Hollanda’da Kilise-Devlet Ayrılığı

Özgürlük hareketi “Tanrı’dan özgürlük” istikametinde gelişti ve çağdaş Prometeuslardan biri Nietzsche “Tanrı’nın öldüğünü” deklare etti. Aydınlanmacılar Avrupa merkezli bir dünya tasavvur ettiler. Yeni bir kilise gibi tasarladıkları “akıl ve bilim”in Avrupa’dan başlayarak tüm dünyaya özgürlük getireceğine ve gelecek yüzyıllarda dinin toplumda yerinin kalmayacağına inandılar.

Fatih OKUMUŞ

Dr. Fatih Okumuş, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üni., İlahiyat Fak.

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde uzak bir beldede ahali zaman zaman köy evinde toplanıp hep birlikte yemek yermiş. Yemekte kimin nereye oturacağına, sofraya hangi renk örtüler serileceğine, çatalın hangi elle tutulacağına, yemekten önce mi sonra mı dua edileceğine hasılı enikten cücüğe her şeye karar veren bir gelin bacı varmış bu köyde. Köylü başı sıkıştığında akıl danışmaya, aralarında anlaşmazlık çıktı mı çözmeye de gelin bacıya koşarlarmış. Gel zaman git zaman köyde nüfus çoğalmış, başka köylere, şehirlere, başka ülkelere gidenler, gidip geri dönenler de olmuş. Köyün akıl danesi gelin bacı da artık yaşlanmış, kocakarı olmuş. Yeni nesil, eskiler gibi her şeyi gelin bacıya sormuyor, kitaptan gazeteden okuyor, radyodan dinliyormuş.

Bir kış günü yine ahali toplanmış yemek yerken, her şeye müdahil olan buyurgan kocakarıya artık bir ders vermenin zamanı geldiğine karar veren köylüler gelin bacıyı kapı dışarı etmişler. Onlar içeride ateşin başında yiyip içe dursunlar kocakarı dışarıda üşümüş durmuş. Hava da pek soğukmuş.

Gelin bacının dışarıda üşüdüğünü, köyün bir ferdi ve komşuları olarak onun da bu sofrada herkes kadar hakkı olduğunu söylemiş biri. Bir başkası da “evet” demiş, “elbette kocakarının da herkes kadar bu sofrada hakkı var. Biz de tam olarak bu nedenle onu kapı dışarı ettik. O herkesten daha fazla güç istiyor ve kullanıyor.”

Uzun lafın kısası, köylü kendi aralarındaki müzakereler sonunda, eski gelin bacı yeni kocakarının sıradan bir komşu olarak, herkes kadar hak sahibi olmak üzere sofraya ve ateşin başına yeniden davet edilmesine karar vermişler. Kapıda saatlerce bekleyip üşüyen ve acıkan anne de bu densizliği sineye çekerek, evlatlarının sofrasına dönmeyi kabul etmiş. Bundan sonra önüne konanı yemiş, sorulana cevap vermiş. Ne sofranın düzenine karışmış ne de kimin nasıl dua edeceğini dikte etmiş. Zaten dua etmek isteyenler yemekten önce gelin bacının etrafına kümelenip onun kendi kendine ettiği duaya âmin derlermiş.

Kıssa burada sona erdi. Şimdi bu kıssadan alacağımız hisselerle Hollanda özeline vurgu yaparak Avrupa ve Kuzey Amerika’da sekülerleşme ve post-sekülerleşme sürecine kuş bakışı göz atacağız. Hollanda’nın süreçleri Batı’nın hikâyesinden bağımsız olmadığındın, onun bir parçası bulunduğundan kameramızı geniş açı kullanmamız icap etti.

Kıssamızdaki gelin bacı din veya kilisedir. Gelin bacıyı sofradan, ateşin başından yani kamusal alandan uzaklaştırma 1880’lerde ortaya çıkan 1960’lardan itibaren ivme kazanan sekülerleşme sürecinin temsilidir. Kocakarının sofraya yeniden davet edilmesi ise 1990’lardan itibaren izini sürebildiğimiz post-seküler süreci ifade eder.

Hollanda’da sekülerlik veya laiklik değil doğrudan doğruya “kilise-devlet ayrılığı” (scheiding kerk en staat) terimi tercih edilmektedir. Böylece Türkiye gibi ülkelerde uzun on yıllar boyunca tartışma konusu olan laikliğin tanımı gibi sorunlar en baştan bertaraf edilmiş olmaktadır. Son 400 yıldır Hollanda (Nederland) diye isimlendirdiğimiz bölge milattan sonra X. yüzyıldan itibaren Hristiyanlaşmış, Protestan-Calvinist baskın gruplar tarafından yönetilmiş, ekonomisi ticarete, daha ziyade deniz ticaretine, buna bağlı olarak kolonyalizme dayalı bir ülkedir.

Ülkede 1960’lara kadar yüzde 65 Protestan, yüzde 35 Katolik nüfus, adeta birbirinden tamamen ayrı, separe yaşamaktaydı. Protestanların ve Katoliklerin, bilahare sosyalist ve liberallerin kendi okulları, gazeteleri, hastaneleri ve üniversiteleri vardı.  Bu ayrışma “verzuiling” kavramıyla ifade edildi.

Hollandaca ‘zuil’ (sütun) kelimesinden türetilen ‘verzuiling’ kavramının İngilizce karşılığı ‘pillarisation’; Fransızcası ‘pilarisation’. Hollanda ve Belçika’da çok kültürlü bir arada yaşama modeli olarak XIX. yüzyılın sonunda kemikleşmiş bir tür mutabakat. Farklı “sütun”lara mensup topluluklar ayrı okullara gidiyor, ayrı mabetlerde ibadet ediyor, yalnızca kendi gazetelerine abone oluyorlardı. Farklı sütunlar arasında evlilik nadirattandı. (Twee geloven op en kussen, daar slaapt de duiver tussen = Bir yastıkta iki iman, arada uyur şeytan) o dönemin anlayışını özetleyen bir atasözü… 1960’lardan itibaren bu katı sınıflaşma çözüldü. Bu süreç de “ontzuiling” (dağılma) olarak isimlendirildi.

Her ne kadar, eskisi kadar kesin sınırlara ve keskin tanımlamalara sahip olmasa da günümüzde Belçika’da 6, Hollanda’da 4 ‘sütun’ bulunuyor. Hollanda’dakiler: Protestan, Katolik, Sosyalist ve Genel-liberal. Toplumun bu dört sütun üzerinde yükseldiği düşünülüyor. Uygulamada da her sütun kendi yayın organlarına, okullarına, üniversitelerine, partilerine, meslek örgütlerine, hastanelerine sahip. Elbette artık herkes bir başka sütuna ait gazeteyi okuyabiliyor, televizyon kanalını seyredebiliyor veya başka sütundan birilerinin açtığı okula çocuğunu gönderebiliyor.

Bu gelenek ve alışkanlığı esas alan Hollanda, aydın ve politikacılarından önemli bir bölümü, rejimin sıhhati ve toplumsal huzur açısından, Müslümanların da kendi sütunlarını oluşturmaları gerektiğini düşünüyor.

Bugün Hollanda nüfusunun yüzde 20 kadarı kendisini Protestan, bir o kadar Katolik, yüzde 5 kadarı da Müslüman olarak tanımlıyor. Bazı istatistiklere göre bu oranlar çok daha düşüktür. Kiliseden uzaklaşma (onkerkelijkheid) kavramıyla özetlenen olgu esasında kurumsal dinden ayrışmayı gösterir. Kilisesizleşen kitlenin içinde kendini ateist diye tanımlayanlar olduğu gibi spiritüel arayışta olan birçok birey de bulunmaktadır. Bize göre Hollanda’da “ateistim” diyen bir kimse kelime-i tevhidin ilk bölümünü söylemiş bulunmaktadır: “La ilahe…”

Avrupa’da Sekülerleşme ve Ötesi

Avrupa orta çağı boyunca kilise sadece dini değil, ekonomik ve politik gücü de büyük ölçüde elinde tutuyordu. Yüzlerce yıl kilisenin tahakkümü altında yaşayan ve Kant’ın tabiriyle “aklını kullanmaya cesaret edemeyen” insanlar 17. yüzyıldan itibaren uyanmaya başladı. “Aydınlanma” 18. yüzyılda devam etti ve nihayet 19. yüzyılda akıl ve bilim öylesine kutsanmaya başlandı ki, adeta dinin devri bir daha açılmamak üzere kapanmıştı. Yüzlerce yıl boyunca kiliseye kurbanlar veren özgürlük savaşçıları bu kez kiliseyi kurban etmekten çekinmeyecekti.

Özgürlük hareketi “Tanrı’dan özgürlük” istikametinde gelişti ve çağdaş Prometeuslardan biri Nietzsche “Tanrı’nın öldüğünü” deklare etti. Aydınlanmacılar Avrupa merkezli bir dünya tasavvur ettiler. Yeni bir kilise gibi tasarladıkları “akıl ve bilim”in Avrupa’dan başlayarak tüm dünyaya özgürlük getireceğine ve gelecek yüzyıllarda dinin toplumda yerinin kalmayacağına inandılar.

Fransız laikliği jakobendi, yani halka rağmen halk için anlayışına dayanıyordu ve bu yüzden din özgürlüğü “inanmama, dinden çıkma özgürlüğü” olarak tanımlanıyordu. Kutsallara küfür edebilmek, peygamberlerle alay eden karikatürler çizip yayınlayabilmek bu yüzden ifade özgürlüğü kapsamında değerlendiriliyordu.

Laikliğin (laïcité) engizisyon mahkemelerinden biri sayılabilecek ünlü “Stasi Commission” 2004 yılında görünür dini sembol ve giysilerin kamu okullarında yasaklanmasına karar verdi. Komisyon üyelerinden sosyal bilimci Alain Touraine dini (İslami) aşırıcılığın ve şiddetin yükselişini durdurmak için bu yasanın zorunlu olduğunu yazarken bir başka üye siyaset bilimci Patrick Weil ise yasağı niçin desteklediğini şöyle izah etti:

“Başörtüsü takmak istemeyen Müslüman kızları sosyal baskıdan korumamız, bunun ahlaki bir vazife olmadığını göstermemiz ve böylece en geniş manasıyla Fransız laikliğini cazip kılmamız gerekiyordu.”

Touraine’nin öğrencisi sosyolog Nilüfer Göle ise laikliğin başlangıçta Fransa’dan Türkiye’ye ithal edildiğini, ama artık kamu okullarında başörtüsü yasağı kararıyla Fransa’nın Türkiye’den laiklik ithal etmeye başladığını söyleyecekti. Boynuz kulağı geçmişti.

Hollanda’da bir dönem sosyal politika olarak benimsenen “çok kültürlülük” kavramını tenkit sadedinde sosyolog – gazeteci Paul Scheffer şu cümleyi kurmuştur: “Hollanda demokrasisi Müslümanların kilise-devlet ayrılığını veya Hollandalıların İslam dâhil dinleri kritik etme hakkını işlevsiz kılmasını tolere etmemelidir.”

Avrupa’da her ülkenin kendi tarihinden getirdiği, birbirinden farklı sorunlar ve çözümler bulunmakla birlikte genel olarak Hristiyanlık ve Yahudilik, üzerinde geniş bir uzlaşmanın vaki olduğu sınırlarına çekilmiş bulunuyor. Halihazırda Avrupa’da sekülerlik, kilise-devlet ayrılığı veya laiklik açısından endişeye mahal teşkil eden yegâne mesele İslam’ın gittikçe görünür hale gelmesi ve kökleşmesinden ibarettir. Köln’de caminin, Paris’te başörtüsünün, birçok yerde Arap ve Müslüman isimlerinin toplumsal münazaa ve bazen münakaşa mevzuu olmasının sebebi İslam’ın görünürlüğünün artmasıdır.

Avrupa’nın İslam’dan ve Müslümanlardan beklentisini din filozofu John Hick 2007’de İngiltere Birmingham’daki bir konferansta kibarca izah etmişti. Yarım saatlik konuşmasının ilk bölümünde Hristiyanlığın ve Yahudiliğin nasıl reforma uğradığını ve sekülerleştiğini özetlemiş, ikinci 15 dakikada ise aynı şekilde İslam’ın da “reformunu tamamlayarak sekülerleşmesi gerektiği” tezini savunmuştur. Buna mukabil konuşmasını tamamladığında söz alarak “Kur’an-ı Kerim’e göre dinde reform olabileceğini, bunu peygamberlerin yaptığını, son peygamberle birlikte dinin tamamlandığını” ifade etmiştik.

Hollandalı İslam karşıtı politikacı Geert Wilders da “Müslümanlar Kur’an’ın yarısını yırtıp atsınlar” veya “Muhammed bugün yaşasa ve vize başvurusu yapsa reddederdim” derken aynı manayı daha anlaşılır bir üslupla söylemiş olmuyor muydu aslında?

Öte yandan Avrupa’da kilise-devlet ayrılığı prensibinin negatif uygulandığını, pozitif uygulamanın da mümkün olduğunu savunan yaklaşımlara da rastlanıyor. Hollanda’da devlet tarafından desteklenen dini okulları buna örnek gösterebiliriz. Protestan, Katolik, Yahudi, Müslüman veya başka din mensubu vatandaşlar bir mahallede, bir okul dolusu çocuk bulabileceklerini ispat edebilirlerse belediye onlara bir okul tahsis ediyor ve bu okulun, din dersi öğretmeninin maaşı hariç, bütün masrafları aynen laik okullar gibi devlet tarafından karşılanıyor. Mesela Müslümanlar bu okulda genel müfredatın yanı sıra din eğitimi verebiliyor ve okulda dini kurallara dayalı uygulamalar yapabiliyor. Hollanda’da ilk İslam Okulu 1987’de açıldı.  Halihazırda ülkede 54 İslam okulu bulunuyor.

Son yıllarda Hollanda’da pozitif sekülerizm veya aktif din özgürlüğü yaklaşımı çerçevesinde devlet okullarında, yani laik okullarda okuyan öğrencilerin de arzu ettikleri takdirde din eğitimi almasına fırsat tanındı ve bütçe ayrıldı. Bu durumda bir mahallede bir okul dolusu çocuk yoksa ve fakat okulda mesela 6 öğrenci dilekçe verirse İslam dini dersi açılabiliyor, devlet bu öğretmenleri yetiştirecek kurumlar açabiliyor ve öğretmen maaşlarını verebiliyor.

Belçika ise laiklik prensibi bakımından çok daha ilginç bir uygulamaya imza atıyor. İslam’ı resmi din olarak tanımış olan ülke, talep etmeleri halinde her caminin imamının maaşını ödemeyi taahhüt ediyor. 2005 yılında Hollanda’da katıldığım bir konferansta bir Belçikalı profesör bu konuda yöneltilen eleştirileri şöyle cevaplamıştı: “İmamın maaşını biz ödemezsek Rabıta öder, biz meseleye böyle bakıyoruz!”

Bütün bu örnekler ve birbiriyle çatışan görüşler yeknesak bir Avrupa sekülerliğinden söz edilemeyeceğini, özellikle İslam söz konusu olduğunda sürecin çok daha karmaşık hale geldiğini gösteriyor. Şimdi biraz da Atlantik’in öte yakasına göz atalım.

Amerika’da Din Özgürlüğü

Amerikan dolarının üstünde “In God we trust” yazar, “Tanrı’ya güveniriz/ itimat ve tevekkül ederiz!” Bu yazı aynı zamanda ülkenin dinle ilişkisinde kompleksleri olmadığının bir göstergesidir.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Avrupa’nın dine karşı takındığı “yoğurdu üfleyerek yeme” tavrının aksine dini köprü, göçmenlerin tutunabileceği bir dal, gençleri suçtan koruyan bir sosyal kontrol mekanizması, insanların iş ve eş bulmasını sağlayan bir dayanışma örüntüsü olarak görme eğilimindedir.[1]

Birleşik Devletler’deki devletin din karşısındaki tarafsızlığı ve din özgürlüğünü içselleştiren tutumu, ülkenin kuruluşuna kadar dayandırılabilir. ABD’nin üçüncü başkanı (1801-1809) Thomas Jefferson (ö. 1826) henüz öğrenciliği sırasında Kur’an-ı Kerim’in İngilizce bir tercümesini okumuştu. Jefferson’ın notlar düşerek okuduğu iki ciltlik bu Kur’an tercümesi halen Kongre Kütüphanesi’nin Jefferson’un adını taşıyan binasının ikinci katındaki nadir eserler ve özel koleksiyonlar bölümünde muhafaza edilmektedir.

Jefferson’un Kur’an’ı Amerikan-İslam ilişkileri bakımından sembolik ve tarihi bir önem taşıyor. 2007’de ilk Müslüman Kongre üyesi olarak Temsilciler Meclisi’ne seçilen Keith Maurice Ellison, bu Kur’an üzerine yemin ederek görevine başlamıştı. Bu hadise, İslam’ın gün geçtikçe daha çok gündeme geldiği Birleşik Devletler’de kamuoyunun ilgisini Jefferson’un Kur’an’ı üzerine yeniden çekti.

Columbia Universitesi’nden doktoralı (1989) Denise A. Spellberg, 2013’te yayımlanan Thomas Jefferson’s Qur’an: Islam and the Founders başlığını taşıyan eserinde Birleşik Devletler’in kurucu babalarının İslam’a yaklaşımlarını, özellikle Thomas Jefferson ve arkadaşlarının gerçek din özgürlüğünü savunan tutumlarını incelemiştir.

Jefferson, doğal din anlayışına ve akla dayanarak dinî özgürlük ve çoğulculuğu savunan John Locke’un (ö. 1704) görüşlerinden etkilenmiştir. Locke, yeryüzü yargıçlarının, her biri yegâne hakikat olduğunu iddia eden dinler arasında hüküm veremeyeceğini, farzımuhal hüküm verseler bile vicdani bir konudaki hükmün güç kullanılarak kimseye dayatılamayacağını ve nihayet toplumda dinî çoğulculuğa izin vermenin tek bir dini dayatmaktan çok daha az rahatsızlığa yol açacağını ileri sürmüştür.

Thomas Jefferson’un kaleme aldığı Virginia Dini Özgürlüğü Uygulama Yasası “herkes, dini konulardaki fikirlerini icra etmek ve tartışma yoluyla ileri sürmekte özgür olacaktır” ifadesine yer vermektedir. ABD anayasasının birinci değişikliği (First Amendment) ile bu yasa dini özgürlükleri garanti altına alan temel metin olarak kabul edilmiştir ve halen yürürlüktedir.

Kutsalın Dönüşü

Avusturyalı bir göçmen olarak geldiği ABD’de din sosyolojisinde ekol haline gelen çalışmalara imza atan Peter Ludwig Berger (ö. 2017), II. Dünya Savaşı’nın akabinde aynen kimi Aydınlanma dönemi filozofları ve 19. yüzyıl ideologları gibi dinin insanlığın çocukluk dönemine ait bir kurum olduğunu, artık rüştünü ispat eden insanlığın zaman içinde yok olacağını savunmuştu. Berger’e göre din bir kriz yaşamaktaydı. Oysa Berger’in yakın çalışma arkadaşı Thomas Luckmann’a (ö. 2016) göre ise din yok olmamış, sadece “görünmez” olmuştu. Nihayet 1990’lı yıllara gelindiğinde Berger sekülerleşme tezini tadil ederek dinin değil, asıl sekülerliğin krize girdiğini yüksek sesle söyleyecek ve kehanetinin tutmadığını itiraf edecekti.

Sadece Berger değil, Alman filozof ve siyaset bilimci Jürgen Habermas ve Amerikan sosyolog José Casanova da doksanların başlarından itibaren artık yeni bir dönemin başladığını, sekülerliğin dönüştüğünü işaret ettiler. Habermas “post-seküler kamusal alan” üzerine yazmaya ve konuşmaya devam etti. Habermas post-seküler dönemi özetle “Hem dini hem de seküler mentalitelerin tamamlayıcı öğrenme sürecine açık olmaları” hali olarak teşhis ediyordu.

Laiklik Gözde, Laikçilik Demode

Casanova sekülerliğin ‘sekülarist’ ve ‘sekülarist olmayan’ iki biçimde yorumlandığını; ikinci yorumun gittikçe daha yaygın hale geldiğini tespit ediyor. Ona göre bütün dünyayı kuşatacak, bütün kültürleri kucaklayacak bir üst dil ancak seküler bir dil olabilir; çünkü sekülerlik bütün geleneklerin mevcudiyetini taahhüt eder ve korur. Bununla birlikte dine karşı geliştirilmiş Avrupaî reflekslerin bütün dünyadaki dindarlaşma trendiyle uyum içinde olmadığını, bir istisna olduğunu iddia eder. Yani Avrupalı birçok yazarın ‘Amerikan istisnacılığı’ diye nitelediği durumun; dünya ölçeğinde bakıldığında aslında bir Avrupa istisnacılığından ibaret olduğunu söyler. Bu yüzden sekülarist sekülerlik yorumlarına Avrupa’da rastlanır. Casanova Fransız modelinin ve ona bağlı olarak Türkiye’deki laikliğin sekülarist olduğunu belirtiyor. Türkiye için benzer bir kavramlaştırmayı sosyolog Nur Vergin de yapmıştı: ‘Laikçilik’. Casanova da Türkiye’deki terminolojiye uyarlayarak tekrarlayacak olursak, günümüz dünyasında laikçi laikliğin gittikçe gözden düştüğünü laikçi olmayan laikliğin ise değer kazandığını düşünüyor.

Batı cephesinde olup biteni özetlemeye çalışalım. Kilisede tecessüm eden din, Avrupa orta çağında totaliter, akıl dışı ve otoriter bir tahakküm mekanizması kurmuştu. Aklını kullanmaya cesaret eden insanlar Tanrı adına konuşan kiliseye karşı çıktılar ve uzun bir mücadele sonunda onu mağlup ettiler. Galipler zafer sarhoşluğu içinde dinin bir daha asla tarih sahnesine dönemeyeceği vehmine kapıldılar. Aklın ve bilimin dinin yerine geçeceği ve dini yok edeceği sanılıyordu. Bu kehanet tutmadı ve din, özellikle de sekülerliğe direnmiş dini akımlar, güçlü bir şekilde geri döndü. Sosyal bilimciler, filozoflar, siyaset bilimciler artık “de-sekülarize” olmuş bu yeni dünyada dinin de sosyal ve politik bir aktör olarak geri dönüşünü kayıt altına aldılar. Artık din de kamusal alana dönebilirdi, ancak orta çağlardaki gibi Tanrı adına konuşup herkesi susturarak değil, temsil ettiği insanlar adına konuşan eşit bir aktör olarak.  Sözün başında anlatılan kıssadan birkaç hisse budur efendim.


[1] Foner ve Alba, Immigrant Religion in the U.S. and Western Europe: Bridge or Barrier to Inclusion?, 2008.