemlisi, Hristiyan ümmeti oluşturma hedefidir. Son olarak üzerine konuşulması gereken bir diğer kavram da Gesta Dei per Francos’tur. Bu, “Tanrı Frankların eliyle işleri düzenlemektedir” anlamına gelip, Fransız milli tarihinde oldukça önemli bir yer tutar. Bu düşünce yahut inanç biçiminin emperyalizmin arkasındaki en sağlam meşruiyet araçlarından birini teşkil ettiğini söylemek yerinde olacaktır.
Bir diğer açıdan, Fransız İhtilali’ne giden yolda din adına yapılan milliyetçi hareketlerin, Avrupa’daki küçük prenslikleri de mutlak monarşileri de aynı derecede zora soktuğunu söylemek mümkündür. Bu anlamda Papalık hâkimiyetine karşı milliyetçi isyanlar olarak adlandırabileceğimiz iki tarihsel vakıa vardır. Bunlardan ilki, 1517 tarihli Martin Luther protestosu olup bu protesto Roma Kilisesi’ne karşı (Katolik ve Papa) reform hareketleri olarak bilinir. Esasında bu, taşradaki başkaldırıya karşı bir Luther-Monarşi ittifakıdır. Bir diğer isyan ise 1527 tarihli Anglikan Kilisesi’nin kurulması vakıasıdır ki bu kilise ile İngiliz Ulusal Kilisesi kurulmuştur. Her ne kadar bu Kilise, VIII. Henry’nin gönül işlerinden dolayı magazinsel metinlere konu olmuşsa da esasında Papa’nın otoritesini kaldırmak suretiyle bağımsız ve İngiliz halkı için Papalık temsili de bulunan güçlü bir Monark ortaya koymuştur.
Öte yandan Roma Katolik Kilisesi ile Avrupa’nın mutlak monarşileri arasındaki egemenlik mücadelesi, mutlak otorite ve burjuva arasındaki sorunları gün yüzüne çıkarmaya başlamıştır. Buradan hareketle dinin hangi kanattan ve ne kadar ticarete tesir edeceği merak konusudur. Bilhassa Katolik halklar, kilise ile devlet arasında kalmış ve bundan dolayı da dini otorite-dünyevî otorite ayrımı baş göstermiştir. Örneğin modern milliyetçiliğin ortaya çıktığı Fransa’da Katolik Kilisesi ile laik siyasal iktidar arasındaki gerilim, başta eğitim ve yargı olmak üzere pek çok alanda sıkı bir rekabete yol açmıştır. Bundandır ki modern ulus devletler, devlet mekanizması içerisinde bilhassa “milli eğitim” kanalıyla dini, yalnızca ulusal değerlerin ve inanç biçimlerinin bir şekli olarak mesafeli şekilde “kullanmışlardır”.
Sonuç itibariyle modern zamanda milliyetçilik, dinin yerini alan ve onu başka bir biçimde kendi içinde asimile eden müstakil bir anlayış olarak değil; ancak dinin argümanlarını kendince yorumlayarak dini düşüncenin işlevsel, pratik ve doğal alanını kullanan ikincil bir anlayış olarak varlığını sürdürebilecektir. Tabi burada milliyetçilik-din bağlamında bilhassa modern ulus devletin anlaşılması için aktarılan süreç, esasen Avrupa’nın kendi içindeki ümmet kavgasıdır. İslamiyet, bu kavganın ancak Fransız İhtilali sonrasında çok azına muhatap olarak görülebilir. Sekteryanizm’in baskın olduğu Hristiyanlığın, yüz yıllar süren mezhep savaşları göz önüne alınırsa İslamiyette var olan kısmi hizipçiliğin yalnızca siyasi ayrılıklar ekseninde olduğu daha net anlaşılır.
[1] Hugh Seton Watson, Nations and states. London: Methuen, 1977, s. 5.