Suriye: Dönen Hesaplar, Beklentiler ve Sahadaki Gerçeklik

ABD kendini “büyük güç” olarak görebilir ve kendi perspektifinden her yaptığı eylemi haklı ve doğru kabul edebilir; zira, büyük güçler için “mümkün olan meşrudur” ve geri kalan sadece detaydır.

Yusuf YAZAR

(Ortadoğu –Değişen Dengeler- (1991), Ortadoğu’nun Son Yüzyılı (1901-2017) –Ateş Sarmalında Kaosun Yükselişi- (2017) ve Başlangıcından Bugüne Ortadoğu –Önemli Dönüm Noktaları Üzerinden- (2020) kitaplarının yazarıdır.)

            Türkiye dışında, dünyada olup bitenlere dair bir dikkati ve hassasiyeti bulunan, “zulüm ile âbâd olunamayacağı” gerçeğine inanan kesimler, Suriye’ye dair görüşlerini -eğer daha öncesinde değilse – 1982 Şubatındaki Hama katliamı ile netleştirmiştir. Bu kesimler, azınlık desteğine sahip Esed rejiminin uzun süre pâyidâr kalamayacağı ve kalmaması gerektiği kanaatine çok önceden ulaşmıştır. Mamafih, çifte standartları artık kanıksanmış olan Batılı devletler ve Rusya’nın politikaları ile onların etkin olduğu uluslararası sistemin kol kanat germesi sayesinde, kendi halkının kanını dökmeyi îtiyat hâline getiren Baas rejimi bugüne kadar varlığını sürdürebilmiştir.

Son 12-13 yıl içinde yaşananlarsa,  mevcut uluslararası sistemin etkin güçlerinin kendi pozisyonlarını koruma adına sürdürdükleri politikaların bir yansımasıdır. Bu politikalar, genellikle onlara “bahar” bize ise “kış” olan süreçleri tetiklemiştir. Bunun çarpıcı örneği, kendi ihdas ettikleri bir terör örgütüne (DAEŞ) karşı sözde mücadele gerekçesiyle bir başka terör örgütüne (PKK/PYD) inanılmaz boyutta silah ve eğitim desteği vermeleridir. Aslında bu destek, İsrail ile eşgüdüm içinde, bölgeyi kendi menfaatleri doğrultusunda biçimlendirme hedeflerine ulaşmak için oldukça kullanışlı bir enstrüman oluşturmaktan ibaretti.

            Suriye’de, Aralık ayı başlarında rejimin devrilmesiyle sonuçlanan ve Batı menşeli 100 yıllık hesabı kapatmanın adımlarından biri olarak görülebilecek olan devrim gerçekleşmeden önceki süreçte, bölgeye ilişkin denklemlerde Müminler açısından şaşırtıcı ve dikkat çekici uzlaşmaların varlığı sır değildi. Bu uzlaşmaların en dikkat çekici olanları şunlardı: ABD’nin tutumu. Esed rejiminin yıkılmasını uygun gören ABD’nin, Rusya’nın desteğine sahip olan kanlı Esed rejiminin kendisine en yakın ve güvenilir vekil olarak gördüğü PKK/PYD örgütüne sınırsız destek sunması nasıl açıklanabilir? Bir diğeri ise, İran ve Hizbullah’ın burada aldığı pozisyondur: İran destekli ve kendilerine “Allah yanlısı” ya da “Allah’ın askerleri” gibi isimler yakıştıran  Hizbullah örgütünün (ve dolayısıyla İran’ın), PKK/PYD ile Suriye denkleminin aynı tarafında yan yana bulunması nasıl mümkün olabilir? Dolayısıyla, İran’ın ve Hizbullah’ın, kendi Müslüman halkının düşmanı ve katili Esed ailesi ile olan ittifakı açıkça sorgulanabilir bir duruma getiriyor. Unutmamak gerekir ki,  PKK en başından beri Esed ailesinin himayesine sahip olmuştur; Esed ailesi de İran’ın desteğine.

Bugün gelinen noktada, kibirle davranmadıkları sürece İran’ın,  Rusya’nın ve ABD’nin çıkarabileceği dersler olduğu açıktır. Üstelik bu dersler, kelimelere dökülmeyi bile gerektirmeyecek açıklıktadır. ABD kendini “büyük güç” olarak görebilir ve kendi perspektifinden her yaptığı eylemi haklı ve doğru kabul edebilir; zira, büyük güçler için “mümkün olan meşrudur” ve geri kalan sadece detaydır. Ancak, bölgesel aktörler için durum farklıdır.  Bu aktörler, kimlerle yan yana durduklarına, attıkları adımların kimin çıkarına hizmet ettiğine dikkat etmeyeceklerse hangi iddianın sahibi olabilirler? Suriye’de kaybeden taraflardan biri olduğu açık olan İran’ın, gelişmelerden uygun ve doğru dersler çıkarması gerekmektedir. Bu, İran’ın, Türkiye ile arasındaki  ilişkilere Batılı güçlerin (ve İsrail’in) sürekli hayalini kurduğu türden bir rekabet perspektifiyle yaklaşmaması açısından son derece önemlidir. Türkiye açısından olduğu kadar, bölgenin istikrara kavuşması açısından da önemli hususlardan birisidir.

İlk haftalardaki gelişmeler, ABD’nin belli bir tutum değişikliği içinde olduğu izlenimini verse de, bu konuda net bir kanaate varmak için biraz daha zamana ihtiyaç olduğu açıktır. Trump’ın ilk demeç ve değerlendirmeleri, ABD’nin Suriye’de kullanışlı bir terör devleti oluşturmak yerine, Türkiye’nin bir “müttefik” olarak kalmasını çok daha stratejik bir tercih olarak gördüğünü göstermektedir. Ayrıca, tasavvur edilen bu kullanışlı terör aparatının, Türkiye karşısında ABD’nin silah ve eğitim desteğine rağmen kayda değer bir varlık göstermesinin mümkün olmadığını fark ettiğine dair işaretler bulunmaktadır. Bununla birlikte, ABD yönetim çevrelerinden PKK/PYD konusundaki tutuma ilişkin  gelen mesajların çelişkili olmaya devam etmesi, bu konuda ABD tutumunun netleşmesinin zaman alacak olduğunu göstermektedir.

Nitekim Esed rejimini hızla alt eden ve Fırat’ın batı kesimini hızla kontrol alan yeni yönetimin, Fırat’ın doğusuna yönelik  beklenen harekâtlarında temkinli ve ağırdan alan bir tutum sergilemesi, ABD’yi karşısına alacak bir görüntü vermemeye yönelik dikkat ve hassasiyetinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Mamafih,  haritalarda “sarı bölge” olarak da bilinen PKK/PYD işgali altındaki Fırat’ın doğusundaki  bu hareketsizlik, doğal olarak bazı soru işaretlerin artırmakta ve çeşitli sspekülasonlara zemin hazırlamaktadır.  Bu durum, neredeyse kaçınılmaz bir biçimde, bölgede asıl belirleyici ve oyun kurucu gücün ABD olduğu ve diğer aktörlerin rollerinin bu güç tarafındann sınırlandırıldığı yönündeki komplocu yaklaşımların güçlenmesine neden olacaktır. Günümüzde ve özellikle Suriye gibi Ortadoğu’nun sadrı gibi görülebilecek bir coğrafyada tesadüflere yer olmadığı gerçeği ise komplocu yaklaşımlara kolaylıkla hak verdirecek bir durum oluşturmaktadır.

Bizim kanaatimiz ise,  mevcut gelişmelerin ve konjonktürel şartların, Türkiye ve ABD’yi Suriye’de bir kez daha birbirine yaklaştırdığı ve hatta birbirlerinin  desteğini aradığı bir ortam oluşturduğu şeklindedir. ABD’nin de, muhtemelen küresel düzeyde gözetmek istediği dengeler nedeniyle bu durumdan  rahatsız olmadığı gözlemlenmektedir. 

ABD yönetiminin, daha önce PKK/PYD’nin varlığını meşrulaştırmak için gerekçe olarak sunduğu DAEŞ  tehdidi konusunda farklı bir tutum benimsediğine işaret eden demeçleri,   Türkiye’nin Suriye üzerinden maruz kaldığı terör tehdidi endişelerini teskin etmeye yönelik  bir yaklaşım içinde olabileceği izlenimini uyandırmaktadır. Böylesi bir tutum, bölge barışı ve istikrarı için önemli olabilecek gelişmelerin ipuçlarını içermektedir. Böyle bir izlenim ediniyor olsak da, hatırlanması gereken bir diğer husus, PKK/PYD’nin bölgedeki varlığının himayecisi diğer bir aktörün de İsrail olduğudur.

İsrail ve Batılı aktörlerin, Türkiye’yi yalnızca itibar kurtarmaya yeterli birkaç başarı sayfasıyla yetinmek durumunda bırakmayı hedefleri açıktır.  Bu bağlamda,  ortamı soğutmak isteyecekler ve yeni yönetimi, kendisiyle ilgili var olan terör bağlamlı istifhamları silmeye odaklanmaya yönlendireceklerdir. Bununla beraber, yerel grup liderlerinden bazısının ihtiraslarının göğermesini ve “küçük olsun, benim olsun” tohumlarının yeşermesini umacaklardır.

            Türkiye’nin yükselen etkisinin, bölge istikrarını tehdit eden “Arz-ı Mevud” ideali doğrultusunda hareket eden İsrail’in sert politikalarını dizginlemede  olumlu bir rol oynayabileceği beklentisi, boş bir hayal olarak değerlendirilmemelidir.  İsrail’in varlığı artık tartışma konusu olmaktan çıkmış olsa da genişleme çabalarının durmayacağı gerçeği de sır değildir.  Bu bağlamda,  İsrail’in Suriye toprakları üzerindeki girişimleri,  özellikle  Şam ve çevresini besleyen Barada Nehri’nin de kaynağının bulunduğu Doğu-Lübnan Dağları’nın doğu kesimlerinde sınırlarını kuzeye doğru genişletme çabası, görmezden gelinemeyecek önemdedir.  Ayrıca İsrail’in, Suriye’de rol oynayabilecek aktörler nezdinde Türkiye aleyhtarı bir orkestrasyon faaliyeti içinde olduğunu düşünmek komplocu bir yaklaşım olarak değerlendirilmemelidir. Türkiye’nin Suriye’de İran’ın rolünü almış olduğu görüntüsünün ve Şam-Ankara yakınlaşmasının İsrail’i rahatsız etmediğini düşünmek pek mümkün görünmemektedir. Bu bağlamda, Katar dışındaki  Arap ülkelerinin yeni Şam yönetimine güçlü bir destek göstermemesi de İsrail’in bu orkestrasyon faaliyetinin bir sonucu olabilir. Bu orkestrasyon faaliyetinin önde gelen hedefinin Şam’ın Ankara karşısında mesafeli bir tutum takınmasını temin etmek istemesi olasıdır. Şam yönetimindeki lider kadronun, üzerlerindeki “terörist” damgasını silmek için Batılı ülkelerden destek arayışı içinde olması, Batılı aktörler tarafından kullanılabilecek önemli bir manivela olarak ortada durmaktadır. Özetle, Türkiye’nin Şam’daki görüntüsünün Batılı ülke yönetimleri için olduğu kadar Arap ülkeleri yönetimlerinde de bir hazımsızlık faktörü olarak rol oynaması muhtemeldir.

Rusya’nın Suriye’deki nihai tutumunun irrasyonel olmadığını kaydetmek mümkündür. Himayesi altındaki Esed rejimini koruma çabasıyla yaptığı hava bombardımanları, saha gerçekliği karşısında etkisiz kalmış ve bu girişimler, Moskova’nın kendi siciline olumsuz notlar düşmesine neden olmuştur. Ancak Rusya, bu müdahalelerini irrasyonel bir tutuma taşımamış ve durumu doğru okuyarak stratejik bir manevrayla geri çekilmiştir. Kendi halkının katili Esed ve çevresini, yüz milyar dolarlara baliğ olan zenginlikleriyle ülkesine taşımakla yetinmiş ve böyle yaparak, Suriye’de oluşacak yeni yönetimle kendisi arasında kurulabilecek ilişkilere de kapalı olmayacak olduğu mesajını vermiştir.

            Bundan sonraki aşamada Batılılar (özellikle Avrupalılar) muhtemelen bir taraftan ülkelerine olan göçmen iltica talebi baskısının azalmasını umacaklar ve bir taraftan da Suriye’nin yeniden inşasında rol ve pay sahibi olmak isteyeceklerdir. Bu bağlamda, Türkiye’nin bölgedeki stratejik ve etkili pozisyonu Batılılar için dikkat çekici bir model olabilir. AB’nin, Türkiye’nin bu avantajlı konumundan yararlanmak istemesi muhtemeldir. Eğer bugünkü küresel şartlar ve siyasi gelişmeler ışığından hâlâ  bir önemi bulunuyorsa, bu durum Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir dönemi başlatabilecek bir dinamik oluşturabilir.

            Önümüzdeki dönemde, Suriye’de tarihsel olarak zaten gelenekleşmiş bir tutum olan “birlikte varoluş” anlayış ve idrakinin geliştirilmesinde ve Suriye’nin her anlamda yeniden yapılanmasında Suriye’ye Türkiye’den ve diğer Avrupa ülkelerinden geri dönecek olan mültecilerin önemli bir rol oynaması küçümsenmeyecek bir ihtimaldir. Suriye’nin yeni yönetimini oluşturacak yerel aktörlerin Türkiye’nin rehberliğini önemsedikleri görülmektedir. Bu durum, yeniden yapılanma sürecinde Türkiye’nin etkisinin ve işbirliği potansiyelinin dikkate değer olduğunu göstermektedir.  Mülteciler, benimsedikleri kültürel değerler ve sosyal alışkanlıkları Suriye’ye taşıyarak, muhalif gruplar arasında çıkabilecek olası çatışmaları zayıflatabilir, hatta tamamen önleyebilir. Suriye’ye geri-dönüş göçü bağlamında söylenebilecek bir diğer husus da, Körfez ülkelerinin yeni yönetime sağlayacakları parasal desteğin Suriye’nin yeniden inşasına olduğu kadar, bu geri dönüş hızına da önemli bir katkı yapacak olduğudur.

            Günümüz dünyasında büyük güçlerin artık belirli “Grand Strateji” peşinde olmadığı, bunun yerine daha dinamik, değişken ve kırılgan stratejilerin benimsenebildiği bir dönemdeyiz. Bu benimsenen politikaların oldukça konjonktürel ve öngörülemez olduğu, uluslararası ilişkilerin büyük ölçüde fiilî durumlar üzerinden yürütüldüğü  hareketli bir ortam  yaratmıştır. Bu koşullar altında, dış ilişkilerde iki kere ikinin artık dört etmiyor olduğu oldukça kesindir. Bir diğer kesin gerçekse, uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin ağırlığının giderek daha fazla hissedildiği ve artmaya devam ettiğidir. 

            Yeni Suriye yönetiminin önde gelen liderlerinin ilk demeçleri incelendiğinde,   ülkedeki  terör örgütlerini dışarıda tutan ve hedef alan, aynı zamanda yeniden yapılanmada  tüm etnik ve dini yapılarla birlikte varoluşu ihmal etmeyen bir yaklaşımın benimsenmesi beklentisi doğmaktadır. Bu süreçte, devletin temel unsurlarının oluşturulmasında Türkiye’nin rehberliğinin göz ardı edilemeyecek olduğudur. Bu bağlamda, ABD’nin de mutabakatına işaret eden şeyse Trump’ın, Suriye’de gerçekleşecek olanların anahtarının Türkiye olduğu şeklindeki beyanatlarıdır.

            Gelişmeler, Türkiye’nin 900 kilometrelik sınır boyunca ve teskin edici makul bir derinlikte güvenli kuşak oluşturma talebinin, kısa sürede büyük ölçüde gerçekleşme umudunu doğurmuştur. Bu talep, aynı zamanda  bölge barışının anahtarlarından birisidir. Türkiye’nin bu talebi,  Suriye’nin  yeni yönetiminin dilinde, ülke sınırları içinde resmi silahlı kuvvetler dışında herhangi silahlı bir grup ya da örgütün varlığına izin vermeyecek oldukları şeklinde yansımış durumdadır. Mamafih, Türkiye ve yeni yönetim sıklıkla vurgulasa da, Suriye’nin “toprak bütünlüğü”nün ne ölçüde sağlanabileceği konusu,  önümüzdeki haftalarda netlik kazanabilecek bir konu olarak görünmektedir.