Ağustos Böceğine Kim İftira Etti?

Medeniyeti besleyen en önemli havzanın kültür olduğu malum. Kültürü besleyen en önemli damar ise kuşkusuz edebiyattır. O halde suyun başı olan edebiyatımıza sahip çıkmalı değil miyiz? Yazının girişindeki konuya dönecek olursak. Çocuklarımıza kendi masallarımızı anlatmaz isek, Fransızlara öfkelenmek derdimize çare olmaz. Müzikten romana, şiirden sinemaya kendi kültürel kodlarımızla eser vermeye gayret eden gençlerimizi başta karşı mahallenin değirmenine su taşıyan resmî kurumlar olmak üzere sahip çıkma konusunda şapkamızı önümüze koyma vaktidir.

Derviş Çelebi

“Ey masalcı adam iftira ettin sen

Bu harikalar harikası böceğe

Onu suçladın tembellikle

En çalışkan onu görüyorum ben

Hiçbir karşılık beklemeden

Yazı ağustosu çamı çınarı

Tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı ve çınarı”

(Sezai Karakoç-Gün doğmadan s.679)

Zihniyet dünyamızı kimler inşa ediyor? Misal, bize kediyi nankör, ağustos böceğini tembel olarak tanıtan ve bizi buna ikna eden kimdir? Kediye çamur atanı bulamadım, ama ağustos böceğine iftira eden bir çoğumuzun malumu La Fontaine adında 17. yüzyılda yaşamış Fransız bir şair ve masal yazarıdır. Eserlerinden bir kısmını Beydeba’nın Kelile ve Dimne eserindeki hikayelerden aparıp modifiye ederek pazarlamış, üslubunda ise kısmen Dede Korkut’tan esinlenmiş bu Fransız (müptezeli) edebiyatçı sadece bir örnek. Bizi biz yapan, genetik kültürel kodlarımızla oynayan buna benzer onlarca yazar sanatçı edebiyatçı sayabiliriz.

Meseleyi edebiyat bağlamından çıkarıp tarihsel perspektiften bakacak olursak; Osmanlı’nın son döneminden başlayarak, devletin rotası kaybolup, gemimizin yelkenleri kısmen poyraz, mütemadiyen karayel rüzgarlarına açık hale gelince Fransızlar tarafından formatlanan jön Türkler ve onların teşkilatlanmış modeli ittihat ve terakki cemiyetinin, İslamcılık, Türkçülük derken Batı’dan esen rüzgârın gücüne telim olup karayelde karar kıldığını görürüz. Yolun ilerisinde geminin safraları sayılan padişahlık ve dahi hilafeti okyanusun serin sularına terk edilince hafiflemiş genç, Türkiye Cumhuriyet gemisinin hızla Batı’ya yol alması daha kolay oldu elbette.

Kamusu, namusu, yeniden formatlanmış. Din ve dine ait ne varsa, mümkün olan kısmı denize dökülmüş, olmayanı ambara kitlenmiş. Kitabı, defteri elinden alınmış, yenisi budur diye Latinize edilmiş bir ulusun çocuklarının bütün günahını La Fontaine’nin boynuna dolamak niyetinde değilim elbette. Bir vaka örneği olarak bu masalcıya dikkat çekmek istedim sadece. İpin ucunu buradan yakalarsak kuklacıya ulaşmak mümkün olur diye düşündüğümden 19. yüzyıldan bu yana başlayıp 20. yüzyılda ayyuka çıkan, üzerimize, her ne kadar sanat, edebiyat namına Batı’nın envaiçeşit ifrazatı boca edilse vaktin bu zamanında karayelden, poyrazdan elimiz kulağımız titrese de buzumuzu eriten lodostan razıyız. İçimizi ısıtan kıble rüzgarından da umudumuzu kesmiş değiliz.

Peki bu lodostan kastımız, kıbleden muradımız nedir?

Sevgili okuyucu farkındaysan ambarda kitlenen tohumlarımız bu yüzyılda filiz vermeye başladı. Onların üzerine titreme vaktidir. Bu bağlamda meseleyi kendine dert edinenler olarak üzerimize düşeni yaptığımızı söyleyebilir miyiz? Ya da ne yapmalıyız? Cumhuriyet ile bir problemimiz olduğu sanılmasın lakin dinimize dahleden ve mahallemizde salyangoz satanlarla meselemiz var. 

Birçoğumuzun diline pelesenk ettiği, ağzımızın sakızı “medeniyet” kavramı bahsinde şanlı tarihimiz üzerine nutuk atmak dışında elde var olan nedir? Hamaset ve slogan dışında ne üretiyoruz? Medeniyeti besleyen en önemli havzanın kültür olduğu malum. Kültürü besleyen en önemli damar ise kuşkusuz edebiyattır. O halde suyun başı olan edebiyatımıza sahip çıkmalı değil miyiz? Yazının girişindeki konuya dönecek olursak. Çocuklarımıza kendi masallarımızı anlatmaz isek, Fransızlara öfkelenmek derdimize çare olmaz. Müzikten romana, şiirden sinemaya kendi kültürel kodlarımızla eser vermeye gayret eden gençlerimizi başta karşı mahallenin değirmenine su taşıyan resmî kurumlar olmak üzere sahip çıkma konusunda şapkamızı önümüze koyma vaktidir. Yaklaşık yirmi yıldır yönetim erkini elde tutan siyasal iktidarın dindarların maslahatına uygun birçok olumlu adım attığı bir gerçek. Ayrıca kalkınma, Teknofest gençliği, taş üstüne taş koyan, fiziksel imar faaliyetlerine ayrılan enerjiyi ve çıkan ürünleri takdir etmek durumundayız. Lakin aynı teşekkürü ülkemize hâkim olan kültürel iklim konusunda tekrar etmek nerede ise imkânsız. Kültürel iktidarın sahipleri hâlâ meşruiyetini karayelden devşiriyorlar. Faturayı siyasal iktidara kesmeden bu sorumluluğu hep beraber üstlenmek zorundayız. Kültürel iktidarın eksik olduğu fiziksel iktidar, kendini imar edene değil, kendini inşa eden paradigmaya hizmet eder. Enerjimizi kendi kültürel kodlarımızla akıl yürütecek zihniyet inşasına akıtma vakti geldi de geçiyor sanırım. 

Yazının sonunda başa dönersek eğer hikmeti uzakta aramaya gerek yok. Kültürel iktidarı tesis etmek derdindeysek yolumuzu aydınlatan Sezai Karakoç’lara daha ziyade kulak vermek ve itibar etmek, dahası nice yeni Sezai’ler yetiştirmek zorundayız.