İbnü’l Emin Mahmud Kemal İnal

İbnü’l Emin’in yazı dünyasına girişi, şiirle olmuştur. Erken yaşlarda arkadaşı Mehmet Akif’le birlikte ilk nazım denemelerini yapmış, ifade gücünü ve tekniğini geliştirmiştir. Ancak Mehmet Akif gibi şiiri tek çalışma alanı olarak benimsememiştir.  Şiirinde zamanının yenilik modalarına da iltifat etmedi. Eski şiirin izinde yürüyerek çoğu gazel tarzında eserler meydana getirdi. Ünlü şairlerin şiirlerine nazireler yazmış, Hz. Peygamber’e naatlarla edebiyat dünyasına katkıda bulunmuştur. “Nalânî” mahlasıyla yazdığı şiirlerin büyük bir kısmı aşk temalıdır.

Faruk ILIKAN

İbnülemin, vali ve belediye başkanı olan Ord.Prof Fahrettin Kerim Gökay’la birlikte, Faruk Ilıkan Arşivi.

            Ömrünü Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yetişmiş sadrazamların, şairlerin, hattatların, musikişinasların biyografilerine, ilme, irfana, arşivlerin tasnifine adamış bir insandı. 

            İbnü’l Emin Mahmud Kemal İnal, eski devirlerden süzülüp gelmiş gibiydi. Uzun boylu, esmer; fötr şapkasının altında siyah takkesi, boynunda yün atkısı, içinde boğazına kadar gelen yeleği, sırtında kalın paltosu, dizlerine kadar uzanan geniş yakalı ceketi ve koyu renkli kravatıyla dikkat çekerdi.  Ayağındaki lastiklerin içinde mesleri, elinde bastonuyla orijinal kıyafetli idi.

            Vücudu bu yüzyılda olsa da aklı, fikri, yaşantısı, giyimi, kuşamı geçen yüzyıllardaydı. Nevi şahsına münhasırdı.

            Süleyman Nazif’in çok güzel tarifiyle:

             “Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine” idi. 

             Yahya Kemal ise bu tanımı şöyle tamamlamıştı:

            “Hezar gıpta o devri kadim efendisine.”

            İbnü’l Emin’in bu devrin adamı olmadığını gösteren nükteli bir anekdot:

            Bir Ramazan ayında, nefis yemeklerin ikram edildiği Necmettin Molla’nın Cihangir’deki konağında İbnü’l Emin, iftardan sonra tuvalete gitmek ister. Hizmetçi, kendisini götürür, kapıyı açar. İlk defa gördüğü bir alafranga tuvalet karşısında telaşa düşen üstat, geri dönerek hizmetçiye:

            -Nereye gidiyorsun, beni bu acayip yerde bırakıyorsun. Gel bakalım, ne yapacağız? Beraber karar verelim!

seslenmişti.

            İbnü’l Emin’in yazı dünyasına girişi, şiirle olmuştur. Erken yaşlarda arkadaşı Mehmet Akif’le birlikte ilk nazım denemelerini yapmış, ifade gücünü ve tekniğini geliştirmiştir. Ancak Mehmet Akif gibi şiiri tek çalışma alanı olarak benimsememiştir.  Şiirinde zamanının yenilik modalarına da iltifat etmedi. Eski şiirin izinde yürüyerek çoğu gazel tarzında eserler meydana getirdi. Ünlü şairlerin şiirlerine nazireler yazmış, Hz. Peygamber’e naatlarla edebiyat dünyasına katkıda bulunmuştur. “Nalânî” mahlasıyla yazdığı şiirlerin büyük bir kısmı aşk temalıdır.

            Tarihi ve biyografi eserlerinde, fikri yazılarında konuya uygun manzum  parçalar ilave etmesi, onun yazın dünyasındaki estetik hassasiyetini ortaya koyar. Ayrıca, çeşitli bestekârlar tarafından bestelenmiş ilahileri de bulunmaktadır.

            1908’de Meşrutiyet’in ilanından sonraki yıllarda şiire ara veren İbnü’l Emin, kendini daha çok ilmi çalışmalara ve araştırmalara yöneltmiştir.

            Bu dönemden sonraki şiirleri, latifeler ve mizahi şiirlerdir.  Öyle ki, bir köpeğe bile “Pit adlı kelb-i acîbül-sûreye mersiye” adıyla bir mersiye yazmıştır.

            İbnü’l Emin’in, şiir hakkında görüşleri şöylece özetlenebilir:

            “Ruhun sevinçli veya sıkıntılı olduğu her döneminde şiir vardır. Bunları hisseden ve hissettiren de şairdir.

            “Her şair nazımdır, fakat her nazım şair değildir”  hükmüne göre, “filan şairdir, falan nazımdır” demek uygun değildir. Çünkü şiirden ve şairden anlayanlar benim vereceğim hükme, yapacağım tarife ihtiyaç duymazlar, layık olan hüküm ne ise onu bizzat kendileri verirler. Şiirden ve şairden anlamayanlara gelince, onlar da zaten benim vereceğim hükümden, bu konuda söyleyeceğim sözlerden de bir şey anlamazlar. Şiirin güzelliği ve etkisi herkesin zevkine ve anlayışına göre değiştiğinden, birinin şiir olarak kabul ettiği sözleri, diğeri nazım bile kabul etmez. Birinin okudukça ağladığı manzumeye, bir başkası sadece güler.

            Aruz ve hece hususuna gelince İbnü’l Emin, aruzla yazılan şiirleri kabul edip hece şairlerini reddetmiyor. Ona göre, söz güzel olduktan sonra aruz ve hecenin farkı yoktur. Hece ölçüsüyle güzel söz söylemek, aruz vezniyle söylemekten daha zordur. Onun için, hece vezniyle söylenilen güzel sözleri, daha fazla şiir kabul etmek gerekir. Aruz vezninde görülen ahenk, dinleyenlerin kulaklarına hoş gelir ve genellikle sözün kusurlarını örter. Aruz ile söylenilen nazımlar, süslü elbiselerle arz-ı endam edenlere benzerler. Ziynet, onlara ait kusurları, dikkatli bakışlardan mümkün olduğu kadar saklar. Hece ile söylenilen nazımlar çıplaklara benzer; her türlü kusur, daha ilk bakışta göze çarpar. Bu nedenle kusurdan uzak ve her bakımdan güzel olmalıdır ki gözleri ve gönülleri cezbetsin.

            İbnü’l Emin, şiirle uğraştığı sıralarda düz yazılara da başlamıştı. Bu yazılarında ahlak, terbiye, iktisat ve musiki gibi bahisleri ele alıyordu. Ancak 1895 yılında, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanan ilk yazısı “İslamiyet- Marifet” başlıklı makalesiyle birlikte, İslam dini, medeniyeti ve ahlakı  üzerine düşünceleri belirginleşmeye başladı.

            İslam dininin terakkiye mani olduğu yolundaki görüşün batıl olduğunu gözler önüne sermek; İslamiyet’in kendisinden önceki dinlere nispetle medeniyet ve insanlık alemine kazandırdığı değerleri ortaya koymak; ayrıca bu dinin insanlığa ve medeniyete olan hizmetini göstermek gibi bir davada yazı yazmaları ve efkarı umumiyeyi aydınlatmaları gereken salahiyet sahipleri,  kendilerinden beklenen bir gayrette bulunmadığından İbnü’l Emin, bu işi kendi üzerine bir misyon olarak almıştır. 

            İbnü’l Emin, yerine oturmuş bir düşünce sistemiyle İslam dini ve medeniyetini ele alırken, İslamiyet’in akıl ve bilgiye dayanan, sadece hakikate itibar eden bir din olarak tanımlamaktadır. Ona göre, İslamiyet’in doğuşu ile gerçekliğini yitiren, kendinden önceki dinler ve o zamana kadar içinde yüzdüğü batıllar arasından sıyrılarak insanlığa nasıl saadet ve aydınlık getirdiğini anlatmaktadır.

            İbnü’l Emin’in üzerinde durduğu diğer bir konu, Kur’an-ı Kerim’in mevcut tefsirlerinin şimdiki asrın ihtiyacına kafi gelmediğinden, günümüze göre bir Türkçe tefsirin meydana getirilmesine büyük bir lüzum olduğunu ehemmiyetle işaret etmişti.  Ona göre, böyle bir tefsir yalnızca Müslümanlar için değil, Avrupalılar için de önemli bir kaynak olacaktır. Çünkü Avrupalı araştırmacıların, İslam alimleri derecesinde Kur’an-ı Kerim’in derinliklerine  vukufları mümkün olamadığından, onlara da sağlayacağı fayda dolayısıyla, neticede Avrupalıların geniş ölçüde istifadesini mümkün kılacağını belirtmişti.

            İkinci Meşrutiyet devrine gelindiğinde, İbnü’l Emin’in İslami görüş etrafında bir müddet daha devam ettirdiği yazılarında, daha önceki düşünceleri dışında yeni bir unsur olarak, İslamiyet’in hürriyete verdiği değer meselesi yer aldığı görülür. İbnü’l Emin’in hürriyet kavramına dair İslami perspektifi, politik olmaktan çok vicdani ve ahlaki değerlerle adalet ve insana saygı düşüncesine dayanmaktadır. Onun bu görüşleri, devrin diğer kalem sahiplerinin politik merkezli düşüncelerinden farklı ve onlardan ileri bir seviyededir.

            İbnü’l Emin, bu yazılarının yanı sıra Arap edebiyatının ve İslami edebiyatın Arap diliyle yazılmış klasik eserlerini tanıtmaya ve değerlendirmeye çalışmıştır. Özellikle Arapçadan istifade, kültür ve edebiyat dili olarak Arapçanın lüzumu meselesi üzerinde ehemmiyette durmaktaydı.

            Bu dönemde, İslam ilahiyatının ihtisaslaşmış ve sayıları çoğalmakta olan salahiyetli kalemler tarafından temsil edilmeye başlandığını gören İbnü’l Emin, artık bu alanı onlara bırakarak, bundan sonra yazı ve fikir hayatının esas merkezi haline gelecek olan biyografi ve tarih çalışmalarına yönelmiştir.

            1921-1922 yılları arasında İngilizler ve Fransızlar tarafından yağmalanan, birçok eseri, vesikaları, koleksiyonları ve antikaları kaybedilen Mühürdar Emin Paşa Konağı, İbnü’l Emin tarafından yine eski haline getirilmiş ve eski koleksiyonlar, evrak ve antikalarla zenginleştirilmiştir.

            Pazartesi geceleri burada yapılan sohbetlere gelince; devrin bütün ilim adamları, tarihçiler, edebiyatçılar, musikişinaslar, hattatlar, İbnü’l Emin’in olurunu alan kişiler katılmaktaydı. Bu isimler arasında:

            Hasan Ali Yücel, Ord. Prof. Sıddık Sami Onar, Prof. Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Ord. Prof. Mükremin Halil Yinanç, Ord. Prof. Fahrettin Kerim Gökay, Ord. Prof. Kazım İsmail Gürkan, Prof. Refii Şükrü Suvla, Prof. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Hüsnü Hamit , Ord. Prof. Tevfik Remzi Kazancıgil, Prof. Necmettin Hakkı İzmirli,

            Süleyman Nazif, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal Mithat Cemal Küntay, Halil Nihat Boztepe,  Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Feyhaman Duran, Nazan İz Özgür, Mahir İz, Hıfzı Tevfik Gönensay, Yusuf Ziya Ortaç, Şişman Reşat Fuat Bey, Salih Zeki Aktay, Mehmet Şevket Eygi, Burhan Felek,  Fethi İsfendiyaroğlu, Taha Toros, Orhan Köprülü, Prof. Orhan Okay, Behzat Butak, Vasfi Rıza Zobu, Sadettin Kaynak, Dr. Alâeddin Yavaşça, Dr. Ayhan Songar, Dr.Nevzat Atlığ, Selahaddin Tanur, Necdet Yaşar, Dr.Suphi Ezgi, Necati Başara’yı sayabiliriz.

            Bu kimselerle ilgili çok sayıda anekdottan birkaçı şöyledir:

            Mükrimin Halil Yinanç yeni ordinaryüs olduğunda, onun için “Ordinar deyyus” derdi. Bazen de Sıddık Sami Onar gibi ordinaryüs profesörler içeri girdiğinde  “ Grand deyyuslar geldi!” şeklinde takılırdı.

            Mükrimin Halil Yinanç, bir metre boyunda bir adamdı; melon şapka giyerdi. Hafız olmasına rağmen, din ve diyanetle fazla ilgisi yoktu. Fakat bazen sohbet meclisi dağılmadan önce aşr-ı şerif okuduğu bile olurdu. İbnü’l Emin onu sık sık iğnelerdi. Kısacık boyuyla uzun boylu bir kızla dans etmesini şu şekilde eleştirmişti:

            “Şu hödük maskaraya gülmez de,”

            “Aklı başında olanlar neyler.”

            “Doğru yolda yürümek bilmezken,”

            “Matmazellerle gider dans eyler.”

            Peynir, sarımsak ve soğanı hiç sevmemesine ve bunu herkesin bilmesine rağmen, İstanbul Üniversitesi rektörü Ord. Prof. Kazım İsmail Gürkan, bir hamalla İbnü’l Emin’e bir teneke peynir göndermişti. Çok sinirlenen İbnü’l Emin,  “Götür bu sütün veled-i zinasını!” diye hamala bağırmıştı.

            Yahya Kemal de azarlardan nasibini alanlardandı. Bir toplantıda, Yahya Kemal herkesin gözü önünde protezini çıkarıp bardağın içine koydu. Tam servis başlayacağı esnada İbnü’l Emin, “ Efendi, o b…u al, tekrar ağzına koy!” diye bağırmıştı. Yahya Kemal’in tepkisi sadece gülmek olmuştu; hiç de rahatsız olmamıştı.

            Musikişinaslardan Necati Başara, üflemeli saz olarak düdük çalardı. Fasılın içinde birden bire bir düdük sesi… Olacak şey mi? İbnü’l Emin kızar, sinirlenir ama bir şey söylemezdi. Yanında kim varsa kulağına eğilir, “Bunun babası da deliydi, kendini cami avlusunda asmıştı. Bununla bir şey konuşulmaz!” demişti.

            Pazartesi gecelerinin programı da şöyleydi:

            Meclise girer, size ayrılan yere otururdunuz. Bir müddet sohbet olur, beklenilenler gelip yerlerine oturduktan sonra fasıl başlardı. Fasılın ortasında bir taksim olur, taksim esnasında çay dağıtılırdı. Taksimin bitiminden sonra fasıla devam edilir, sonunda da Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerinin “Kudûmun” diye başlayan tevşihi okunur. Daha sonra Mevlevihane peşrevi çalınır, peşrevin sonuna doğru ritim devam ederken, orada bulunanlardan biri mana ve medlulü, ya Peygamber Efendimiz’e veya Cenab-ı Hakk’a ait güzel bir güfte seçmek suretiyle gazel tarzı okur. O da bittikten sonra Mevlevihane peşrevinin son teslimi çalınır. Arkasından Kur’an-ı Kerim’den bir aşır okunurdu. Meclisin bu kısmı böylece biter, son sohbete geçilirdi. Sohbetin bitmesiyle de meclisin dağılma zamanı gelmiştir. Program bundan ibaretti.

            Bazen muziplik yapıp, programın bittiğini ilan etmek ve en önemlisi İbnü’l Emin’i kızdırmak için birisi cebinden çıkardığı sarımsak veya soğanı meclisin ortasında ısırıverir, kıyamet de o anda kopardı.

            Konağını İlim Yayma Cemiyeti’ne, muazzam kütüphanesini, hat ve tespih koleksiyonunu, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ne bağışlayan İbnü’l Emin’e sonsuz dualarımızla… Allah rahmetini esirgemesin!