Bir Hesaplaşma Meydanı Olarak Taksim

Taksim ve gezi bu bakımdan Cumhuriyet’in sekülerleşme projesinin sembolü haline gelmiştir. Böylece Taksim’e yapılacak her müdahale aslında Türkiye’nin sekülerleşme idealine yapılmış bir müdahale olarak kabul edilecektir. Türkiye siyasetinde 1950’li yıllardan sonra ortaya çıkan ve 1980’li yıllardan sonra ise giderek yükselen muhafazakâr hareketliliğin de ilgi alanında Taksim meydanının var olması bu bakımdan bir tesadüf değildir.

Hüseyin Nasrullah İnan

İstanbul Teknik Üni. Şehir ve Bölge Planlama Doktora Öğrencisi

Canlıların tamamı gündelik yaşamlarını sürdürebilmek, en azından hayatta kalabilmek için sunulu mekânda ufak çaplı yahut devasa birtakım değişiklikler yapmak zorundadır. Bu zorunda olma hali, evvel emirde tüm canlılara tanımlanmış olan hayata tutunmak için mücadele etme güdüsünün (survive) bir sonucudur. Bu bakımdan insanın mekânla kurduğu ilk ve daimî münasebet savunma/korunma ihtiyacına binaen gerçekleşmiştir.

Hangi medeniyet havzasında, hangi motivasyonla ve hangi dönemde vücuda getirilmiş olursa olsun insanoğlunun arzda inşa ettiği tüm yapılı çevrenin ortak bir özelliği vardır ki bu özellik insanı var, mekânı anlamlı kılan yegâne unsurdur. Buna tahkimat diyoruz. İnsan, bir mekânı var kılabilmek için uzayda ona bir sınır tayin etmeli yahut onu en basit tabiriyle dört duvar arasına hapsedebilmelidir. Aynı durum söz için de geçerli değil midir? Bir şeyin en sağlam tarifi efradını cami, ağyarını mâni kılmasında aranır. Mekân da tıpkı söz gibi inşa edilir, içerisi ve dışarısı apaçık bir şekilde belli olduğunda sağlam bir varlık kazanır. Bundan dolayıdır ki Fransızca cité olarak ifade edilen kelime ile belde kelimesinin tarifi -etrafı çevrili, sınırları tayin edilmiş yer (muhit, mahdut ve muayyen)- aynı anlama işaret eder.  

Müstahkem yer, hudutları çizilmiş ve “içerisi” “dışarısından” net bir şekilde ayırt edilmiş olması dolayısıyla bir karara, hükümler/yasalar dizisine de işaret etmek zorundadır. Bu noktada Weber’in, bir yerin hakikaten şehir olabilmesi için özerk bir belediye, bir mahkeme ve yasaya sahip olması gerektiğine dair vurgusu “tahkim edilmiş yer” tarifini destekler. Mekân, bu yönüyle hükmün/yasanın ürettiği bir ürün/sonuç ve aynı zamanda yasanın icracısıdır.

Mekânın icracı yönü üzerine bir açımlama yaparken yine söz varlığına başvurabiliriz. Söz ağızdan çıkana kadar insanın hükmü ve egemenliği altındadır, fakat ağızdan çıktıktan sonra artık insan onun esiridir denir. Mekân da böyledir. İnsan onu vücuda getirebilecek kudrettedir ilkin. Verili kurallar etrafında onu intizamlı bir şekilde vücuda getirir ve bir varlık kazandırır. Fakat insanın kendi elleriyle inşa ettiği mekân, anlamlı bir bütünlük haline geldiği andan itibaren banisi üzerinde etkilere yol açmaya başlar. İnşa edildiği sırada edilgen bir halde olan mekân, inşa süreci bittiğinde ve insan onu kullanmaya başladığında artık özne konumuna yükselir. İnsanın mekân üretmek yoluyla belirlediği hareket alanı artık insanın ilişkilerine, adımlarına, duygularına ve ahlak anlayışına yön vermeye başlar. Merhum Akif Emre bu sebeple mimarlığı dünyanın en ideolojik mesleği olarak görür.

Mekânın bir dizi yasanın sonucu ve icracısı olduğuna dair açıklamalardan sonra muhakkik mimar Turgut Cansever’den iktibasla denilebilir ki, mimarî salt teknik bir üretim değil, ahlak ve din alanının bir ürünüdür. Kararı verilmiş ve tayin edilmiş, hududu çizilmiş her tahkimatın altyapısında bir ahlaki tutum yer alır. Belirli bir dönemde ve belirli ahlaki koşullar altında inşa edilmiş her mimarî eser, ev grubu, kamusal mekân örgütlenmesi aslında o yörenin din anlayışının bir temsili hüviyetindedir. Ortak ahlaki değerler etrafında toplanmış ilgili yörenin insanı bağlı olduğu anlayışın vazettiği bir mülkiyet anlayışını kamusal örgütlenmesinde tatbik edecek ve söz konusu anlayışı sürdürebilecek bir mekân üretimi gerçekleşecektir. Benzeri biçimde o yörenin sahip olduğu mahremiyet anlayışı, inşa edilen evin kendi içinde ve çevresindeki diğer evlerle ilişkisine dair yer seçimindeki kararı belirleyecektir. Yine o yörenin mensubu olduğu inanışın insan tasavvuru nasıl bir beledi usul belirleneceğine, halkın nasıl yönetileceğine yahut yönetilmeyeceğine dair tatbikata ruhunu verir.

Mimarîyi ahlak ve din alanının bir ürünü, mekânı da bu telakkinin icra makamı olarak ele aldığımızda bir paradigma dönüşümünün yine mimarînin ve kentsel mekânın yeniden düzenlenmesi yoluyla geliştirilebileceğini anlayabiliriz. Napolyon’un Haussmann marifetiyle modern Paris’i planlaması meramımızı açıklamaya yetecektir. Paris’in geniş bulvarlarına çıkan gridal sokakları olası bir ayaklanmayı derhal bastırabilecek bir tahakkümü mümkün kılar. Bu bakımdan modern kentsel planlama sermayenin dolaşımının sağlanabileceği ve kitlelerin kolayca yönetilebileceği kusursuz bir makineyi üretmeyi amaç edinir.

Osmanlı’nın son dönemleriyle Cumhuriyet’in ilk dönemlerini kapsayan dönemde, devletin batılılaşma hamlelerinin önemli araçları mimarlık ve kentsel planlamadır. Osmanlı’nın son dönem yönetimi ve Cumhuriyet rejimi toplumun sekülerleşmesinin yolunun kentsel yapı üzerinde değişiklik yapmak yoluyla gerçekleşeceğini batılı örnekler yoluyla görmüştür. Bu sebeple 1840’lı yıllardan 1930’lu yıllara gelindiğinde Ankara ve İstanbul gibi büyükşehirlerin merkezlerinden başlamak üzere bir kentsel müdahaleler süreci başlar. Kentsel müdahalelerin en başta ortaya çıktığı yer ticari hareketliliği ve gayrimüslim nüfusun varlığı dolayısıyla Osmanlı’nın batıya bakan yüzü olan İstanbul’dur. Sekülerleşme projesinin kentsel mekânda tespit ettiği ilk kusur ise kapalı toplum yapısıdır. 1937 yılında Fransız mimar ve kent tasarımcısı Henri Prost İstanbul için, yakın tarihlerde Alman mimar ve şehir plancısı Hermann Jansen Ankara için modern bir kentsel planlama örneği ortaya koyar. Bu planlarda öne çıkan ortak özellik Gençlik Parkı yahut Gezi parkı gibi geniş parkların, Ulus yahut Taksim gibi büyük meydanların ve bulvarların varlığıdır. Bu bakımdan Türkiye’de modern planlama mantığı büyük oranda çıkmaz sokakların oluşturduğu kaotik sokak yapısını açığa çıkaracak bir misyonu üstlenir. Türk toplumunun kapalı cemaat yapısı bu yolla temasa açık hale gelir ve sekülerleşme süreci hızlanır.

Prost’un İstanbul için öngördüğü planda toplam 18 park geniş bulvar, meydan, park ve bahçeler planlamıştır. Prost’un “serbest saha” olarak planladığı bu geniş kamusal mekanlar/buluşma yerleri hatıralarında ifade ettiği üzere esas işlev olarak şehri güzelleştirme ve sıhhileştirme derdinde değildir. Geniş meydanlar ve parklar Müslüman Osmanlı tebaasının ulus devletin seküler vatandaşlarına dönüştürülmesi için bir araçtır. Kentsel planlama yoluyla bulvarlar Osmanlı bakiyesi kapalı toplum yapısının ortasından bıçak gibi geçecek ve mahremiyeti parçalayacaktır. Bu yolla cumhuriyetin kadın ve erkekleri serbest sahalarda sosyalleşecektir.[1]

Prost projesinin merkezinde yer alan ve en geniş ölçekli planlama kuşkusuz bugün Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nı ihtiva eden bölgedir. Taksim ve gezi bu bakımdan Cumhuriyet’in sekülerleşme projesinin sembolü haline gelmiştir. Böylece Taksim’e yapılacak her müdahale aslında Türkiye’nin sekülerleşme idealine yapılmış bir müdahale olarak kabul edilecektir. Türkiye siyasetinde 1950’li yıllardan sonra ortaya çıkan ve 1980’li yıllardan sonra ise giderek yükselen muhafazakâr hareketliliğin de ilgi alanında Taksim meydanının var olması bu bakımdan bir tesadüf değildir. 1990’lı yıllara geldiğinde Necmettin Erbakan’ın elinde bir camii maketiyle poz vermesi, seküler Türkiye idealinin üzerine kâbus gibi çöker. Tepkiler yükselir. Bir sembol olarak Taksim’in serbest saha özelliğine ve özel olarak meydanın merkezini ihtiva eden Atatürk heykeline ortak kabul edilmemelidir.

2000’li yıllara gelindiğinde güçlü bir Erdoğan, sekülerleşme projesinin korkunç bir kâbus görmesini sağlamak üzeredir. Erdoğan’ın Taksim’e bir camii yapılacağını ve Gezi Parkı’na -Prost müdahaleleri sonucu tamamen yıkılmış- Topçu Kışlası’nın yeniden inşa edileceğini açıklaması bir infial etkisi yaratır. Gezi parkı olayları baş gösterir ve ülkede son yılların en büyük ve belki de tek kentsel hareketi ortaya çıkar. Protesto süreci boyunca muhalefetin temel vurgusu muhafazakâr iktidarın rövanşist bir duyguyla yıllardır içinde büyüttüğü hesaplaşmanın ürünü olarak kentsel müdahalelerde bulunduğudur. Mesele bir grup ağacın kesilmesinden ziyade “sözde Taksim kentsel dönüşüm projesiyle Türkiye’nin meydanını kamusal bir parktan kapalı bir yapıya çevirme” gayesidir. Topçu Kışlası’nın yeniden inşası, Erdoğan’ın seküler Cumhuriyet ideolojisiyle hesaplaşmasının, Osmanlı’dan bu yana uzanan “yüklü bir bagajı olan” meselenin devamıdır. Buna göre II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan “31 Mart Vakası” sırasında topa tutulan Topçu Kışlası’nın yeniden inşası, bu hesaplaşmanın bir sonucu olarak görülmelidir. Benzeri biçimde Türkiye’de kamusal alandaki mücadele laik-modern seçkinler ile dindar- muhafazakâr avam arasında geçmektedir. Bu kültürel karşıtlık kendini mekânda bir hegemonya savaşı olarak göstermektedir. Avam, üst yapısal kurumları sandık yoluyla ele geçirmiştir ve modern elitler ellerindeki tek alan olan modern kültürel alanı kibirli ve küçümseyici bir tavırla savunmaktadır. Bu mekânsal hegemonya savaşı bu sebeple muhalefetin kaybetmesiyle, AKM’nin yıkılmasıyla sonuçlanmaktadır. AKM müdahalesi, cumhuriyet tarihi boyunca hegemonya kuramamış islamcı-mukaddesatçı zihniyetin rövanşist tavrı olarak nitelendirilmektedir. Türkiye modernleşmesinin gerilimlerinin en net okunduğu mekân olarak Taksim Meydanı böylesi bir hesaplaşmanın meydanıdır. AKM’nin yıkılmasında asıl gaye ise kolektif hafızanın ve kültürel sürekliğin silinmesidir. AKM yıkılırken tam karşısında bir caminin yükselmesi de dönüşümü anlamlandırmak için kullanılmaktadır.[2]  

İktidar cephesinin söylemlerinde de bu hesaplaşmanın izleri görülmektedir. Yakın zamanda açılışı yapılan Taksim Camii ile ilgili olarak Erdoğan, “Taksim Camii, yaklaşık 1,5 asırlık bir mücadelenin ardından İstanbul’umuza kazandırılmıştır.” İfadelerini kullanır. Diyanet İşleri Başkanı’nın Cuma namazı sırasında Fetih Suresi’ni okuması, Erdoğan’ın bu caminin açılışının İstanbul’un fethi ve Ayasofya’ya bir selam olduğunu ifade etmesi, Taksim Camii’nin kazanılan bir zafer olarak görüldüğünü göstermektedir.  Bu caminin bazı kesimleri üzdüğünü belirten Erdoğan, gezi protestolarının bu camiyi yaptırmamak adına gerçekleştiğini ifade eder.

Taksim meydanının Osmanlı modernleşmesinden Cumhuriyet’e, oradan Ak Parti iktidarına uzanan dönüşüm hikâyesi, cumhuriyetin sekülerleşme idealinin önünün muhafazakâr bir iktidarca tekrar tıkanması olarak yorumlanır. Taksim Meydanı’na ihtiyaca binaen inşa edilen bir cami Türkiye’nin sekülerleşme hikâyesine ve geçmiş hesapların tekrar orta yere saçıldığı bir sinir ucuna işaret eder. Peki, Taksim’e inşa edilmiş bir cami sahiden o meydanın havasını değiştirebilir mi? Türkiye’nin sekülerleşme süreci üzerinde bir değişime yol açabilir mi?


[1] Akpınar Y., İ., & Gümüş, K. (2012). Taksim, Dün-Bugün: İdeolojik Bir Okuma. Dosya, 28, 39-47.

[2] https://xxi.com.tr/i/akm-hazir-yikilmisken-hic-yaptirmasak-mi

https://xxi.com.tr/i/kultur-mirasi-siyaset-ve-rovansizm-akm-yikiminin-dusundurdukleri