İnsanın “Ötekisi” İnsan Değildir

Karşısında etkin bir söylem gücü bulamadığından varlığını güçlendirerek devam ettiriyor. Milliyetçilik, küresel hegemonyanın ihtiyaç duyduğunda hemen devreye alabileceği uyuyan imkân olarak yedekte tutuluyor. Ayrıca pazara renk, biçim ve semboller üzerinden hareket getirici özelliği muhafaza edilip geliştiriliyor. Post-modern anlayış, kontrolünde bulunan her milliyetçiliği kışkırtırken, global ölçekte zevkler üzerinden kitle yaratma noktasında önemli bir aşamaya gelmiştir.

Ahmet MERCAN

Kendini ve soyunu, ikna edici hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymadan, üstün görme anlayışı, ırkçı, milliyetçi zihin özelliğidir. Kişisel duygudaşlık açısından kendinden olanla yakınlaşmayı ve farklı ırkları küçük görmeyi öngören bu bakış açısını sağlıklı görmek ve onaylamak imkân dâhilinde değildir. Milliyetçilik, kendi içinde ara tonları saklı olan bir hâl durumudur. Irkçılıkla aşırı vurguya kavuşan anlayış, kendi etnik kökeninin menfaatini önceleyen, görünürde daha işlevsel algıya açık, sayısız ara tona açılır. Kişinin hâl durumuna göre, şartlar değiştikçe dozajı azalıp çoğalan milliyetçilik duygusunun yaşı, insanlıkla yaşıt. Monarşilerin yıkılma süreci ile batıda başlayan ulus devletin oluşum macerası Vestfalya Antlaşması (1648) ve Fransız Devrimi (1787) ile merhaleler kat etti. İhtilali örgütleyen burjuva sınıfının ulus devlet kriterlerini koyması ve kapitalist sermaye birikim ve akışını gerçekleştirmek için ulus devletin çıkarı ile sermayenin yaklaşımını eşitleyen merkantalist yapının iç içe geçtiğini ve demokrasinin burjuva sınıfına uygun normlarla devreye girdiği görülür.

Ulus devlet modeli; homojenleştirici mühendislik tasarımının topluma uygulanması olarak ortaya çıkar. Devletin vatandaş üzerinde her konuda egemen olduğu yapıda vatandaş ile devletin talep ve hedeflerinin örtüşmesi öngörülür. Vatandaşın kendini, ulusu için feda edecek duruma gelebilmesi için dinden kalan boşluğa, insanı tutan manevi dinamikler yerleştirmek ihtiyacını ulus devlet ihmal etmedi. Birliğin korunması, denetlenmesi, yönlendirilmesi için önce kahramanlıklarla dolu destansı bir tarih anlayışı gerekir. Kurucu mitolojik bir kahraman ve ona söyletilen her konuda geçerli söylem ve bu birlikteliğin sembolü bayrak üzerinden kotarılan hamaset durumunu korumak için ulusal günler; bayramlar, kutlamalar… Bu sayede ulus devletin hayatı idame edildi. Yaklaşık üç yüz yıl modern ulus devlet yapısı ve onu ayakta tutan vatandaş profili, dünyada varlığını dünya savaşları, işgaller, saldırılar, sömürü ve mülteci hareketleriyle sürdürdü.

Milliyetçilikte hep bir öteki vardır. Ve öteki ile yaşamak yerine onu asimile etme; olmazsa etkisizleştirme çabası devreye girer. Bir ulus devlet modeli olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti de ulus devletin bu daraltıcı elbisesini giymede oldukça zorlandı. Bir asırdır varlığını sürdüren pek çok sorun, etnik kökenleri “Türklük”te yok etme mühendisliğinin sonucu olarak ortaya çıktı. Yaklaşık otuz etnik köken ve bir o kadar farklı dinlerin mezheplerini bir arada üç kıtaya yayarak barış içinde yaşatan Osmanlı tecrübesinden keskin kopuş ve batı standartlarına koşulsuz geçiş, ülkemize hesaba sığmaz maliyetler yüklemiştir. Her şeyden önce on binlerce can kaybı ve sömürgeci ülkelere açık hale gelme, en çarpıcı sorun olarak karşımıza çıkar. Diğer taraftan ulus devlet milliyetçiliği ile batıya platonik aşkla bağlılığın yaşatmış olduğu çelişki, yüz yılı boşa geçirmiş, hiçbir konuda insanlığa değer sunma imkânı elde edememiş bir süreç ve kalbi doğuya, aklı zoraki batıya ayarlanmış kimliksiz bir toplum… (Bu toplum nereye, nasıl yürüyebilir?)

II

Günümüzde postmodern aşamaya uyum sağlamak üzere milliyetçiliğin farklı tezahür ettiğine şahitlik etmekteyiz. Küresel ölçekte ulus devletler eski katı yapılarından taviz vermek durumunda kaldılar. Artık homojen yapı yerine, çok renkli mozaik konumunu muhafaza etmesi isteniyor devletlerden. Postmodern dönemin merkezi yok, çünkü izafiyetin belirsizliği ve her şeye ulaştırdığı onay genişliği ile küreselliğin varlığını tanımlardan uzak, diri tutmayı sağlıyor.

Küresellik, hazlar üzerinden bütün kültürleri ve bir oranda dinleri, ürettiği haz ve haz nesneleri ile kişiye özgür olduğunu hissettirerek dönüştürüyor ve kendiyle irtibatlandırıyor. Bu aşamada ismi değişen burjuva geçmişte örtüştüğü devletleri markalar üzerinden aşarak küresel hegemonyanın sahipleri durumuna gelmiş oldular. Küresel sistem yine de milliyetçilik enstrümanını terk etmiş değil. Sömürü bölgelerinde kabile milliyetçiliklerini kışkırtmak yoluyla “yardım” ihtiyacına koşmayı ve yeniden haritalar çizmeyi kendi görevi sayıyor.

Karşısında etkin bir söylem gücü bulamadığından varlığını güçlendirerek devam ettiriyor. Milliyetçilik, küresel hegemonyanın ihtiyaç duyduğunda hemen devreye alabileceği uyuyan imkân olarak yedekte tutuluyor. Ayrıca pazara renk, biçim ve semboller üzerinden hareket getirici özelliği muhafaza edilip geliştiriliyor. Post-modern anlayış, kontrolünde bulunan her milliyetçiliği kışkırtırken, global ölçekte zevkler üzerinden kitle yaratma noktasında önemli bir aşamaya gelmiştir.

III

Kendimize dönüp biz neredeyiz ve nereye gidiyoruz sorusunu sorduğumuzda coşkulu ve umut yüklü cümleler kurmaya öylesine muhtacız ki… Hazinenin üzerinde uyumanın ve haliyle şaşkın uyanış ve uyku sersemliği arasında bir yerdeyiz.

İnsanlığın bir anne ve babadan çoğaldığına inanan bir zihinde, fıtrat açısından üstünlük ve eksiklik düşüncesinin oluşması mümkün değildir. İnsanın “en güzel şekilde” yaratıldığına inanan bir zihinde, insanın ötekisi bir insan olamaz. Müslüman için ötekisi, Rabb’e karşı geçersizliği, yanlışlığı fısıldayan insanın kendi nefsidir. Onu terbiye etmek, ölçüde tutmak ve hazların çağrısına karşı korku ve ümit diriliğinde sırat-ı müstakim üzere tutmaktır aslolan. İnsanlığa hakkı, sabrı tavsiye eden mümin için bir başka insanı küçümsemek veya yüceltmek sağlıksız durumdur. İnsanlığın en büyük hazinesi Kur’an, sarsılmaz, eskimez ilkelerle insanların kardeş olduğunu ve üstünlüğün Allah’ın rızasını kazanmak adına iman edip salih amelde bulunmaya, bir açıdan da hayatın güzelleşmesine yardım edene üstünlük tanıyor. Adil olan Allah’ın (c.c) insanı elinde olmayan, çalışıp kazanamayacağı şeylerden sorumlu tutmayacağı açıktır. Kimse cinsiyetini, fiziğini, anne babasını seçmemiştir. Dahası Allah (c.c), insana ruhundan üfleyerek onu şereflendirmiştir. Bir insanı sebepsiz tahkir etmek, küçük görmek, bu ilahiyi soluğa duyarsız, cahilce karşı durmak anlamına gelir.

Her insan muhteremdir, bir farklı özelliğin, güzelliğin potansiyel olarak taşıyıcısıdır. İnsan zulmünü ortaya koyup sürdürdüğünde, ona karşı derece derece yükselen müeyyide uygulanır. Takva da bunun tersidir. Mümin salih amelleriyle tebaruz edince kendiliğinden insanların hürmetini kazanır. Ancak bu hürmet müminin sınırı aşmasına neden olmaz. Bütün bu yaklaşım teorik alanla ilgili. Dönüp yeryüzüne baktığımızda yakamızda bizi tekfir eden, takiye ile davranan kardeşlerimizin ellerini görürüz. Üzülerek şunu söylemek durumundayız ki milliyetçilik ülkemizde ve diğer coğrafyalarda değişik oranlarda mevcuttur. Kimi zaman bu milliyetçilik ettik kökenden ziyade mezhep üzerinden kendini gösterir. Diğer yandan dünya gerçekliğine baktığımızda, dünya savaşlarından sonra ulus devletlere ayrılma ve sınırlara hapsedilme süreci yaşandı. Bu durumda yeni bir fıkıh literatürü ile varlığını koruma yoluna gidilmedi. Olmadı.

Buna tepki olarak yurtsuz bir radikallik, kullanışa uygun bir pozisyonda varlık buldu. Ellerine tutuşturulan silahların markasına bakmadan, nişangahtan kardeşlerini görmeleri, acziyetimizin başka açıdan göstergesiydi. Yaşadığımız coğrafyada yüz yıldır devam eden asimilasyon yaklaşımı, son 50 yılda aynı güçler tarafından milliyetçilik virüsü harekete geçirilerek kanlı çatışmaya dönüştü. Kürt-Türk milliyetçiliği birbirini beslediği müddetçe çözüm imkanından uzaklaşılmaktadır. Artık kardeşlik iklimi de kulaktan gönüle inmiyor. Ayrıca vatan, ayakta durmak için elzem bir ihtiyaç. İdeale ulaşmadan önce, varlığı korumak ve tahkim etmek gerek.

İslam Birliği bir proje, bir söylem değil; bir zorunluluktur. O süreci çalışırken mevcut coğrafyaları korumak, elimizde sınırları çizilmemiş olsa da vatanlık görevindeki ülkenin maslahatını korumak, toprağına sahip çıkmak, imana zarar veren bir durum değil; aksine gereklidir. 15 Temmuz kalkışması bunu bir ders olarak önümüze koydu. Lakin buradan hareketle bir uçtan diğer uçağa savrulma sağlıklı olamaz.

İslam Birliği bir beka sorunu, Müslümanların ödevidir. Bu ödev tamam olduğunda sınırların kalkacağı ve benzer uygulamaların olacağı beklentisi gerçekçi değildir. Önce ülkeler arası kültürel birleşim, sonra ekonomik dayanışma, arkasında siyasi adımlar, acele etmeden, çabuk…

Ardından siyasi bir güç olarak bütün insanlığa iyilik taşımaya aday çok yönlü birliktelikler…

Müslüman, İslam milletinin mensubudur. Zaman ve mekân sınırlaması olmadan Hz. Adem’den kıyamet gününün son müaninine kadar, varlık amacını ilahi kelam ile belirlemiş bir milletin üyesi olmak, zaman ve mekâna ait gerçeklikleri de meşru içeriğe taşıma mesuliyetini de içerir. Bu durumda her insana ulaşma, hidayetin hevesiyle olma çabası ve aynı zamanda rızadan korkma kaygısı, ötekisiz bir ilişkinin kurulmasına imkân verir. Yine gerçekliğin gereği olarak elde edilen meslek, statü ve beceriye ait kurumlar ve aidiyetler söz konusudur. Mezhep, meşrep ve coğrafi aidiyetler de dahil olmak üzere bütün bir sınırlı statüler İslam ümmetinin üyeliğinin ifadesi olan Müslüman kimliği ile çelişmez. Onun rızasına aykırı bir durum oluşturamaz. Dahası hayatın temel koordinatlarını zaman ve mekânı bereketlendirerek ilahi ilkeler ışığında diğer alt kimliklerin mahiyeti belirlenir.

Netice olarak çağımız Müslüman toplumunu da etkilemiş olan cahiliyenin belirgin özelliği milliyetçilik, modern ve postmodern dönemde farklı biçimlerle insan ve toplumu olumsuz etkileyen bir virüs olarak varlığını sürdürmektedir. Bu durumu keskin neticeye şu vurgu ile bağlayabiliriz: İnsanın ötekisi, insan değildir.