Dinin bir mana yolu ve ahlaki, fizikötesi ve toplumsal yaşamın düzenine dair bir akaid ve hukuk oluşturma misyonuna karşın seküler aklın sahip olduğu esaslı bir iddiası ve değer sistemi söz konusu değildir. Bu haliyle seküler aklın, dini bağlamda yeterli, sistematik ve reel bir kurumsallaşmaya müsait olamayacağını söylemek yerinde olacaktır.
Şehnaz FINDIK

“Semavî kitaplar ‘iman’ denen hem emredici hem de gönülleri fethedici ve hiçbir şeye indirgenemeyecek olan o akli tavrı ilham ederler.”[1] der, Fazlurrahman. Esasında aklın, Rahman ve Rahim olan ile irtibatında kendisine verilen üstün donanıma dikkat çeker. Sadece yaşamını koruyacak kadar yiyip içebilmesi mümkün bir bedenin, yaşamının çok daha ötesine taşan bir akıl kapasitesine ulaşabilmesi, ona verilen iman sorumluluğunu taşıyabilmesi içindir. Bu haliyle insan aklı, sahip olduğu yüksek bir donanımla tahkiki imana erişebilecek becerilerle yaratılmıştır. Bu becerileri hayata tatbik etmede başvuracağımız bilgilerden ilki, eşyanın hakikatini kavramanın pratik bilgisidir.
Eşyanın, bilgiyi ve tarihi tekelleştirenlerin sunduğu ve onu algılamamızı istediği şekliyle değil; Kur’an-i Kerim’in tuttuğu projeksiyon vasıtasıyla idrak edilmesi İslam’ı hayata bütünüyle tatbik etmede elzemdir. Ancak bu şekilde çağımızın batıl, şirk ve mesnetsiz bir yaşam biçimini dayatmasına karşı koyabilir ve yine ancak bu şekilde aklımızın tahkiki iman yolculuğuna devam edebiliriz. Böylece insan iradesini uyuşturan, onu gök merkezden indirip nefs merkeze oturtan, özgürlüğünü manipüle ederek köleleştiren ve hayvani zevk ve arzuları yaşam biçimi olarak pazarlayan tahakkümün farkına varılabilir. Dahası, tahkiki imanın fertler için en yüce kazanım olarak teşvik edilmesinin İslamî olduğu kadar insani de olduğunun önemi bu şekilde daha net anlaşılabilir.
Öte yandan yaşadığımız dinin, yani tuttuğumuz mana yolunun hayatımızın neresine tekabül ettiği sorusu cevaplanmayı bekleyen bir diğer sorudur. Bu noktada, pozitif bilimlerin ve sosyolojinin perspektifine bakan Ali Şeriati, din kavramına istinaden ortaya konulan yaşam biçimlerinin seyrine dair tarihsel bir analiz sunar. Çin’e bakarak Buda’yı, Buda’ya bakarak Çin toplumunun “din” gerçekliğini tahlil eder. Din adamları ve devlet memurlarının çıkarları doğrultusunda Çin toplumunun hayatına yön veren bir yaşam biçiminin stratejik donanımlarla uydurulduğunu görür. Bu doğrultuda “şirk dini” diye tanımladığı İslam-dışı, batıl ve gayri insani olan sistemlerin çoğunu tek bir çatı altında buluşturur.
Şeriati, şirk dini ve İslam dini arasında mükemmel bir tarihsel tespit sunar: “Ben, İbrahimi dinlerde olsun, şirk dinlerinde olsun, Tanrı anlamına gelen isim ve sıfatları karşılaştırdım ve şu sonuca vardım: Şirk dininin halkın bilgisizlik ve korkusunun ürünü olduğu yargısı doğrudur. Niçin? Çünkü müşrik din adamları, diğer bir deyişle şirk dininin temsilcileri; halkın uyanmasından, okur-yazar olmasından, bilgin ve bilgili olmasından çekinirler. Bilgiyi kendi tekellerinde tutmak isterler. Niçin? Çünkü bilimin ilerlemesi ölçüsünde, bu ilerleme ile oranlı olarak şirk dini de ortadan kalkar. Şirk dininin koruyucusu cehalettir. Halkın uyanışı, halkta eleştirme ve itiraz etme yeteneği, adalet istenmesi, şirk dinini sarsar. Niçin? Çünkü o din (şirk dini) tarih boyunca statükoyu korumuştur…”[2] Bu tespitle, bir topluluğa yapılacak en fena kötülük o topluluğun karşılaştığı meselelere dair soru sorma ve muhakeme etme melekelerine zarar vermektir. Böylelikle İslam’ı anlaşılamaz ve yaşanılamaz gören bu topluluk, kendi çağının şirk dinine mensup olmada fazla zorlanmayacaktır. Gelenekçilik iddiasıyla yaşadığı çağın güncel problemlerine karşı yenilikçi bir dil, üslup, anlayış ve içtihat geliştiremeyen din öğreticilerinin insanlığı getireceği nihai nokta da budur.
Post-modernist söylemler eşliğinde ve kümülatif bir yolla dönüşüme uğrayan yeni-liberal rejim, Şeriati’nin “şirk dini” tanımına oldukça yakın, yeni bir “seküler din”e öncülük etmektedir. Emperyalizm ile kültürel, toplumsal, ekonomik, siyasi ve askeri amentüsünü oluşturan bu dinin günümüz davetçileri eğlence endüstrisi, sanat, reklamcılık ve teknoloji üreticileridir. Bu bağlamda prehistoryenlerin iddia ettiği gibi insanların ilkel dürtülerle bir arada yaşarken dahi ortaya belirli sabiteler koyarak ve bunlara kutsiyet atfederek onlardan bir din teşekkül etmelerini günümüzle ortak bir zeminde buluşturabiliriz. Nitekim bu türden bir buluşma, modernizmin paradigma değişimi hakkında da ipuçları verecektir. Çünkü modernite, anti, post, neo gibi kavramsal nitelemeler eşliğinde sunulan yaklaşımların tümünü seküler bir akıl inşa etme çabası olarak görmek mümkündür.
Öte yandan Zygmunt Bauman da bir başka açıdan “post-modern din” olarak tanımladığı çağımız yaşam biçimini tanımlamaya yönelik bazı kritik sorular sorar: “Bugün içinde yaşadığımız dünya acaba öncekinden daha mı dinseldir? Ya da daha mı az dinseldir? Dinsellikte bir azalmaya mı, yeniden konuşlanmaya mı yoksa bir rönesansa mı tanık oluyoruz? Sorunun çözüm (ya da, belki, atlanma) yolu, zekice seçilen tanımın denenmiş hilesinden (stratagem, savaş hilesi) geçiyor.”[3] Soruların diliyle, Bauman’ın işaret ettiği “dinsellikte yeniden konuşlanma” macerasına yakın bir mercek tutulursa, cevabın bizi çağlar ötesine götürdüğüne tanık olabiliriz. Yine Bauman’a göre insan, zihninde ihtiyaç duyduğu her şeye sahiptir ve onu bilinen dünyanın içerisindeki nesnelerde bulduğu anda bu gerçekliğin mutlak doğruluğuna da sahip olacaktır.[4] Bu da ancak aklın seküler mahiyette kendini “geliştirmesi” ile mümkün olacaktır. Seküler aklın gelişimi ile transandantal kavrayış son bulacak, insan ihtiyacı olan her şeyi fizik dünyasından karşılayacak, aşkın bir tahakküme boyun eğmeden yeni bir kişisel yol yaratacaktır. Dinin, seküler aklın öncülüğünde yeniden formüle edilmesi ile milliyetçilik, ulusal değerler ve ‘aşkın varlığın sevgiyle mündemiç hükümsüzlüğü’ söz konusu olacaktır. Çünkü seküler din, sinagoglarda, kilise ve camilerde ibadet etse bile Tanrı’nın insani yaşam biçimine müdahale etmesini engelleyen ve onu dünya hayatındaki kritik sektörlerden sıyırmayı başarmış bireyler öngörmüştür. Bu anlamda seküler din, ibadetleri indirgemeci bir tavır ve manipülasyonla birer ruhsal-içsel meditasyon şeklinde sunarak kendisine müntesip olunabilen bir formülasyon üretmeyi başarmıştır. Peki, seküler dinin bu formülasyon üzerine inşa edildiği ilkeleri, sabiteleri yok mudur?
İbn Halduncu nazariyeden bakılırsa, seküler aklın ortaya koyduğu bu yeni dinin, toplumda belirli sabiteler oluşturarak istikrarlı ve kalıcı olması için tıpkı önceki toplumlar gibi mukayyed bir metne, ahlaki öğretiler sunan bir peygambere ve güçlü bir asabiye duygusuna ihtiyacı olduğu düşünülebilir. Daha geniş bir açıdan izah edersek, seküler dinin de muhtevasında aşkın bir varlık ve bu varlığa mündemiç olan belirli esaslar elbette olmalıdır. Bu aşkın varlığın beklentileri, onunla huzur bulduğunuz kavuşma anları, ibadet yahut toplu merasimler ekseninde bu varlığın kutsandığı mekân, eylem ve zaman olmalıdır. Ancak tutarlı bir inanç sisteminden bahsetmediğimiz gerçeğine istinaden adı ister post-modern din, ister şirk dini olsun, belirli bir nebinin tebyin etmediği ve belirli bir kutsal öğretiye dayanmayan; salt felsefi, aksiyoner yönü olan bir yaşam biçimi isabetli ve istikrarlı bir zemine sahip değildir.
Seküler aklın bilim, teknoloji ve sanatı entelektüel bir “aşkınlık” olarak öne çıkarması da bu anlamda yeni bir din paradigması oluşturma çabası olarak görülebilir. İnsan, tabiat ve ruh arasındaki irtibatın insanın özgürlüğü nispetinde ve daima işletilmeye hazır halde bekletilmesi üzerinden seküler din, sanatsal değeri, teknolojik başarıyı ve bilimsel bilgiyi tekelleştirmeyi basit bir dini refleks olarak görür. Uluslararası sportif müsabakalardan tutun da moda defilelerine kadar birçok alanda kendi ilkelerine göre yaşamaya mecbur bırakıldığımız seküler din, insan aklını ve özgürlüğünü tabiatın üstünde konumlandırır ve ona “aşkınlık” ve “hüküm” yetkisi atfeden bir amentüyü dayatır. Fizik âlemini kendisi için bir mabed olarak tayin ederken de esasında insanlığı bir birey tekine dönüştüren ıstıraplı serkeşliğe merhamet gösterir. Bu açıdan seküler dinin ilke ve davetçileri, insanları ihtiyaç duydukları o aşkın gücün bizatihi kendileri olduğuna inandırıp, bununla beraber özgürlüğün ve aklın fizik âleminin mutlak otoritesi olduğunu telkin ederek insanlığı kendi sonunu getiren bir zorbalığa mahkûm eder.
Her ne kadar post-modernizm sonrası mit ve totem dünyasına geri dönüşler hızlanmışsa da ortaya çıkan seküler dinin Şeriati’nin “şirk dini” yahut Bauman’ın “post-modern” dini olarak tanımlanmasında birtakım sakıncalar görmek mümkündür. Mahiyeti itibariyle seküler aklın Tanrı tanımaz, Tanrı’ya sınırlı yetkiler atfeden ve dünya hayatını insan aklıyla topyekûn içselleştiren bir yönü olmasına karşın onun bir din olarak telakki edilmesi terminolojik olarak problemli görülebilir. Bu hususta “seküler aklın bir din teşekkül etmesi ne kadar mümkündür?” diye sorulması, kavramlar dünyasına hapsolmadan verilebilecek birçok doğru cevabı ihtiva ediniyor olabilir. Dolayısıyla din ve dine ait değer ve yargılara temas etmeden kurulan bir zihinsel haritadan hareketle seküler aklın “dinden ayrı, dinden bağımsız ve dinden uzak” bir yaşam biçimi olduğu söylenebilir. Dinin bir mana yolu ve ahlaki, fizikötesi ve toplumsal yaşamın düzenine dair bir akaid ve hukuk oluşturma misyonuna karşın seküler aklın sahip olduğu esaslı bir iddiası ve değer sistemi söz konusu değildir. Bu haliyle seküler aklın, dini bağlamda yeterli, sistematik ve reel bir kurumsallaşmaya müsait olamayacağını söylemek yerinde olacaktır.
Öyle ise seküler aklın ortaya koyduğu yolu, yaşam biçimini nasıl yorumlamalı? Bilhassa Heidegger’in “varlıkla irtibatın koparıldığı”na yönelik tezine istinaden, insanın varlıkla, eşyanın hakikatine dair bilgisiyle ve nihayetinde kendiyle irtibatını koparması seküler aklın bir sonucudur denilebilir. Yeni bir teolojiye imkân vermeyen Batılı sistem kurucular, esasen var olan teolojiden istimdat ederek sayılı ritüeller oluşturmuş ve buna dayalı olarak dünyevi haz ve duyguların kalıcılığına odaklanmıştır. Çağımıza gelene dek hedonist, narsist ve kendinden başkasına alan tanımayan seküler akıl, modernitenin ve çeşitli ideolojik araçların filtresine takılarak bugünkü şeffaf forma ulaşmıştır. Dolayısıyla buradan bir “anlam yolu” yahut “din” çıkarılması, seküler aklın mahiyeti itibariyle tutarlı değildir.
Çağımızın hararetli tartışma alanları olan dünyevileşme, sekülerleşme ve deizm kavgasına dönecek olursak, bu kavganın “hâkim” yani kanun koyucunun varlığı ve yasaklarına meydan okuyan bir “yetki mücadelesi” olduğu apaçık ortadadır. Dolayısıyla seküler aklın ortaya koyduğu yaşam biçiminin tastamam bir din olarak okunması eksik, hatalı ve içerisinde epistemolojik yanlışlar barındıran bir okuma olacaktır.
[1] Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, Ankara Okulu Yayınları, Ankara: 1990, s. 72.
[2] Ali Şeriati, Dine Karşı Din, Fecr Yayınları: 2009, s. 30.
[3] Zygmunt Bauman, Postmodernizm ve Hoşnutsuzlukları, Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2000, s. 236.
[4] Bauman, “Critical Theory”, The Bauman Reader, Peter Beilharz, Oxford: 2001, s. 142.