Kadim Bir Mesele Olarak Sekülerleşme

İslam coğrafyasında ve Osmanlı’da dıştan ve içten yapılan tüm dayatmalara rağmen Müslümanlar büyük oranda kendi kimliklerini muhafaza etmişlerdir. Sekülerizmin yatay, laisizmin dikey baskı ve kuşatma politikası, inananlar tarafından püskürtülmüştür. Elitist, işbirlikçi küçük bir grup ve köken itibariyle da şüpheli olan azınlık bazı topluluklar haricinde geniş kitleler İslam’la kurmuş olduğu kişisel ve toplumsal bağı sürdürmeye devam etmiştir.

İsa ÖZÇELİK

Sekülerleşme, insanlık tarihi boyunca paralel bir gelişme göstermiş olmasına rağmen, Batı modernleşmesi sonrasında kullanılmaya başlanan bir terim olarak karşımıza çıkar. Sekülerleşme, yaşanan süreci tanımlamak için kullanılan bir terim iken sekülerizm, bu sürecin ideolojik yönünü ifade etmek için kullanılır. Köken olarak şimdiki zaman, devir, nesil, çağ, asır anlamlarına gelir ve dünyayı da ima eder.

Sosyal bilimlerde, modernleşmenin doğal bir sonucu olarak kabul edilen sekülerleşme, Batı dünyasına ait tarihsel bir gelişmeyi tanımlamak için başlangıçta kullanılmıştır. Daha sonra bu sürecin evrensel bir ilke olarak kabul edilerek “sekülerleşme teorisi” adı altında literatüre girmiştir.

Klasik sekülerleşme teorisi, modernleşmenin yaşandığı her yerde geleneklerin, dinin ve doğaüstü inançların zayıflayıp yok olacağını öne sürer. Bu pozitivist evrimci yaklaşımın çok iddialı olduğunu gören birçok düşünür, bu “klasik söylemi” ya terk etmek zorunda kalmış ya da revize etmek zorunda kalmıştır.

Pozitivist anlayışa göre, bilimsel gelişmeler sonucunda insanlık tüm sorularına akıl yoluyla cevaplar bulacaktır. Gelenek, sır, sihir, büyü ve din gibi kurumlara insanların sığınma ihtiyacı ortadan kalkacaktır. Modernist düşünce, insanlara bu dünyada cenneti yaşama vaadiyle sekülerleşmeyi teşvik etmiştir. Ancak, olaylar beklenildiği gibi gelişmemiştir.

İki büyük dünya savaşı, ekonomik, sosyal ve psikolojik bunalımlar birbiri ardına gelmiş, başta Amerika olmak üzere dine olan ilginin hâlâ canlılığını koruduğu fark edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine farklı sekülerleşme şekillerinin olabileceği ve sekülerleşmenin dini tamamen yok etmese de onu geriletip etkisini azaltacağı görüşleri daha çok dillendirilmeye başlanmıştır. Ancak, hem Japonya gibi farklı modernleşme örneklerinin rüştünü ispat etmesi hem de yeni dini hareketler gibi bir olgunun Batı’da yaygınlık kazanması, sekülerleşme teorilerinin ne kadar kırılgan olduğunu ortaya çıkarmıştır. Batı dışı toplumlarda dinin sosyal hayattaki etkisinin devam etmesi, özellikle İslam dünyasında yirminci yüzyılda İslami Hareketlerin yükselişiyle sekülerleşme teorilerini tamamen tartışmalı hale getirmiştir.

Müslüman düşünürlerin çoğu sekülerleşme olgusunu Batı Hristiyan dünyasına ait bir süreç olarak yorumlamaktadır. Rönesans ile başlayıp reformla devam eden ve aydınlanma ile zafere eren bu süreç öncelikle kilise kurumuna ve ruhban sınıfına karşı girişilen bir başkaldırının sonucu olarak kabul edilmektedir. Ruhbanlar, kendi sosyo-ekonomik konumlarını muhafaza etmek için İncil’i araçsallaştırıp, krallarla işbirliği içinde halkların sömürülmesi için dini meşrulaştırıcı bir malzemeye dönüştürmüştür. Aklı donuklaştırıp, bilimsel gelişmelere de benzer saiklerle karşı koyan kilise, öncelikle aydınları daha sonra geniş halk kitlelerinin karşısında bulmuştur. Sanayi devrimi ve endüstriyel gelişmeler sonucunda ortaya çıkan yeni sorunlara cevap veremeyen kilise kurumu zamanla tarih dışı kalmaya sürüklenmiştir.

Teknolojik ve bilimsel ilerlemelerin dünyanın büyüsünü bozup insanlığın gözünü açtığına olan inanç giderek güçlenmiştir. Kurumsal kilise dini artık afyon olarak görülmeye başlanmıştır. Ancak, İslamiyet’te ne kilise kurumu ne de ruhban sınıfı yoktur. Kral ve ruhani lider ikiliği de yoktur. Zira, Hz. Muhammed Medine şehir devletini yönetirken iki kimliği birden üstlenmiş, ondan sonra gelen halifeler de bu geleneği sürdürmüşlerdir. Kur’an’ın insan, toplum ve devlet ilişkilerini düzenleyen çok sayıda buyruğu vardır. Aile, hukuk, ekonomi ve siyasete kadar vazedilmiş birçok ayet ve hadis, dinin kamusal alandan yalıtılmasını imkânsız kılmıştır.

Buna rağmen emperyalizmin güdümündeki kadrolar, modernleşme adı altında batılılaşma ve sekülerizmi İslam dünyasına dayatmaktan geri durmamıştır. Müslümanlar geçmişte de inişli çıkışlı dönemler yaşamışlardır. Farklı kültür ve medeniyetlerle karşılaşıp etkileşim içinde bulunmuşlardır. Ancak, modernizm taraftarları kendi özgün kimliğinle kalarak bir modernleşme sürecini asla mümkün görmemişlerdir. Tarih boyunca farklı küreselleşme tecrübeleri yaşanmıştır ama Batı emperyalizminin pozitivist evrensellik anlayışı tamamen yok edici bir misyonu hedeflemiştir. Sözde insan merkezli, akılcı, bilimci yaklaşımıyla hakikatin tekelini eline geçirdiğini ve tarihin sonunun geldiğini vehmedip bu sarhoşluğuna çok sayıda işbirlikçi buluyor olması ise bambaşka bir durumdur

İslam coğrafyasında ve Osmanlı’da dıştan ve içten yapılan tüm dayatmalara rağmen Müslümanlar büyük oranda kendi kimliklerini muhafaza etmişlerdir. Sekülerizmin yatay, laisizmin dikey baskı ve kuşatma politikası, inananlar tarafından püskürtülmüştür. Elitist, işbirlikçi küçük bir grup ve köken itibariyle da şüpheli olan azınlık bazı topluluklar haricinde geniş kitleler İslam’la kurmuş olduğu kişisel ve toplumsal bağı sürdürmeye devam etmiştir.

Bu bağlamda laiklik ve sekülerizm kavramları arasındaki ilişkiye de değinmek gerekmektedir. Bu iki kavram kimi zaman birbiri yerine kullanılmakta, ancak aralarında tarihsel ve uygulama açısından farklar olduğu da söylenilmektedir. Sekülerizmin, Anglosakson kültürden gelen, reformla ilişkilendirilen ve Protestan olan İngiltere ve Almanya gibi ülkelerde temsil edildiği, laikliğin ise Rönesans ve Katoliklikle ilişkili olup Fransa’da temsil edildiği ifade edilmektedir.

Diğer bir açıdan, bireyin kişisel ve toplumsal alanda kutsal olandan uzak bir hayat yaşayıp günlük pratiklerinde dini referans almamasına sekülerizm denilmekte, devletin ve hukuk sisteminin dini referanslardan arınmasına ise laiklik adı verilmektedir.

Laiklik modelinin, Anglosakson seküler anlayışa göre çok daha sert uygulamalara sahip olması dolayısıyla Müslümanların daha fazla özgürlük sunduğu sanısıyla sekülerizmi laikliğe tercih etmesi tartışmaya açıktır. Zira sekülerizm daha kuşatıcı ve sofistike yöntemlerle düşman olarak mimlediği dini; hayatın her alanında etkisiz kılacak bir paradigmayı ifade ederken, laiklik, siyasal düzlemde ve bazı kamu alanlarında dini kimlikle mücadele etmektedir. Laikliğin devlet gücünü arkasına alarak uyguladığı zorbaca uygulamalar her ne kadar sekülerleşmeye dönük hamleler olup görece başarı elde ettiği doğru olsa da sekülerizmin dinin tamamen varlığını hedef alan bakış açısı daha tehlikeli sonuçlara yol açabilecektir. Sekülerizmi içselleştirmiş kadroların siyasal yönetim anlayışı da uygulamadaki nüanslar dışında laiklikten başka bir şey olmayacaktır.

Materyalist bir bakış açısına sahip olan sekülerlerin, öngörülerinde sürekli duvara tosluyor olması gayet normaldir. Zira onlar ruh diye bir varlığa ve aşkın olan bir güce inanmamaktadır. Maddeyi nasıl ki laboratuvar ortamında istenilen şekle sokuyorlarsa, insan ve toplumu da aynı şekilde değişime uğratacaklarını düşünmektedirler.

Rusya’da on yıllarca süren sekülerizmin ateizm uygulamalarına rağmen insanların tekrar dine doğru yönelişte bulunması onları şaşırtmaktadır. Aslında ortada şaşılacak bir şey yoktur, insanlar fıtratlarına geri dönmektedir. Zira, din fıtri bir olgudur. Materyalistlerin iddia ettiği gibi dini, insanlar üretmemiştir. Din, insanların korkularının ya da çaresizliklerinin bir sonucu ya da yalnızca toplumsal düzeni sağlamak için kullanılacak işlevsel bir araçtan ibaret değildir. Dinin kökeni mutlak olan yaratıcıdır ve insan fıtratı, kâinat ve dinin temel öğretisi arasında kopması mümkün olmayan bir bağ vardır.

Mesele bu noktaya geldiğinde, sosyologlar kendilerinin, “olan durumu” gözlediklerini “olması gerekenle” ilgilenmediklerini, sekülerleşmenin de bir olgu olduğunu, yaptıkları şeyin modernleşme ile birlikte din ya da doğaüstü inançların kişi ve toplum hayatından kesin bir şekilde kaybolduğunu gözlemlemekten başka bir şey olmadığını, ifade etmektedir. Ancak meselenin bu kadar basit olmadığı ortadadır.

Sosyal bilimlerin; akademinin, mevcut eğitim müfredatının, yapılan araştırma ve tanıtım tekniklerinin hepsinin aydınlanma ideolojisi ve küresel emperyalizm ile doğrudan ilişkili olduğu bilinmektedir. Hâkim paradigma dışında söz söyleyebilme imkanının ne kadar da zor olduğu artık gizlenemeyecek bir gerçekliktir.

Konumuz mevcut olguları anlama noktasına vardığında sekülerleşmenin dünyevileşme boyutu ile de yüzleşmek gerekmektedir. Bazıları sekülerleşme ile dünyevileşmeyi eş anlamlı olarak kullanırken bazılarıysa iki ayrı kavram şeklinde ele almaktadır. Dünyevileşmenin sekülerleşme kavramını tam olarak karşılayıp karşılamadığı tartışılır olmakla birlikte aralarında çok yakın bir bağ olduğu görünmektedir. Zira seküler kelimesinin kök anlam çağrışımlarının zaman ve mekân bağlamında bu dünyayı işaret etmesi ve hayatın pratiklerinin bu bakış açısıyla yorumlanarak doğaüstü/dünya ötesi inançlardan uzak bir şekilde kurgulanması söz konusudur. Bu durum doğal olarak dünya odaklı bir paradigmayı ortaya çıkaracağından ötürü dünyevileşme kelimesi bir kavram haline dönüştüğünde benzer bir kapsayıcılığı ifade etmektedir. Bu bağlamda dine ya da doğaüstü hiçbir inanca sahip olmayan ama dünya nimetlerine de çok iltifat etmeyen insanların var olması dünyevileşmenin kavramsal çerçevesine sanıldığı kadar zarar vermemektedir.

Kur’an ve peygamberimizin öğütlerinde dünya hayatının geçiciliği hatırlatılmakta ve dünya eğlencesi ve süslerine aldanılmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Birçok ayette ise dünya nimetlerinin insanların faydasına sunulduğu belirtilerek Müslümanların meşru dairede onlardan yararlanmasında hiçbir sakıncanın olmadığına işaret edilmektedir. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında İslam’da uhrevilik ya da dünyevilik şeklinde bir kutuplaşmadan ziyade her olguya kendi değerince hakkını vermek söz konusudur.

Sonsuz bir hayatı içeren ahiret yurdu, çok kısa bir ömürden ibaret olan yeryüzündeki hayatımızla herhalde mukayese bile edilemez. Aynı şekilde bu dünyanın geçici ve sonu çoğu zaman paradoksal bir hüznü içeren hazları ile cennetin aklımızın sınırlarını zorlayan eşsiz nimetlerini bir kefede tutmak hiç de mantıklı bir yaklaşım olmayacaktır.

Peki, mesele bu kadar açıkken nasıl oluyor da sekülerleşme ya da dünyevileşme dediğimiz olgu yazının ilk başında belirtildiği üzere insanlıkla birlikte başlayan bir süreç olarak tarihe damgasını vurmaktadır? Aslında bunda şaşırılacak bir durum yoktur. Zira Allah, insanın yaratılışı ve özellikleriyle ilgili bize vermiş olduğu bilgilerde beşerin fıtratına takvasını da fücurunu da yerleştirdiğini söylemektedir. İnsanın “aceleci, unutkan, nankör ve zalim” gibi çok sayıda vasfı da bünyesinde taşıdığını ifade eden ayetler dünya hayatının imtihandan başka bir anlam taşımadığının altını çizmektedir. Allah’a kul olarak yaratılmış olmanın sırrı burada ortaya çıkmaktadır.

Dünyevileşmenin ilk insanla başlamış olması ise bu konunun kıyamete kadar sürecek olacağının işaretini vermektedir. Hz. Adem’in Allah’ın emrini unutup şeytanın iğvası sonucunda bir anlık gaflete düşerek yasak ağaçtan yemesi ilk dünyevileşme olayı olarak kabul edilebilir. Zira, yasak ağacın dünyevileşmeyi temsil ettiği düşünülebilir. Hz. Âdem ve eşi sayısız cennet nimeti arasında yasak ağaçtan yiyerek kıyamete kadar sürecek imtihanın kapısını araladığı söylenebilir.

Hz. Adem’in oğullarından olan Kabil, dünyayla kurulan çarpık ilişkinin ilk temellerini atan kişi olarak kabul edilebilir. Daha sonra Hz. Nuh’dan Hz. Muhammed’e kadar pek çok peygamber gönderilmiştir. Allah’ı inkâr eden, unutan, O’na isyan eden yahut emirlerine duyarsız kalıp dünyevi arzulara teslim olup ahiret yurdunu umursamayan birçok kavime gönderilen bu peygamberler, onlara seküler hayat tarzının her türlüsünün hem bu dünyada hem de ahirette hüsranla sonuçlanacağını anlatmışlardır. Tebliğe muhatap olanlardan kimi icabet etmiş kimisi ise reddetmiştir. Kimileri de kendi iman etmediği gibi başkalarının da iman etmesini engellemeye çalışmıştır

Aslında dinin kişi ve toplum hayatından dışlanması demek olan sekülerizm ya da siyasal iktidardan kovulmasını ifade eden laiklik yahut laik dini ideolojiyi diğer bir deyişle seküler dini dayatmayı benimseyen jakoben laiklik, tarih boyunca hep var olmuştur. İnsanların, özellikle de iktidar sahiplerinin, Firavun, Karun, Haman ve Belam ile sembolize edilen tuğyan şebekesinin inkâr, şirk, fısk ya da nifak dolu eylemlerindeki en önemli sebep ise heva ve heveslerine uyup dünyanın geçici lezzetine aldanmak olmuştur.

Müslümanlar günümüzde yukarıda sembolize edilen isyan önderlerinden çok daha yetenekli ve ayartıcı güç odaklarıyla karşı karşıya kalmaktadır. Modernizmin ürettiği sekülerizm dayatması İslam coğrafyasında çok büyük yaralar açamamıştır. Emperyalizm Müslümanları ağır bir yenilgiye uğratsa da bu durum daha çok maddi düzeyde gerçekleşmiştir. Zira modernizmin kendisinin büyük bir anlatı şekline dönüşmesi, Müslümanların direncini artıran bir motivasyon kaynağı olmuştur. Postmodern dönemde hakikatin kendisi göreceli hale getirildiğinde Müslümanların ana referans noktaları sarsılmak istenmiştir. İçinden geçtiğimiz dijitalizm çağında ise hakikat algısı tamamen bulanıklaşıp, sanal ve gerçek arasındaki anlam iyice belirsizleşmiştir.

20. yüzyılın sonlarında sekülerleşme teorileri neredeyse tamamen geçersiz kılınmışken yakın zamanda büyük atak yapan yapay zekâ, robotik, nöroteknoloji, nanoteknoloji ve genetik alanında yaşanan çok büyük teknolojik gelişmeler ve yeni teknolojik ideoloji/din diyebileceğimiz dijitalizm, transhümanizm, posthümanizm gibi fütürist akımlar yeni bir seküler dalga oluşturmayı başarmışlardır. Bu fütürist akımların önderleri çoğunlukla kendilerini deist, ateist ya da agnostik olarak tanımlıyor olsa da yazdıkları eserlerde kendilerini bir mehdi hatta bir peygamber gibi konumlandırdıklarını gözden kaçırmamalıyız. Nihai hedef olarak önlerine koydukları ölümsüzlük arayışı ise ilk insanın arzusundan başka bir şey değildir. Bu arzu bile onları fıtratlarına dönmeye çağıran bir işaret olarak anlaşılmayı beklemektedir.

Sonuç olarak günümüz Müslümanlarının gerçekten çok büyük tehditlerle, devasa meydan okumalarla karşı karşıya kaldığı ve sekülerleşmenin en muhkem kalelerimizi dahi sardığı bir gerçek olmakla birlikte tarihin derinliklerine dikkatlice bir göz attığımızda aslında işin özünde kayda değer bir değişiklik görünmemektedir. Peygamber kıssalarını bir de bu gözle okumalıyız. İbrahim’in baltasını elimize almaktan çekinmezsek inşallah Musa’nın asasıyla mücehhez kılınabiliriz.