“Milliyetçilik aile, sülale ve aşiretin üstünde, milliyetin kendisine vurgu yaptı. Daha dar çerçevedeki üstünlük duygusu daha geniş bir üstünlük duygusuna doğru evrildi. Tabii böyle bir duygunun gelişmesi için uygun bir tarih yazımı, edebiyat ve eğitim sistemi gerekliydi. Kök kültüre veya daha özelde lisana verilen önem arttı. Bunun kültürün korunması, lisanın gelişmesi açısından faydalarından söz edebiliriz ancak aynı zamanda kültürel bir daralmadan da söz etmek mümkündür. Yani konuya salt avantaj veya salt dezavantaj olarak bakmak doğru olmaz.”
Prof. Dr. Vejdi Bilgin’e sorduk.

Dünya tarihinin son üç asrında en etkin fikir, siyasî akım ve hareketlerin başında milliyetçilik geliyor. Sizce milliyetçilik insanlığa ne getirmiş ne götürmüştür?
Milliyetçiliğe temel teşkil eden duygu, daha mikro düzeyde, aile, sülale veya aşiret bağlamında modern dönemden önce de hayli etkin ve yaygındı. İnsanlar bir taraftan kendi akrabalarını koruyup yüceltirken, diğer taraftan kendilerini “öteki”lerden ayrı ve üstün tutmak için çaba gösteriyorlardı. Bu durumu çok detaylı bilgilere sahip olduğumuz İslam öncesi ve sonrası Arap toplumlarında, daha sonra Türk ve Avrupa tarihindeki siyasi hayatta görüyoruz. Ancak büyük ideolojiler çağında ortaya çıkan milliyetçilik, geleneksel etnosentrik anlayışın çok daha ilerisine gidip bir sistem haline geldi, diğer ideolojilerle rekabet etmeye başladı ve doğal olarak kitleleri harekete geçirdi.
Milliyetçiliğin birkaç tür etkisinden söz edebiliriz: Her şeyden önce modernlik öncesi toplumsal ve siyasal düzen çoğunlukla çok uluslu ve çok kültürlü bir yapıya dayanıyordu. İmparatorluklar döneminde ulusal-kültürel farklılıklar korunuyor, halk farklı dillere ve geleneklere şahit oluyor, dolayısıyla daha hoşgörülü tutum ve davranışlar gösteriyordu. Ancak bu konuda genelleme yaparken de dikkatli olmak gerekir. Örneğin, Avrupa kıtasında farklı dinlere hoşgörü yoktu, hatta din birliği etnik birlikten daha önemliydi, aynı etnisiteden gelen farklı din mensupları arasında ciddi çatışmalar yaşanmıştı. Ancak İslam dünyası, günümüzden daha farklı olarak farklı din mensuplarına ve kültürlerine tam bir koruma sağlamış, hatta giyim-kuşam ve aksesuar olarak din farkını koruyacak fıkhî hükümler getirmişti. O dönemki anlayışın günümüzden farkını bir örnekle ortaya koymak gerekirse, Brezilyalı Katolik bir futbolcu Türk vatandaşı olmak istediğinde, hukuki bir zorunluluk olmamakla birlikte, bir Türk veya Türk-Müslüman ismi alıyor. Oysa Osmanlı döneminde Müslüman olmadıktan sonra bir yabancının böyle bir isim alması mümkün değildi, o kendi dini-kültürel kimliğini yansıtacak bir isim kullanmak zorundaydı. Modernlik öncesi geleneksel düzen, bireylerin kök kültürlerini sürekli öne çıkarırken, günümüz anlayışı kök kültürü geri plana itip bireyleri hâkim (milli) kültüre zorluyor. Bu yaklaşımda milliyetçiliğin doğrudan etkisinden söz edebiliriz.
Milliyetçilik aile, sülale ve aşiretin üstünde, milliyetin kendisine vurgu yaptı. Daha dar çerçevedeki üstünlük duygusu daha geniş bir üstünlük duygusuna doğru evrildi. Tabii böyle bir duygunun gelişmesi için uygun bir tarih yazımı, edebiyat ve eğitim sistemi gerekliydi. Kök kültüre veya daha özelde lisana verilen önem arttı. Bunun kültürün korunması, lisanın gelişmesi açısından faydalarından söz edebiliriz ancak aynı zamanda kültürel bir daralmadan da söz etmek mümkündür. Yani konuya salt avantaj veya salt dezavantaj olarak bakmak doğru olmaz.
Milliyetçi anlayışın, biraz daha ileri boyutta, bazı “bilimsel” çalışmalara da yol açtığını biliyoruz. ABD’de 20. yüzyılın başında beyaz ırkın daha zeki olduğunu gösteren araştırmalar vardı. Almanya’da üstün olduğuna inanılan Aryanlık üzerinde duruluyordu. Hatta ülkemizde Türklerin sarı ırka değil de beyaz ırka mensup olduğunu iddia eden çalışmalar yapılmıştı. Bugün bu tür araştırmalar ideolojik olarak görülüyor ve kabul görmüyor.
Ulus devletler ve milliyetçilik bağlamında neler söyleyebilirsiniz? Neredeyse her ulus devletin sınırları içinde birden fazla ulus barınıyor. Bu durum, nasıl bir sonuç doğurmuştur?
Ulus-devlet anlayışı modern toplum projesinin en önemli ayaklarından birisidir. Buna göre heterojen toplumlar, homojen toplumlar haline gelecek, tek bir kültür (milli kültür) gelişen iletişim ve ulaşım imkânları sayesinde ülkenin en ücra köşesine kadar götürülecek, çok sesli bir toplum yerine tek sesli bir yapı ortaya çıkacaktır. Aslında bunun biraz da sonuç olduğunu söyleyebiliriz, zira ne kadar küçük olursa olsun her etnisiteye devlet kurma imkânı tanıdığınızda aksi bir gelişmenin olması beklenemez. Hatırlanacağı üzere 1910’larda hem Lenin hem de ABD Başkanı Wilson ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı üzerinde durmuştu. Sovyetler Birliği’nde bu durum etnik kökene dayalı ve merkeze bağlı Sovyet Cumhuriyetleri şeklinde gerçekleşti, Batı’da ise irili ufaklı müstakil devletler şeklinde. Ancak her halükarda bir devletin içinde farklı etnisiteden gelen yerleşik veya göçmen topluluklar söz konusuydu. Zira sınırları bir kez çizdikten sonra farklı etnik toplulukları sınır dışı etmek toplumsal ve hukuki açıdan problemliydi, ayrıca her devlet komşu sınırları içerisinde kendi etnisitesinden gelen bir azınlığın bulunmasını uluslararası ilişkiler açısından faydalı görüyordu. Böylesi bir hâlde kolaylıkla diğer devletin iç işlerine müdahil olabilecekti. Sonuç olarak hiçbir ulus-devlet, tek bir etnisiteden meydana gelmedi. Üstelik Avrupa ülkeleri, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra gerek eski sömürgelerinden gerekse Türkiye gibi ülkelerden çok sayıda göçmeni kabul ettiler. Bu, homojenlik hedefini daha da bozdu. Yükselen milliyetçilikle birlikte farklı etnik kökenden gelenlere, geleneksel toplumlardan gördüğümüzün çok daha ileri boyutunda ayrımcılık yapıldı. Yine başta Avrupa olmak üzere dünyanın hemen her yerinde farklı etnisitelere yönelik ayrımcı söylemlerin arttığını görüyoruz. Ulus-devletlerdeki gelişen bu problemin çözümü için entegrasyon çalışmaları hız kazandı. Ancak entegrasyon ile asimilasyon arasında ince bir çizgi olduğunu kabul etmek gerekir. Burada yurttaşlık etnisitenin önüne geçiyor; simsiyah bir Afrikalı “Fransız”, kara kaşlı kara gözlü bir Türk “Alman” olarak niteleniyor. Daha insaflı bir tabirle “Senegal kökenli Fransız”, “Türk kökenli Alman” oluyor, ancak mevcut ulus devlet anlayışı içinde artık Senegalli veya Türk olması mümkün değil. Dikkat çekici bir şekilde etnik ve kültürel azınlıklar gönüllü asimilasyon (self-assimilation) denilen bir tutumu tercih edebiliyorlar. Yani aile, çocuğuna kök kültürünü yansıtacak bir isim vermiyor, kendi lisanını öğretmiyor, hâkim kültürün değerleri içerisinde yetiştiriyor. Çünkü kendi alt kültürünü muhafaza ederek hâkim kültüre entegre olmaya çalıştığında yine ayrımcılığa maruz kalacağını biliyor.
Dünyanın bugün geldiği siyasal ve toplumsal karmaşa ve sorunlarda milliyetçiliğin bir tesirinden söz edebilir miyiz? Sizce bu sorunlardan çıkış yolu nedir?
Aslında sadece milliyetçiliğin değil, diğer ideolojilerin de -örneğin komünizmin- olumsuz etkilerinden söz etmek mümkün. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısında etkin olan bu büyük ideolojiler, öncelikle Batı’da ve sonra dünyanın geri kalan kısmında baş gösteren siyasal ve toplumsal problemleri çözme iddiasındaydılar. Ancak hiçbiri gerçek anlamda bir çözüm sunamadı; hatta bu ideolojilerin bütünüyle hâkimiyet kurduğu (İtalya, Almanya, Rusya ve Çin gibi) devletler kısa ve uzun vadede büyük trajedilere sebebiyet verdiler. Modern ideolojiler bizzat bir çözüm sunamadıkları gibi, kendi aralarındaki büyük çatışmalar da yeni siyasal-toplumsal krizler üretti. Komünizm 20. yüzyılın sonlarına kadar yaşasa da (hatta bazı tarihçilere göre 20. yüzyıl Doğu Bloğu’nun yıkıldığı 1990’da bitmiştir) milliyetçi ideolojiler II. Dünya Savaşı’ndan sonra makro düzeydeki etkisini yitirdi, ancak mikro düzeyde yaşamaya devam etti. Bugün özellikle farklı alt kültür topluluklarının yoğun olarak yaşadığı ülkelerde bu ideolojinin olumsuz etkisini görüyoruz. Almanya’ya göç eden birinci kuşak Türkler, ırkçı saldırılara maruz kalırken, günümüzde bu ayrımcı tutumun gerilediğini iddia etmek mümkün değil. Üstelik Avrupa’nın diğer ülkelerinde de benzer gelişmeler gözleniyor. İngiltere ve İskoçya gibi ülkelerde Doğu’dan gelenlerin başbakanlık, bakanlık, belediye başkanlığı gibi üst düzey görevlere gelmesi, nüfus artış hızlarının daha yüksek olması, Avrupa’nın hem ekolojik hem de endüstriyel açıdan dünyanın çekim merkezi olması… İster istemez yerli Avrupalı’da milliyetçi duyguların yükselmesine neden oluyor. Aslında başka sebeplere bağlı olsa da aynı şey Doğu toplumları için de geçerli. İslam dünyasında yaşanan iç çatışmalar ve işgaller, aynı zamanda ekonomik ve ekolojik şartlar, insanları görece daha müreffeh komşu ülkelere yöneltiyor ancak o ülkelerde de pek çok problem söz konusu. Dolayısıyla milliyetçi duygular yeşeriyor, yayılıyor; ayrımcı tutumlar saldırgan davranışlara dönüşüyor. Bu durumu salt eğitimle veya hukuki düzenlemelerle çözmek mümkün değil, aynı zamanda iç ve dış siyasette özel politikaların yürütülmesi ve ayrımcı tutumları dizginleyecek bazı düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Problemler bazen 5-10 yıl gibi, bir toplum için oldukça kısa sayılacak bir sürede patlak verse de çözüm için istikrarlı bir şekilde üç beş kat daha fazla zamana ihtiyaç olduğu unutulmamalı.