Ortadoğu’da Yeni Sömürgecilik ve Siyonizm

Balfour Deklarasyonu, bölgeye Yahudilerin göçünü ilk başlatan bir dönüm noktası olarak Londra’da karara bağlanmıştı. Siyonist devletin önünü açan 181 sayılı BM kararı 1947’de New York’ta karara bağlanmıştı. Bugün Kudüs’ü siyonistlere hediye eden başkent kararı 2017’de Washington’da kararlaştırılmıştı.

Ahmet Emin DAĞ

Dr., İNSAMER Başk.

Geçtiğimiz yüzyıl içinde Ortadoğu bölgesi, iki farklı sömürgecilik tecrübesi yaşamıştır. Osmanlı’yı yıktıkları zaman İngiliz-Fransız ikilisi “doğrudan sömürgecilik” evresinde bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda küçük parçalara bölerek yeni devletler kurmuş ve bunların her birinin başına kendi valilerini ya da iş birlikçilerini getirerek dilediği gibi yönetmiştir. 1918-45 yılları arasındaki 27 yıllık bu dönem içinde tüm Ortadoğu coğrafyası gibi Filistin de işgalden nasibini almış, İngiliz işgalcilerin himayesindeki siyonistler, Filistin köylerini kademeli olarak boşaltıp, 1948 yılına kadar tüm coğrafyada askeri üstünlüğü sağlamıştır.

1945’te İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgecilerin kimliği değişmiş, eski dönemin İngiliz-Fransız ikilisi yerini Amerika-Sovyet ikilisine bırakmıştır. Bu kez Ortadoğu ülkeleri bu iki yeni gücün kontrolünde “dolaylı sömürge dönemine” girmiştir. Siyonist rejim bu dönemin hemen başlarında yani 1948 yılında kurulduğunda her iki küresel sömürgeci güç, aralarındaki tüm ihtilaflara rağmen İsrail’in varlığı konusunda ortaklaşmıştı. Bu tarihten itibaren Filistin topraklarının Yahudilere peşkeş süreci rahat şekilde yürütülürken kaba güce dayalı yayılmacılık ve kolonizasyon pekiştirilmiştir.

2000’li yıllarla birlikte Ortadoğu’daki güç dengelerinin değişmesi ve güncel koşullar nedeniyle sömürgeci düzenin üçüncü evresi başlamış görünmektedir. Bu yeni düzen, tüm Ortadoğu ülkelerinin yeniden dizayn edilmesini, bu çerçevede bölge ülkelerinin daha küçük parçalara bölünüp güçsüzleştirilirken, siyonist rejimin daha rahatlatılmasını gerektirmektedir. Batı’nın aslında çok da gizli olmayan bu planlarını gören bölgedeki rejimler de hesabını yeniden yaparken, yeni ittifak ilişkileri ve arayışlar sürecine girmiş durumdadır. Özellikle 2010 yılındaki Arap Baharı’ndan sonra başlayan rejim değişikliği tehditleri, bölgenin geleneksel ittifaklar sistemini kökten değiştirmeye başlamıştır. Herkesin dost ve düşman tanımı değişirken, aktörler yer değiştirme ihtiyacı içine girmiştir.

Bu yeni sömürge döneminde daha fazla bölünme, daha fazla kan ve daha fazla entrika bulunduğu kesindir. Batılı sömürgeciler tarafından kurulmuş bu kanlı tiyatroda tüm bölge rejimleri kendilerine biçilen rolü oynarken, Kudüs’ten, Yemen’e, Mısır’dan Gazze’ye tüm coğrafyada aynı fitnenin ateşi dolanmaktadır.

Oyun aslında çok basit, Ortadoğu’da sınırların, siyonist rejimin güvenliğini tehdit etmeyecek şekilde yeniden çizilmesi gerektiği için 2010 yılından itibaren kendi tahtının sallandığını gören birçok rejim, “İbrahim Anlaşmaları” adı altında kendi iktidarlarını koruma ve yeni döneme ayak uydurma adına siyonistlerle iş birliğini çoktan başlatmış durumdadır.

Son yüzyılda Ortadoğu ile ilgili hayati kararların hiçbiri bölgede ve bölge aktörlerinin iradeleri ile değil, Batı’da ve Batılıların çıkarlarına göre alınmıştır. Bu nedenle siyonistler ne yapacaklarsa önce Batı’da işi kotarıp sonra sahada uygulamaya koymaktadırlar. Balfour Deklarasyonu, bölgeye Yahudilerin göçünü ilk başlatan bir dönüm noktası olarak Londra’da karara bağlanmıştı. Siyonist devletin önünü açan 181 sayılı BM kararı 1947’de New York’ta karara bağlanmıştı. Bugün Kudüs’ü siyonistlere hediye eden başkent kararı 2017’de Washington’da kararlaştırılmıştı.

Dolayısıyla Ortadoğu’nun diğer aktörleri de Batı’ya daha fazla yakınlaşarak kendilerini güvene alacakları gibi bir anlayışla hareket etmektedir. Buna karşın Filistinliler başta olmak üzere bölgenin ezilen halkları ise kendi kaderlerini Batı’nın insafından kurtarmanın mücadelesiyle sesini duyurmakla meşguldür. Bu anlamda siyonistler ve Amerikan yönetimindeki iş birlikçileri, Filistin’e yönelik operasyon ve katliamları aslında zamanlama olarak en uygun zamanı seçmiş görünmektedir. Arap Baharı sonrası iç savaşlar nedeniyle büyük bir yorgunluk yaşayan Arap ülkeleri iç sorunlarından başını kaldırıp Filistin’le ilgilenecek durumda görünmemektedir. Birbirlerine karşı kullanmak üzere silah alımı konusunda Batı’ya milyarlarca dolar servet ödeyen rejimler, Filistin’in direnişinin başarıya ulaşması için tek kuruş harcamaktan kaçınmaktadır.

Filistin basit bir toprak mücadelesi olmadığı gibi tüm İslam coğrafyasının en önemli parçalarından birinin siyonist işgalcilerden kurtarılması ile başlayacak bütüncül özgürlüğün ilk aşaması olacaktır. Kudüs’ü ve Filistin’i Müslümanlardan alıp aklınca siyonistlere veren Batılı sömürgeciler, Suriye ve Irak’ın bölünmesinde de başı çekenlerdir. Mısır’da darbeyi yapanlar da onlardır. Türkiye’deki uşakları ile darbeye kalkışanlar da aynı odaklardır. 

Bu nedenle Filistin davası peygamberlerin mirasını taşıyan kutsal bir bölgenin peygamber katillerinin elinden kurtarılması sorunundan ibaret değildir. Bu dava ulusal bağımsızlık mücadelesinden öte, hak ile batılın, uluslararası istikbar ile dünya mazlumları arasındaki çekişmede sembol hale gelen bir toplumun zincirlerinden kurtulması davasıdır. Bu nedenle, Filistin sorunu insanlığın eşitlik, özgürlük ve demokrasi tarihinde elde ettiği tüm kazanımların sınandığı, Müslümanlara layık gördükleri özgürlüğün boyutlarının çizildiği gerçek bir laboratuvar haline gelmiştir.

Bugün bölgede yaşananlar, salt bir güvenlik sorunu olmadığı gibi, basit bir siyasi anlaşmazlık ya da bir ekonomik rant paylaşımı da değildir. Öyle olsaydı dünyanın farklı bölgelerindeki problemler gibi karşılıklı tavizler verilerek bir şekilde çözüme ulaşılmış olurdu. Ancak burada yaşanan süreç, sadece Filistin’in değil, tüm bölgenin, dünyanın ve dünyadaki medeniyetler arası ilişkilerin geleceğini belirleyecek nihai bir hesaplaşmadır.

Filistin halkı bu sorumluluğun farkında olarak her adımını bilinçli atmakta ve siyonist İsrail ile Amerika karşısında vereceği her tavizin sadece kendisini değil tüm İslam dünyasını da bağlayacağını, tüm Müslümanlara ait olan Kudüs’ün geleceğini ipotek edeceğini çok iyi bilmektedir. Burada sorun, Filistin halkının özgür olması ya da siyonist İsrail ile bir arada yaşaması sorunundan çok, İslam dünyasının siyonizmi ve şu ana kadar yapılanları sindirip sindiremeyeceği ile doğrudan ilgilidir. Bu yüzden İslam dünyası, bölgedeki siyonizm sorununu Filistinlilerin omzuna yıkarak sorumluluktan kaçmak yerine, kendisinin de zaferine giden yolda bu mazlum halkın zafer kazanmaktan başka çaresinin olmadığını bilmelidir. Yani İslam dünyası, biraz da kendisi için, yani küresel siyonist şebekenin şerrinden kendini kurtarmak için bugün Filistin’in kurtulması için elinden geleni yapmalıdır.

İnsanlık neslinin tarih boyunca kazanmış olduğu ahlaki ve siyasi birikim, bize Filistin halkının özgürlük vaktinin çoktan geldiğini söylemektedir. Bunun farkında olan Batılı güçler, 1993 yılındaki Oslo Anlaşmaları’nda verdikleri göstermelik bir bağımsızlıkla Filistinlileri ve dolayısı ile tüm bir İslam âlemini ikna etmeye çalışsa da meşruiyetini kutsal değerlerden ve uluslararası hukuktan alan Filistin mücadelesi, gerçek bir özgürlük için çabalamayı hiçbir zaman bırakmamıştır. Ortadoğu bölgesinde fazlasıyla bulunan “sözde bağımsız” ülkelerden biri olmak yerine, Filistin halkı; terörist ilan edilme, ambargoya uğrama ve katledilme pahasına bölgede Batı’nın yeni bir uydusu olmamaya direnmiştir. 2000 yılındaki Aksa İntifadası, bu direncin son haykırışlarından biri olmuştu.

Bugün içindeki kimi işbirlikçi kafaların yapmaya çalıştığı gibi göstermelik küçük bir otoriteye razı olmaktansa öldürülme, açlığa mahkûm olma ve en temel insani imkânların elinden alınması dayatmalarına rağmen İslam dünyasının kutsallarını teslime yanaşmamaktadır. 2007 yılından itibaren Gazze’de küçük bir alana hapsedilmiş olan Filistin halkı, 2024 yılına kadar aradan geçen süreye rağmen ne direnmekten vazgeçmiş ne de siyonist çeteleri teslim olmayı kabul etmiştir.

Eğer Ortadoğu bölgesinde siyasi istikrar, toplumsal barış, ekonomik kalkınma ve adalet isteniyorsa, her türlü olumlu sürecin başlangıcı Filistin’in özgürlüğünden geçmektedir. Kabul etsin ya da etmesin, tüm dünya buna karar vermek zorundadır. Ortadoğu’daki huzura darbe vuran siyonist yapının ikili ilişkileri daha da geliştirmek yerine, İsrail’in bölge barışına zarar verdiği gerçeğini görerek kendi geleceğimiz için Filistin halkının duruşuna desteğin sürmesi hayati önemdedir.