Her çağın her türlü müşkülüne, İslam ve dolayısıyla Müslümanlar cevap ve çözüm üretmekle mükelleftir. Bu mesuliyet de yetkinliği zorunlu kılar. Yetkinlik için kuşatıcı bir okuma, tarihi tecrübelere yani müktesebata hâkimiyet ve bunları harmanlayabilecek bir kabiliyet gerekir.
Mustafa ESER
“Çetinliği kabul edenlere selam.”
Sezai Karakoç
Herhangi bir meselede kaliteli mesai harcanıyor, üzerinde çeşitli mülahazalar yapılıyorsa o meselede derinleşilir. Pek çok soru sorulur ve onların cevapları araştırılır. Yapılan mülahazalar, zamanın tarafsız süzgecinden geçer ve yeni zihinlere tevarüs ederler. Bu, hem bakış açılarını çeşitlendirir hem posasını arındırıp damıtır hem de o mefulün aktarılabilirliği üzerinden mukavemetini artırır. İşte böylece o mesele bir ilme dönüşür. O ilimde yetkinlik için; yani ilmin âlimi olabilmek için de yine tarihi tecrübelerle belirli sınırlar, hudutlar ve sıfatlar şart koşulur. İlim, âlimini mecbur kılar; âlim, ilmi besler ve dönüşümlü bir tekâmül sürer gider.
Ne, neden, niçin, nasıl, ne zaman, nerede ve kim, soruları üzerinde yapılan değerlendirmelerle ilmi bir yolculuğa çıkılır. İnsan zihni düşünmek ve düşüncelerine ikna edici neticeler bulmak ister. Düşünmenin belli bir usul ile gerçekleşmesi insanın düşüncelerinin hem temellendirilebilmesine hem de aktarımına imkân sağlar. İlk nesil tarafından İslam yaşanılırken ve hayatın bizzat kendisi olarak kabul edilirken, zamanın doğal akışı gereği yeni meseleler gündeme gelmeye ve meselelerin çözümüne dair İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’ten çözümler üretilmeye çalışıldı. Bu da İslami ilimlerin tezahürüne zemin hazırladı. Belli bir döneme kadar her türlü ilimden istifade eden Müslümanlar, her türlü ilmi, Allah’ı anlamada ve hayatın kalitesini artırmada birer fener olarak gördü ve bu birikimle irtibattan hiç rahatsız olmadılar. Müktesebata dâhil ettikleri ilimleri tasnif ederken mesela, uhrevi ve dünyevi şeklinde bir yaklaşıma girmediler. Anlamın ve aktarımın bu ayrıma ihtiyacı olduğunu düşünmediler. Bu, onların İslam’ın hak oluşuna itimatlarının bir ispatı idi adeta. Ama ekolleşme ile birlikte ilimlerin bu tasnifi teknik gerekçelerle pratik bir çözüm olarak kullanıldı.
İslam’ın tatbiki farz-ı ayn kabul edilirken her türlü ilmin tedrisi ve ihtisaslaştırılması farz-ı kifaye kabul edildi. İlmi üretim ve bu ilimde yetkinleşerek varılan âlim olma mertebesi, her dönemde tezahür etti. Müslümanlar her türlü ilimde pek çok usul denediler. Bu yöntemler ve ilmin hamili eserler tarihin basiretli imbiğinden süzülerek yetkin hale geldiler. Bu ilimlerle birlikte ihtiyaca binaen, devletler kuruldu, yıkıldı. Savaşlar ve antlaşmalar yapıldı. Hâsılı tarihsel serüvende pek çok olay ve durumlar gerçekleşerek insanlık; özelde Müslümanlar, belli kıvamlara geldiler. Olaylar girift hale geldi. Devletlerarası ilişkilerden kültürel gerekçelere, coğrafi durumlardan, teknolojik gelişmelere kadar sayısız faktör her türlü ilmi ya budayarak hususileştirdi ya da gereksiz hale getirdi. Haliyle yeni ilimler de ihdas edildi.
Bizler, Müslümanlar olarak dine hizmet etmek adına âlim yetiştirme sorumluluğu ile mesulüz. Her işte kaliteli bir tavrı ve usulü merkeze almak zorundayız. Zira Allah güzeldir ve güzeli sever, ifadesindeki güzelin, hem ilmin bizatihi kendisini hem de usulünü yani; aktarımını, tahkikini, tasnifini, kaydını, imlasını, mekânını, aktarıcısını vb pek çok parametresine bakan taraflarını kuşattığını biliriz. Bu da imkânların el verdiği ölçüde kaliteli: hakkı verilerek yapılmasına karşılık gelir. Kaliteli demek amaca mebni ilkelerle iş tutulması ve en üst düzey faydanın elde edilmesi demektir.
İslam’ın iddiasında, hayatın her dönemine, tarihin her bir sürecine, insanın her katmanına ve her türlü meseleye dair bir söz ve mesai vardır. İslam, hayatın içinde, dinamik bir nizamın bizatihi kendisidir. İlk muhataplarında kabullenmekteki direnç de kabul edenlerin hayatlarındaki muazzam dönüşüm de, hayata taalluk eden dinamizminden kaynaklıdır. İslam zihni faaliyetlere ehemmiyet verir ve bilenlerle bilmeyenlerin müsavi olmadığını ifade eder. İslam özellikle ilk inen pasajlarda duru, sahici ve elbette bir o kadar derinleştirilebilecek hakikatler dikte eder: “Oku!”, “Kalk ve uyar!”, “Rabbini tekbir et!”, “ Pisliklerden arın!”, “Gece kıyamına kalk”, “Yaptığın iyiliği çok görme ve başa kalkma!”…
İslam, temel düzeyde yaşanılabilir dindarlığından, en ince hususi meselelerdeki ürettiği çözümlere kadar temellendirilebilir bir makuliyet talep eder. Kalplerin özünü Allah bilir, dolayısıyla soru soranın niyet okumasını yapmadan bize sorulacak mantıksal sınırları zorlayan sorulara dahi ikna ve tatmin edici cevaplar üretmeliyiz. Hatta tarihte bu sorular gelmeden, gelme ihtimaline karşın sorular ve sorunlar imal edilmiş ve bunlara çözümler üretilmiştir. Bu bir ilim usulü olarak kayda geçirilmiştir. Her çağın her türlü müşkülüne, İslam ve dolayısıyla Müslümanlar cevap ve çözüm üretmekle mükelleftir. Bu mesuliyet de yetkinliği zorunlu kılar. Yetkinlik için kuşatıcı bir okuma, tarihi tecrübelere yani müktesebata hâkimiyet ve bunları harmanlayabilecek bir kabiliyet gerekir.
İslam, bu serüven boyunca sayısız kere, müntesiplerine müşahede ettiğimiz âlemde de gayb âleminde de anlam yani bir nizam vaat eder. Bu anlam, her akıl sahibi tarafından anlaşılamayabilir ama her tâbi tarafından inanılması gereken bir teslimiyeti gerektirir. Teslimiyet derken boş vermişliği ve kabullenişi değil; bilakis güvenden kaynaklı bilinçli boyun eğişi kastediyorum. Belki de “Secde et!” emrindeki secdeyi bu kastın yerine koyabiliriz. Bu tabiiyetin öncesinde atılan bir düğüm (u-k-d) vardır. Akide, itikat… Düğüm, çözülebilendir. Öncesinde düğüm yoktur. Siz o düğümü bir amaca mebni olarak mesela bir ipliğe atarsınız. Düğüm iki ipi de birbirine bağlayabilir, bir ipliğe de bir işi becersin diye atılabilir. Düğümün bir de çeşitleri vardır. Çeşitleriyle birlikte düğüm atmanın usulleri de vardır. Ama hepsinin ortak noktası düğümün atılır olmasıdır. Düğüm zaten var olan değildir. En muteber düğümler yeri geldiğinde çözülebilir. Ama bu onun düğümlüğü esnasında gevşek durduğu, yok hükmünde olduğu, vazifesini yerine getiremediği anlamına gelmez.
İslam’ın anlaşılması ve yaşanması için oluşan bütün müktesebat bahsettiğimiz düğüm ile yani taahhüt ile işlerlik kazanır. Düğüm aynı zamanda meselenin ruhsal besin kaynağı ve niyetin mihenk taşı olma görevlerini de ifa eder. Ama tekrar edelim: düğüm atılandır. Bir yönüyle belki vehbî ama daha fazla kesbî bir taahhüttür. Bir taahhüt varsa orada irade ve beyan vardır. Dolayısıyla bir tercih. Tercih edilemeyen, maruz kalınandan sorguya çekilmeyiz ya da kıvanç duyamayız. En büyük kıvancımız olacak olan düğüm yani iman aynı zamanda çözülebilecek yani vazgeçilebilecek olandır da. Bu ihtimal dolayısıyla her daim ilgiyi alakayı ve beslenmeyi bekler. Kafesteki kuşu beslemekten bahsetmiyorum, bizi mahfazası ile kuşatacak donanımıyla imanı takviye etmekten bahsediyorum. İşte bunu sağlamanın entelektüel yolu bilme ile anlama ile hâsılı ilimle olan iştigaldir. Ömürlük taliplik halidir. Her daim ilme olan iştiyakın düğümü sağlamlaştırdığına, pek çok şekilde tekrar tekrar atılarak tazelendiğine şahit olmuştur ulema. O halde gelip geçici suni gündemlerin seline kapılmadan asli gündemlerimizi ihmal etmeyelim, ilimle ve amelle olan teşrikimize hakkını teslim edelim.
İnanıyoruz ki yeryüzünün imarı da insanlığın ıslahı da İslam’dadır.