İsrail’e yaptırım uygulayamayan devletlerin halkları sokak eylemleriyle kendi devletlerini eleştirip politik manevra almaya zorlarken, devlet yöneticileri bu eylemlere sessiz kalıyor. Bu sessizliğin alt metninde devleti oluşturan burjuvanın, sıkı sıkıya eklemlendikleri Siyonist lobiler karşısındaki acziyeti yatıyor. Bu da bilhassa Türkiye gibi devlet fetişizmi olan doğu ülkelerinde var olan “devlet” algı ve anlayışında dramatik çözülmeler yaratıyor. Böylelikle Müslüman halk nezdinde devlet, Müslüman lider ve yöneticilerin koltukları altındaki “kutsal” teşkilat değil, kurucu ve sürekli unsurları itibarıyla küresel sistemin bir parçası olarak kendini hatırlatıyor.
Şehnaz FINDIK İNAN
Siyasal iktidarın güvenli bulmadığı limanlar terörize edilmiş korsanlarla doludur. Devletler bu korsanların varlığını, savunma ve silahlanma meşruiyeti olarak kullanırlar. Güvenlik, askeri harcamalar ve iktidarın yerini garanti etmek için başvurduğu “korkutma” stratejileri de yine bu korsanlar sayesinde demokrasi şöleninin birer parçası haline gelir. Devlet, şiddetin meşru kaynağı olduğuna göre onun öz ve menfaatine kast eden en ufak hareket terör eylemi olarak nitelendirilmeye mahkûmdur. Peki, bu devlet, tüm organlarıyla, apartheid bir rejimi benimseyen İsrail ise? Nusayri aristokratlar eliyle haritadan silinmiş Suriye ise? Batılı emperyalistlerin petrol kuşatması altındaki Irak ise? Güç ve otoritenin yaşam ve mülkiyeti korumak uğruna devredildiği Leviathan, belirli bir azınlığın müdafisi olarak asıl hak sahiplerine yaşam hakkı dahi tanımıyor ise, devlet bizim neyimiz olur?
Ortadoğu denilen ve bize göre yanlış tanımlanmış; kaynak ve jeopolitik zengini coğrafyada uzun yıllardır var olan siyasal istikrarsızlık buradaki halkları insani yaşamdan mahrum bırakıyor. Bilhassa çökmekte olan devletlerde, geniş katılımlı sivil toplum oluşumları silahlı ve örgütlü hareket eden gençlik grupları yaratıyor. Bu gruplar, sivil toplum nosyonlarından ziyade patronaj siyasetinin krizleriyle bağlantılı bir sosyal kategori ortaya çıkarıyor. Adına gerilla hareketi, cemaat yahut mezhep ne derseniz deyin sonuç değişmediği gibi kriz de derinleşiyor. Burada açıkça halkı kontrol altına alan ve ülkenin kaynaklarını elit bir azınlığın kullanımına açmak suretiyle oradaki siyasal kırılganlığı destekleyen gayri ahlaki bir yönetim meydana geliyor. Yani merkezileşme ve bürokratikleşmeye sıkı sıkıya bağlı bu yeni yönetim anlayışı, insanları devletin aidiyet mekanizmasına dâhil eden yeni bir tür fetişizm üretiyor. Günün sonunda güç mücadelesine giren bir kesim çıkıp “devlet benim” diyor.
Sosyal haydutlar eliyle kamusal otoritenin boş bıraktığı tüm alanlarda boy gösteren bu nevi oluşumlar, bilhassa Arap Baharı ve sonrasındaki süreci yöneten asli unsurlar arasında yerini almış durumda. Dolayısıyla Ortadoğu’da devlet, yer altı-üstü kaynakların kullanılması ve Batılı işbirlikçilerin çıkarlarının korunması bakımından yerel elitlerin halkın geri kalanına tahakküm kurduğu meşru bir kanal olarak görülüyor. Bundandır ki devletin zayıf olması da dışlanmış ve marjinalleşmiş grupların kolektif eylemleriyle baş etmeyi zorlaştırıyor. Bu bağlamda düşünüldüğünde devlet davranışının hemen her coğrafyada aynı şekilde tezahür edeceğini düşünmek bizi daha büyük yanlışlara sevk ediyor.
Devletler, içerisindeki ulus bilincini ırk veya dil birliği üzerinden tesis etmekle geleceğe yönelik topyekûn hareket edilen milli bir kalkınma mı öngörür? Cevabımız Ortadoğu söz konusu ise evet değil, maalesef. Zira İhvan-ı Müslimin tecrübesine bakıldığında cevabımız Mısır özelinde en azından bir süre için “hayır” olmak zorunda. Ancak hem İsrail’in emniyeti hem de Süveyş’teki ticari hareketlilik için; bilhassa Mısır’ın seküler, Batı-cı ve petrol tüccarı komşularının kendi aşiret devletçiklerinin menfaatlerini koruması uğruna İslami bir yönetim tehlike arz ediyor. Hele ki bu yönetim insani, ahlaki değerleri İslami referanslara dayandıran; özgür ve insani kalkınmayı öngören politikalar üreten bir yönetim olacaksa, vay Amerikan emperyalizminin haline! Dolayısıyla Mısır, hâlâ askeri rejimin devlet eliyle pantolon üretip sattığı bir “kayıp potansiyel” olmaya mahkûm ediliyor. Diktatör Mübarek’in bir grup elitin insafına bıraktığı Mısır halkı, “ekmek, onur ve hürriyet” çağrısı ile devletini hakiki manada “devlet” olmaya çağırsa da direnişinin neticesinde kendi ülkesini korumak ve yaşatmak istediğinden cezalandırılıyor. Zira devletlerin statükoyu koruma çabaları artık Metternich’in 1815 kararlarının çok daha ötesinde tanımlanıyor. Bugün devletler, bürokrasi ardına sığınmış ve halkından korkan zengin tüccarların eliyle teşkilatlanıyor.
Peki, halkının ve topraklarının bekası, sürekliliği ve kalkınması için üretilen dış politikayı ne yapacağız? Askeri harcamaları ve iktidara gelen İslamcı partileri? En başta normatif dış politika ile devletler, sistem içerisindeki aktörlerin çıkarlarını takip etmeyi amaçlıyor. Dolayısıyla yöneticileri Müslüman olsun ya da olmasın zorlayıcı bir diplomasi yahut caydırıcı bir askeri-ekonomik güç, reelpolitik bağlamda “ümmetçi-kardeşçi” anlayışın çok daha ötesine uzanan bir devlet güvencesi tesis ediyor. İsrail’e yaptırım uygulayamayan devletlerin halkları sokak eylemleriyle kendi devletlerini eleştirip politik manevra almaya zorlarken, devlet yöneticileri bu eylemlere sessiz kalıyor. Bu sessizliğin alt metninde devleti oluşturan burjuvanın, sıkı sıkıya eklemlendikleri Siyonist lobiler karşısındaki acziyeti yatıyor. Bu da bilhassa Türkiye gibi devlet fetişizmi olan doğu ülkelerinde var olan “devlet” algı ve anlayışında dramatik çözülmeler yaratıyor. Böylelikle Müslüman halk nezdinde devlet, Müslüman lider ve yöneticilerin koltukları altındaki “kutsal” teşkilat değil, kurucu ve sürekli unsurları itibarıyla küresel sistemin bir parçası olarak kendini hatırlatıyor.
Peki, bu farkındalıkla bir kez daha sorarsak, devlet bizim neyimiz olur? Ortadoğu’daki yapının önümüze koyduğu devlet ile Türkiye Cumhuriyeti devleti arasındaki bariz farkları göz ardı etmeden, teorik ve pratik çerçeveden devlet bizim için neyi temsil ediyor diye objektif bir soru sormalıyız. Hâlihazırdaki devletler sistemi içerisinde yapısal, tarihsel ve ulusal bir organizma inşa ederek tüm bunlara yerellik ve değer atfeden bir devlet anlayışı ne kadar sürdürülebilir? Anayasası, askeriyesi, rejimi, dış politikası ve iktisadi modeli ile birlikte düşünüldüğünde devletin bizim mahallemizdeki karşılığı ne olmalı? Aksa Tufanı sonrasında İsrail’e karşı tutumları dolayısıyla birçok İslam ülkesinin ve İslami yönetim iddiasında olan hükümetin sınandığı bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla İslamcıların, Türkçülerin ve dahi farklı devlet fetişizmine sahip grupların cevabını bulması gereken bu soruların yüksek sesle sorulması gerekiyor.