Antisemitizmin Ana Yurdu, Endülüslü Bir Hahamın Seyahatnamesi ve Siyonizmin Bir Kefaret Olarak Desteklenişi

Dünya sistemindeki işlemeyiş ya da yanlış işleyişlere dair itirazları olan, özellikle de bulunduğu bölgedeki gelişmeler karşısında sessiz kalmayıp oyun bozucu ya da oyun kurucu bir rol üstlenmekten geri durmayacağını göstermiş olan Türkiye’nin bu son direniş düzlüğünde sözünü ettiğimiz vicdan uyanışına öncü bir duruşla önemli bir katkı yaptığıysa tartışma götürmez bir gerçektir.

Yusuf YAZAR

Tarihçilerin birçoğu gibi J. M. Roberts da Oxford Yayınları tarafından yayınlanmış olan Dünya Tarihi isimli eserinde, Yahudi olanlara zulüm ve Yahudi düşmanlığı anlamında antisemitik tutum ve uygulamaların Avrupa ülkelerinde Ortaçağ boyunca çok yaygın bir biçimde yer almış olduğunu belirtir. Antisemitizm yakın dönemde ise özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesinde Çarlık Rusya’sında ve Romanya’da sonrasında ise Weimar döneminde ve Hitler döneminde en uç formda, bir soykırıma dönüşmüş olan hâliyle Almanya’da  zuhur etmiştir. Antisemitizme yabancı olanlar ve dolayısıyla Yahudiler karşısında kendisini borçlu hissetmeyenlerse Müslüman topluluklardır. Ve dolayısıyla, sonrasında İsrail’in kuruluşu gerçekleşecek olan İkinci Dünya Savaşı’na kadar İslâm coğrafyası, Yahudiler tarafından her zaman sığınılabilecek en güvenli liman olarak görülmüştür. Siyonizm ise 19. yüzyılda antisemitizmin sağladığı elverişli zeminde vücut bulmuş[1] ve o anti-semitik uygulamalar karşısında Batılılarca ‘kefaret’ kabilinden kendisine bir meşruiyet sağlanmış ve destek vaad edilmiş olan ırkçı ve ulus-devlet kurulmasını hedefleyen bir çıkıştır. Dolayısıyla, siyonizmden söz edinilen yerde anti-semitizmden söz etmemek konuyu eksik bırakmak olur.

Antisemitizm bir Roma uygulamasıdır.

Yahudileri Filistin topraklarından ilk sürmüş olanlar[2] değilseler de son büyük sürgünü gerçekleştirmiş olanlar Romalılardır.  M.S. 132 yılında, bölgenin hâkimi Romalı komutan, Yahudilerin son isyanını bastırır ve tüm Yahudileri Kudüs ve çevresindeki Filistin topraklarından sürgün ederek yılın belli birkaç günü hariç kendilerinin Kudüs’e girişlerini yasaklar. Bu, Roma yönetiminin uygulamış olduğu net ve keskin bir anti-semitizmdir. Kudüs 637 yılında Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından fethedildiğinde 500 yıl sürmüş olan bu yasak kaldırılır, şehirde Yahudilerce kutsal sayılan yerler yeniden onların ilgisine hasredilir[3]. Batıya göç ederek özellikle Endülüs’te (İspanya) İslâmî hükümdarlıklar altında kendilerine gerçek bir barış yurdu bulan Yahudiler için bu ülkede geçirdikleri 10. ve 12. yüzyıllar arası dönem unutulmaz altın bir dönem olacaktır.  Buradaki Yahudiler (Sefarad Yahudileri), 1492 yılında Endülüs hükümdarlıklarına son vermiş olan ve fanatik bir Katolik olan Kastilya ve Leon Kraliçesi İsabella ve Aragon Kralı II. Ferdinand tarafından Elhamra belgesiyle zorba bir tutumla, yanlarına altınlarını, paralarını, ziynet eşyalarını, vd. almalarına izin verilmeksizin İspanya’dan kovulurlar[4]; bu da Yahudilerin muhatap kılındıkları en büyük anti-semitizm uygulamalarından birisi olarak kayıtlara geçer.

Yalnızca İspanya’dan mı?

Yahudilerin anti-semitik zulme uğrayışları İspanya’da olmakla kalmamıştır. İngiltere’de bulunan Yahudiler de 1290 yılında Edward I. zamanında bir Kraliyet kararnamesi ile kovulurlar, geride bırakmış oldukları gayrimenkullere el konulur[5]. Benzer bir uygulama Fransa’da da (13. ve 14. yüzyıllarda) hayata geçer. Avrupa’da Yahudilerin genel bir serbestiye kavuştuğu dönem Fransız İhtilali (1789) sonrası dönemdir. Ama çok geçmeyecek, ant-semitizm Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde Çarlık Rusyası ve Romanya’da ve sonrası dönemde de en şiddetli formuyla Almanya’da ortaya çıkacaktır. Naziler, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedişlerinin sebebini bir ölçüde, komünistlerin yönlendirmesi altında olduğunu düşündükleri Yahudilere[6] bağlamışlardır.

Özetle, Anti-semitizm Avrupa ile özdeşleşmiş bir tutum ve duruştur, ‘made in Europe’ mottosunu taşır ve menşei net bir şekilde Avrupa’dır.

Toledo’lu Haham Benyamin’in seyahatnamesi ne söylüyor?

16. yüzyılda İbranice (İstanbul’da) yayınlanmış olup, İngilizce ya da diğer bir dilde de yeni baskıları olan bu söz konusu etmiş olduğumuz seyahatname, Türkçede henüz yayınlanmış değil. Yıl 1159. Yahudiler Endülüs’te tarihlerinin altın yıllarını yaşamaktalar. Kudüs’te yaşadıkları üç büyük sürgün ve kovuluşun (M.Ö. 722; M. Ö. 587; ve M.S. 132’de) üzerine sürüldükleri ya da göç etmiş oldukları ülkelerde de (Libya’da, vd.)  baskı ve sürgünler yaşamış olan Yahudiler, İspanya Müslümanlar tarafından fethedilince büyük bir serbestliğe kavuşurlar; hayatın her alanında kendilerini ifade ve gösterme şansını bulurlar. Aralarından bazıları İslâm devletlerinin yönetim saflarında yer edinirler, ticarette olduğu kadar bilimde ve sanatta da ön plana çıkanları olur. İstanbul henüz Constantinopolis’tir (Konstantiniyye), Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkezidir; Kudüs ve çevresinde ise Haçlı şövalyelerin kurmuş olduğu Hristiyan krallıklar egemendir. Selçuklu yönetimi Anadolu’nun büyük bir bölümünde egemen durumda olsa da Türkler henüz Anadolu’ya tümüyle hükmediyor değildir. İşte böyle bir zaman diliminde, Tuleytulalı (Toledolu) bir haham olan Benyamin doğuya doğru çok uzun sürecek (14 yıl) olan bir yolculuğa çıkar.

Endülüs’te kendi içinde parçalanmış Müslüman krallıklara Hristiyan güçlerin saldırılar başlatması (1229) yakındır. Yahudiler açısından Endülüs, sürgünlerle ve acılarla yoğrulmuş yüzyıllardan sonra huzuru ve serbestliği bulmuş oldukları bir yurt olmuştu. Ama çok değil, Endülüs’ün varlığı Hristiyanlar elinde son bulduğunda Yahudi toplumu da yeniden barışı bulabilecekleri bir yurt arayışına girecektir (1492). O dönemde barışla buluşacakları yurtlardan birisi ise Osmanlı coğrafyası olacaktır. İşte böyle bir zaman diliminde, Tuleytulalı (Toledolu) bir haham olan Benyamin’in doğuya doğru çıkmış olduğu yolculukla amacı, dünya Yahudilerinin nerelerde ve ne durumda olduklarını, içinde bulundukları toplum kesimleriyle ve yönetimlerle ilişkilerinin nasıl olduğunu tespit etmektir. O yıllarda ‘dünya’ Avrupa, Asya ve Afrika olarak bilinmektedir. Açık denizler henüz aşılmamış, her anlamda Amerika henüz keşfedilmemiştir. Osmanlı’nın zuhuru için de henüz vakit erkendir. Seyahatinin amacı, seyyahımızı ve bu seyahatnameyi Yahudi cemaatleri nezdinde çok değerli kılmıştır.

Benyamin, İtalya ve Yunanistan üzerinden Constantinopolis’e (Konstantiniyye’ye) gelir[7]; orada fazla eğleşmez, oradan Ege adaları üzerinden Suriye ve Filistin’e, oradan Irak ve İran Üzerinden Hindistan’a varır ve sonra Yemen, Nubia (Sudan) ve Mısır üzerinden geçen bir güzergâh üzerinde 100’den fazla önemli yerleşim merkezine uğrar ve oralardaki Yahudileri ziyaret eder, onların nüfuslarını ve durumlarını öğrenip seyahatnamesinde kaydeder.

Kudüs’ün Müslümanlar tarafından fethedilmiş olmasının (Yıl: 637 -Hicrî 15-) Yahudi toplumu tarafından önemli oluş sebebi, bu fetihle birlikte İslam yönetiminin, 500 yıldır yürürlükte olan Yahudilerin Kudüs’e giriş ve orada ikamet yasağını kaldırmış olması dolayısıyladır. Bundan önce, Romalıların sürgün (M. S. 132) sonrası koyduğu yasak gereğince Yahudiler Kudüs’e yerleşemiyor ve her Yahudi ancak yılda bir kez Kudüs’e girip çıkabiliyordu.

Bu seyahatnamenin ilk basımı 1543 yılında, İbrani dilinde İstanbul’da (o gün için Konstantiniyye) yapılmıştır. Eser daha sonraki yüzyıllarda Latinceye, Almancaya ve İngilizceye de çevrilir.

Yahudilerin o yıllarda dünyadaki dağılımına ve şehirlerdeki nüfuslarına dair verilen rakamlar dikkat çekicidir; Avrupa’nın en büyük şehirlerinde bile Yahudi nüfusu nadiren 500’ü bulur ve binli rakamlara yalnızca birkaç yerde (henüz Bizans elindeki İstanbul’da -Constantinopolis’te- ve birkaç büyük merkezde) ulaşırken, doğudaki İslam şehirlerinde dört bin ya da on bin gibi sayılara sık rastlanılır (örneğin Roma’daki Yahudi nüfusu 200, Napoli’deki 600, Selanik’teki 500, Constantinopolis’de 2500 ve Haçlıların elinde bulunan Kudüs’te 200 iken, Cizre’deki Yahudi nüfusu 4000, Musul’daki 7000, Kûfe’deki 7000, İsfahan’daki 15000, Hemedan’daki 50000 ve Semerkant’taki de 50000 olarak verilir). Bu sayıların ifade ettiği şeyse, o dönemde Avrupa’da anti-semitik uygulamalara muhatap olan Yahudilerin İslam topraklarında barış içerisinde olduklarından başka bir şey değildir.

Siyonizm, anti-semitizmin çocuğudur.

Yazının giriş cümlelerinde vurgulamış olduğumuz gibi, Yahudiler Avrupa’da Ortaçağ boyunca yüzyıllarca anti-semitik uygulamalara maruz kaldılar. Fransa İhtilali sonrasında belli bir rahatlamaya kavuşan Yahudi topluluklar kendilerini Birinci Dünya Savaşı öncesinde Çarlık Rusya’sında ve Romanya’da, savaş sonrasındaysa Almanya’da şiddetli bir anti-semitizmle karşı karşıya buldular;  Weimar Almanya’sında ve Hitler döneminde bu anti-semitik uygulamalar bir soykırım niteliğine ulaştı. Bunun nedenini bazı tarihçiler Alman yöneticilerin savaştaki yenilgilerini ülkelerindeki Yahudi varlığıyla ilişkilendirmesiyle açıklar[8].

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Rusya[9] ve Romanya’da[10], özellikle sonrasında ise en şiddetli formuyla Almanya’da zuhur eden söz konusu antisemitizm, siyonizme ihtiyacı olan atmosferi sağlar. Siyonizm bağlamında ilk siyonist çekirdek örgütleniş, 1882 yılında Harkov’da –bugünkü Ukrayna topraklarında-, “Zion’u Sevenler” grubu olarak gerçekleşir ve bu grup ilk millî toplantısını 1884 yılında yapar.  Siyonizm ilk örgütleniş günlerinden itibaren dinî olmaktan çok ırkî hassasiyet temelli ulus-devlet niteliğinde bir yapılanmayı gerçekleştirecekleri bir vatan arayışını esas alır; karakter itibariyle laiktir. Uluslararası tanınmışlığa sahip ilk Siyonist Kongre ise 1897 yılında Basle’de toplanmıştır. Kongrede siyonizmin ideali, “Filistin’de Yahudiler için kamu hukukuyla güvenlik altına alınmış bir yurt” temini olarak belirlenir; lider, Macar Yahudisi gazeteci, oyun yazarı Theodor Herzl’dir (1860-1904). Daha sonra bu Kongre 1901 yılına kadar her yıl; 1903-1913 arasında ve 1921-1939 arasında ise her iki yılda bir farklı bir Avrupa şehrinde düzenli olarak toplanır. Bu kongrelerde belli birkaç aşamadan sonra kendilerinin de talepkâr olduğu Filistin, Balfour Deklarasyonu’yla kendilerine yurt olarak vaat edilir. Böylece Kudüs’ün de ulaşılacak hedefteki yerinin netleşmesiyle siyonist ideal sağlam bir dinî motif edinmiş olur. Yahudilerin Filistin’e göçünün organizasyonunu (ve dolayısıyla Filistin’de baskın bir Yahudi nüfusunun oluşmasını) temin ve İsrail devletinin kuruluşuna ilişkin adımlar Batılıların desteğiyle hızla gerçekleştirilir. Özellikle 1930’lu yıllarda Almanya’da Yahudilere yönelik olan ve soykırım derecesine yükselen şiddetli Nazi zulmü, siyonist hareketin Avrupa ve ABD’de siyasî destek ve mali fon sağlamasını çok kolaylaştırmıştır. Bu arada, Dreyfus Davası’nın (1894) siyonist hareketi harekete geçiren bir etki yaptığını da gözden kaçırmamalıdır.

Bu ulaşılan atmosferde Batılılar siyonistlere, ‘kefaret’ olarak her türlü maddî, mali ve siyasî desteği sağlayacaklardır. Sağlanan desteğin önemli bir bölümünü, dünyanın her tarafından (Doğu Avrupa ülkelerinden, Ortadoğu’dan, ABD’den, vd.) Filistin’e kısa sürede Yahudi göçünün gerçekleştirilebilmesi için gerekli olan finansal destek oluşturuyordu; bu göçlerle Filistin’deki Yahudi nüfusunun orada belli iddialarda bulunabilecek bir nüfus oranına sahip olması hedeflenmişti. Aslında ABD dâhil birçok Batı ülkesi böylece yurtlarındaki Yahudi nüfusu azaltmayı (belli ölçüde onlardan kurtulmayı) da hedefliyorlardı. Kuşkusuz, siyonizme belli ölçüde bir destek de 89 Fransız Devrimi sonrasında etkisi daha da belirginleşen milliyetçilik ve ‘ulus-devlet’ eğiliminden geldi. Bu arada, siyasî bir hareket olarak sahip olduğu karakterler dikkate alındığında siyonizmin kökenleri itibariyle Doğulu olan Yahudi toplumun kendisinden çok daha Avrupaî olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

İsrail’in Müslümanlarla derdi ne?

Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar Müslümanların hükümran olduğu topraklarda antisemitizmin varlığı hiçbir zaman iddia edilebilmiş değildir. Evet, o topraklarda Yahudilerin Müslümanlarla eşit oldukları düşünülmemiştir, ama kendilerine eziyet de edilmemiştir, onlar da Hristiyanlar gibi, cizye vermekle yükümlü olarak ‘zımmî’ hukukuna tâbi kılınmışlar ve bu hukuk içerisinde güvenlikleri sağlanmıştır. Toplum ve toplumsal faaliyetler içinde yerleri ve statüleri belli edilmiş; kendileri, tâbi oldukları hukuk çerçevesinde âdil bir atmosferi teneffüs etmişlerdir. Bu sağlanmış olan, Yahudilerin sahip olmak istediği, ‘yalnızca güvenli olan değil, aktif ve serbest bir hayat sürme’ niteliklerini de önemli ölçüde karşılayan, insan olma onur ve haysiyetini koruyan bir ortamdı. Birinci Dünya Savaşı ile tabii ki dünyadaki dengeler bozulmuş, dünyanın şirazesi kaymış ve daha öncesi için söz konusu olmayan farklılaşmalar ve dengesizlikler ortaya çıkmıştır. Bu tarihten sonra olup biten her şeyin sorumlusu esas itibariyle, yeni sistemi ya da düzeni kuran ya da kuramayan güçlerdedir. Bernard Lewis, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Arapların Alman Nazilere sempatiyle baktığına işaret eder ve Araplar arasında bir anti-semitizm doğduğunu belirtir; bunu da ‘antisemitizmin İslâmîleştirilmesi’ olarak niteler[11]. Bu, çok doğru bir değerlendirme değildir. Evet doğrudur; Batılı güçlerin Yahudilere Filistin’de bir yurt temini fikrine sıcak baktığını ve bu konuda siyonistlere açık destek verdiğini gören Araplar kendilerini Nazilere yakın hissetmiştir[12]. Ama bu, biraz da o günkü şartlarda kendilerini köşeye sıkıştırılmış ve çaresiz hissetmiş oluşlarıyla ilgili bir durumdur. Ayrıca, milliyetçiliğin Arapların bu yönelişinde ciddi bir rol oynamış olduğu da açıktır. Nitekim, İsrail’in kuruluşunu gerçekleştirmiş siyonist çabaya karşı bir cevap olarak kurulmuş olan Filistin Kurtuluş Örgütü (1964) hareketi, esas olarak milliyetçi-laik karakterde bir hareketti. 

İsrail devlet aklı, bu Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan atmosferde Filistin bölgesinde ve çevresinde bulunan Arapların tutumunu esas alan bir bakışla Müslümanları karşısındaki pozisyonunu belirliyor olamaz. Yahudi terör örgütlerinin (Haganah, Irgun, vd.) temelini oluşturmuş olduğu İsrail devletinin bugünkü terörist karakterli bakış ve tutumunda başka etkenler var olmalı. Belki, bilinç altında, tarihsel anti-semitik tutumları nedeniyle herkesi kendilerine borçlu görürken Müslüman topluluklara borçlu olduklarını hissedişleri onları huzursuz ediyordur. Daha büyük ihtimal ise onlara orada yurt sağlayan güçlerin onlardan bize meçhul olan beklentileri yönünde hareket ediyor olmalarıdır. Bu bağlamda zaman zaman zikredilen bir görüş, İsa’nın ‘İkinci Geliş’inin zeminini sağlayacak olan Armageddon savaşı arzusu ve itikadı içindeki militan Evangelist Hristiyanların, bu beklentilerine cevap olacak gelişmeleri sağlaması umuduyla İsrail’in soykırım modunda rutin haline gelmiş olan saldırılarını duyarsız bir biçimde izliyor olmaktan da öte, destekliyor olduklarıdır[13]

Direnişin gelecek için mayalamış olduğu bereket.

Arka plan saiki ne olursa olsun, İsrail devleti ve toplumunda yön ve duruş belirlemeye katkı yapan aktörler, kendi içlerindeki bu vefasız ve adaletsiz durum alışlarından dolayı kuşku yok ki, bir gün ağır bir bedel ödemiş olduklarını görmekten kaçınamayacaklardır. Anti-semitik uygulamaların rövanşı için Nazilerinkiyle fazlaca özdeşleşmiş durumdaki ırkçı siyonist hırs ve öfkeyi Müslümanlar üzerine yöneltebilmiş olmaları modern Batılı aklın başarısı gibi görünse de Batılılar da benzer bir bedeli kendi akibetleri içinde mutlaka bulacaklardır. Vicdan sahibi Yahudi entelektüellerin Batılı dost görünümlü hâmilerinin bu manipülasyonunu çok uzun bir süre görmezden gelmeleriyse çok da mümkün görünmemektedir. Bu yükü, insan olma onuru duygusu tümüyle yok olmamış İsrailli vicdanı bile taşıyamaz. Bu tür taşınamaz vicdanî yüklerin toplumların önünde yeni yöneliş mecraları açtığıysa çok da bilinmez değildir.

Şu ya da bu niyet ve gerekçeyle beslenen Zion ateşi, öncelikle Yahudi toplumunun kendi haysiyet ve onurunu yakıyor, bunun yakıcılığını giderek daha keskin bir düzeyde hissedecekler; bunu sadece ateşi sağa sola sıçratanlar değil, teşvikçileri ve seyredenleri de hissedecek. İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte dünya kamuoyunda mazlum ve mağdur imajıyla örtüştürülen Yahudi imajı, siyonistlerin sınır tanımaz şuursuz saldırganlığı ve ahlâksızlığı nedeniyle artık daha çok, ‘zalim’, ‘saldırgan’ ve hatta ‘Yahudi Nazizmi’ gibi bir imajıyla örtüştürülmektedir.  Hak ve hakikat kendisini çok keresinde en etkili biçimde yaşanan acıyla hissettirir. Soykırım modunda insanî hassasiyet ve duygulardan tümüyle soyutlanmış saldırıların belirleyicisi olduğu bu son savaşın hayırlı sonuçları olacaksa eğer bunların en önemlilerinden birisi, bu direnişin bölgede ve dünyanın geri kalan kısmında bir ma’şerî vicdanın uyanışını tetiklemiş olmasıdır. Dünya sistemindeki işlemeyiş ya da yanlış işleyişlere dair itirazları olan, özellikle de bulunduğu bölgedeki gelişmeler karşısında sessiz kalmayıp oyun bozucu ya da oyun kurucu bir rol üstlenmekten geri durmayacağını göstermiş olan Türkiye’nin bu son direniş düzlüğünde sözünü ettiğimiz vicdan uyanışına öncü bir duruşla önemli bir katkı yaptığıysa tartışma götürmez bir gerçektir.


[1] Siyonizm: 19. yüzyıl ikinci yarısında anti-semitizme reaksiyon olarak doğmuş olan ve ilk belirlenmiş ideal olarak Yahudilere özgür ve güven içerisinde yaşayabilecekleri bir yurt temini kapsamında Yahudilerin Filistin’e dönüşüne adanmış olduğu ifade edilen ırkçı politik harekettir.

[2] Yahudilerin ilk sürgünü Asurlular elinde gerçekleşir (yıl: M.Ö. 722). Kudüs’ü ele geçiren Asurlular şehri ele geçirdiklerinde orayı yakıp-yıkarlar ve Yahudileri Mezopotamya topraklarına sürgün ederler. ‘İkinci sürgün’ü ise Babil hükümdarı Nabukadnezar’ın elinden olur (M.Ö.587); Nabukadnezar onları sürgün eder –bu sürgünde bir rivayete göre, Yahudilerin önemli bir kısmı İspanya Kralı tarafından İspanya’ya götürülür-. Yahudilerin bir kısmı daha sonra ancak M.Ö. 538 yılında, Pers Kralı Büyük Kiros’un izin vermesiyle yurtlarına dönebilirler –bu sırada Kudüs ve çevresi Perslerin hükümranlığı altındadır-.

[3] 1100 yılında Haçlı şövalyeleri Kudüs’ü ele geçirdiklerinde Müslümanların yanı sıra birçok Yahudiyi de katlederler. Daha sonra 1100 yılında Selahaddin Eyyûbî liderliğindeki İslâm güçleri şehri yeniden ele geçirdiğinde Kudüs Yahudiler için yine bir barış yurdu hâline gelir ve bu durum Birinci Dünya Savaşı’na kadar bu şekilde devam eder. Savaş sırasında sömürgeci bir yaklaşımın ürünü olan Balfour Deklarasyonu (2 Kasım 1917) ile bölge kalıcı bir çatışma ortamına çekilmiş olur; ilerleyen günlerde Kudüs de İngilizlerin idaresi altına girer (9-11 Aralık 1917). Not: İlk zamanlardan itibaren Ortadoğu merkezli olup bitenleri belli bir perspektifle ve satır arası yorumlarıyla görmek için bkz: Başlangıcından Bugüne Ortadoğu –Yusuf Yazar-, Büyüyen Ay Yayınları.

[4] Kraliçe İsabella ve Kral II. Ferdinand tarafından Elhamra belgesiyle 1492 yılında İspanya’dan kovulmaları öncesi dönemde Endülüs’teki Yahudi nüfusuna ilişkin olarak 700 bine kadar çıkan birbirinden oldukça farklı rakamlar verilse de bu rakamın 600 bin civarında olması büyük ihtimaldir. Bazı uzmanlar, İslam fethi sırasında (712-713 yıllarında) İspanya’daki Yahudi nüfusunun 100 bin dolayında olduğunu belirtmişlerdir. 800 yıla yakın süren Müslüman hükümdarlar yönetimindeki Endülüs döneminde bu nüfus hızla artmış ve 700 binlere kadar ulaşmış görünmektedir.)

[5] İngiltere’den kovulan Yahudiler çoğunlukla Polonya’ya, Hollanda ve İskoçya’ya göç ederler. 1656 yılında Oliver Cromwell tarafından Yahudilerin İngiltere’ye dönmesine izin verilir. 

[6]Çok sayıda komünist liderin (asıl ismi Issachar Zederblum olan Lenin ve Troçki –Leon Trotsky- gibi) Yahudi kökenli oluşları bu yaklaşımın benimsenmesinde rol oynamıştır. (Troçki ya da diğer bazı Yahudi komünist liderlerin Yahudi kimliğini ön plâna çıkarmamış oluşları bu yaklaşımın benimsenmesini ve özellikle Naziler tarafından kullanılmasını engelleyememiştir.)

[7] O dönem şehrin henüz Bizanslılar (Doğu Roma) elinde olduğu dönemdir.

[8] Nazi Almanya’sında, Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin (1918) Alman ırkının Yahudilerle evlilikler sebebiyle saflığını kaybedişle açıklanması ve bunun bir sonucu olarak, Alman kanının korunması için ‘Yahudi ırkı’ndan olanlarla evliliğin yasaklanmış olması (15 Eylül 1935) sır değildir.

[9] Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde dünya Yahudilerinin beşte birinin (yaklaşık 5 milyonluk bir nüfus) Çarlık Rusya’sında yaşamakta olduğu söylenir. Ortodoks kilisesinin de gayretleriyle, özellikle 1880 sonrasında Rus Yahudileri sık bir biçimde pogromlara (Yahudilere karşı ev ve iş yerlerini tahrip ve öldürmeye varan şiddet hareketleri) maruz kalmışlardır. 

[10] Romanya’da anti-semitizm, burada Osmanlı hükümranlığının sona erip Romanya bağımsızlık kazandıktan (1878) sonra ortaya çıkmış olan bir olgudur.

[11] Notes On A Century –Reflections Of  A Middle East Historian-, Bernard Lewis, 2012. (Kitap Türkçede de Tarih Notları –Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notları– ismiyle yayınlanmıştır

[12] Bu yakın hissediş, Filistinlilerin lideri kimliğiyle Kudüs Büyük Müftüsü Emin Hüseyin’in yardım beklentisiyle Adolf Hitler’i Almanya’da bizzat ziyaret edişiyle (28 Kasım 1941) tescillenmiştir.

[13] Belli çevrelerce, bölgenin bir yangın yerine dönmesini sağlaması umuduyla Birinci Dünya Savaşı sonrasında Filistin’e Yahudi göçünü teşvikte ve İsrail Devleti’nin kuruluşunu destekleyişlerinde de aynı Evangelist yaklaşımının rol oynamış olduğu kanaati güçlü bir şekilde zikredilmektedir.