İşaret Çocukları bir bakıma işaret edilen, gösterilen, seçilen çocuklardır. Bunlarda birtakım manevi yetenekler vardır. Bunlar büyürler ve “Güzel Adamlar” olurlar. “Yedi Güzel Adam” başlıklı kitap içinde yer alan şiirler, bu güzel adamları anlatır. Fakat bunlar âdeta dünyevî, maddi bir mücadele içindedirler.
Âtıf Bedir

Kardeşim dedim sana
Acılarıma da kardeş olur musun[1]
Cahit Zarifoğlu, kendi şiirinin güzergâhını daha 1968 yılında öğrenci harçlığı ile yayımladığı ilk kitabı İşaret Çocukları’ndan itibaren çizmiş bir şairdir. Sanki sırayla nasıl şiirler yazacağı ve sonunda nereye varacağı en baştan bellidir. Bu, önceden planlı yapılmış bir şiir yolculuğu gibi dursa da her şey kendiliğinden ve doğal mecrasında gelişmiş ve nihayete ermiştir. Ölümünden bir yıl önce kendisiyle yapılan bir söyleşide söyledikleri geriye bakılarak söylenmiş sözlerdir. O tarihte şair, bütün şiirlerini yazmış, dört şiir kitabı yayımlarmış ve edebiyat tarihindeki müstesna yerini almıştır. Bu söyleşide kendi şiir serüvenini birkaç cümleyle şöyle anlatır: “Şiir kitaplarımın isimlerine sırayla bakarak gerçekten özel bir serüvene tanık olmak mümkün. İşaret Çocukları bir bakıma işaret edilen, gösterilen, seçilen çocuklardır. Bunlarda birtakım manevi yetenekler vardır. Bunlar büyürler ve “Güzel Adamlar” olurlar. “Yedi Güzel Adam” başlıklı kitap içinde yer alan şiirler, bu güzel adamları anlatır. Fakat bunlar âdeta dünyevî, maddi bir mücadele içindedirler. Evet, bir mücadele içindedirler. Soylu bir davanın kavgasını yaparlar. İçlerindeki soyluluk, manevi güç bu kitapta daha çok irilik, adale kuvveti. Şecaat şeklinde belirginleşir. Öfkeli adamlardır bunlar, iri gövdelerine, rüzgârlı başlarına rağmen ipince bir yürekleri vardır. Hassastırlar, âşık olurlar. Sevgilileri, anlatılan bir atmosfer içinde biraz belirsizdir. İyi gören gözler bu şiirleri okuduğunda sevgilinin zaman zaman bir kadın, zaman zamansa manevi bir özellik olduğunu görür. Davadır sevilen. Uğruna mücadele edilen şey: İslami bir öz. Ama henüz tam yola koyulmamışlardır. Bir anlamda kabukta seyrederler. Ve işte bu “Yedi Güzel Adam” kitabından sonra “Menziller” gelir. Bu güzel adamlar belli bir menzile doğru yola koyulurlar. Allah ve peygamber sevgisi, dünya ihmal edilmeden ön plana çıkmaya başlar. Ve tasavvufî algılama daha netleşir. İşte son kitabımız olan “Korku ve Yakarış” menzile doğru yol alan güzel insanların, bu mü’minlerin vardıkları bir makamdır. Korku ve yakarış makamı.[2] Bu uzun alıntıyı buraya almamızın nedeni Zarifoğlu’nun daha başta söylediğimiz gibi şiirini belli bir izlek üzerine kurduğunu kendi ağzından duymak içindir. Aslında Zarifoğlu’nun yazdıklarından ve söylediklerinden çıkardığımız bir diğer sonuç da bu yolculuğun planlı yapılmadığıdır. Her şey kendiliğinden doğal akışı içinde seyretmiştir. Çünkü şiir şairin zihnine gelerek onu rahatsız etmekte ve kendini yazmaya zorlamaktadır. Onun şiirinde kopuk kopuk gördüğümüz bağlamsız fragmanlar aslında zihninde birbirine bağlanmakta ve bir anlam bütünlüğünde durmaktadır. Aradaki boşlukları doldurmak onun şiirini anlamak okurun marifetine kalmıştır artık. Evet, söylediğimiz gibi işaret edilen çocuklar büyür, güzel adamlar olurlar, bir menzile doğru bilinçle yürürler ve sonunda korku yakarış makamına ulaşırlar. Zarifoğlu bütün mü’minlerin bu makamda bulunduklarını söyler. Burada artık Allah’ın af ve mağfiretini bekler insanlar.
Zarifoğlu’ndaki mü’min şair duyarlığı zamanla şiirinde, yaşadığı coğrafyada Müslümanların başına gelenler konusunda daha belirgin bir ses olarak ortaya çıkmıştır. Bu ses ortaya çıkarken ve daha anlaşılır olurken şiiriyetten asla taviz vermemiştir. Hiçbir zaman hamasete kaçamamıştır. Çünkü hamasetin şiiri bitirdiğinin farkındadır. Onun hassasiyeti haksızlık karşısında Müslüman bir şairin ne yapması, nasıl yazması gerektiği konusunda örnek teşkil eder. Kendisiyle yapılan bir söyleşide şiirindeki “izlenebilir seviyede ideolojik unsurlar”ın onun şiiri ve sanat anlayışı bakımından nerede durduğu konusundaki bir soruya şöyle cevap verir: “… şiirimde ideolojik unsurlar olduğunu söylemiştiniz. Öyle sanıyorum ki bunu kendimi zorlayarak yaptığımı düşünüyorsunuz. Öyle değil. San’atkârın çağının insanı olması ile, san’atı birtakım ideolojilere alet etmeyi birbirine karıştırmamalı. Afganistan şiirleri yazdım. Hama diye bir şiir yazdım. Bunları ben yazmayacaktım da kim yazacaktı? Bazılarının zannettiği gibi bunlar sırf bir bildiri sunmak için yazılmadı. Bu olay benim şair kişiliğimde şiire dönüştü” [3] Yine başka bir söyleşide bu konu sorulur. “Afganistan ve Hama şiirleri yazdınız. Bunlardan muradınız neydi?” diye. İşte bu soruya verdiği cevapta mü’min şair duyarlılığını nasıl anladığını görürüz. O, bu şiirleri yazarak bir şairin mazlumun yanında yer alması gerektiğini söyler. Çünkü bu mazlum aynı zamanda haklıdır ama güçsüzdür. “Gönlümüz hızla onun yanında yer almaya koşturuyor.” der ve ekler, kendimiz orada olamasa da kalemimizle, diye. Yine benzer sorulardan birine verdiği cevapta, “başlangıçta şiiri sadece kendimden yola çıkarak, şairliğimden yola çıkarak yazıyordum.” diyor. Ama zamanla yaşanan olayların yönlendirmesiyle şiirinin ayağının bir yere basması gerektiğini düşünerek bu tür şiirler yazdığını belirtiyor. Çünkü o günlerde Hama ve Afganistan olayları cereyan etmektedir. “On binlerce temiz Müslüman katlediliyor… O çocuklar, kadınlar… Derken içerdeki acılarımız… derken Afganistan… Kayıtsız kalamıyor bir şair olarak, görev duygusunun baskın olduğu şiirler yazıyorsunuz.” [4] Zarifoğlu’nun şiirindeki bu değişim ve dönüşüm onun şairliğine zarar vermiş midir? Bu sorunun cevabını eleştirmenler verecektir elbette ama onun şiiri bir mü’min şairin yaşadığı çağa kayıtsız kalmaması gerektiğinin/ kalamadığının en somut örneğidir. Bunu bilinçli olarak yapmış, aktüelin içinde kayboluşun şiire vereceği zararın farkında olarak şiirini kurmuştur.
Zarifoğlu şiirlerini bütünlüklü olarak okuduğumuzda işte bu mü’min şairin yaşadığı çağda olan biten karşısında duruşu, tavrı, tepkileri, en çok da yaşama sevinci, haksızlıklar karşısında nasıl davrandığını görürüz. Bu insan zulme boyun eğmez. Şiirler bunu aynı kelimelerle söylemez ama okur bunu çıkarır. Şiirinde geçen karakterler tüm kötülüklerin karşısında yiğitçe dururlar, haksız yere kimseyi incitmezler, adaletlidirler, merhametlidirler. Bu adamlar kadınlarını, çocuklarını düşmana karşı savunurlar. En önde kendileri vardır: “Bu adamlar dev midir/ Yatak özlemez gövde midir/ Gül açar boyunlarında/ Kolkola durup bağırdıklarında/ Bomba düşmüş gibi deprenir toprak/ konuştuklarında/- yar kurbanın olam/ dola yaşmağını bileğime/ düşmanı güzel vuram”[5] “Yedi Güzel Adam” şiirinde gördüğümüz bu yiğit adamlar Korku ve Yakarış kitabının “Sevinç Çağına Doğru” şiirinde yeniden karşımıza çıkar. Bu kez Ruslara karşı topraklarını, kadınlarını ve çocuklarını koruyan bir Afganlı mücahit olarak. Onlar da yiğit insanlardır. Yiğitçe vatanlarını korurlar, gerekirse bu uğurda ölürler.
Peki, Zarifoğlu şiirindeki bu Afganistan ilgisi nereden gelmektedir? Eski Sovyetler Birliği, 1979’da Afganistan’ı işgal etti. Sovyet Lideri Leonid Brejnev‘in talimatı ile Afganistan‘a 130 bin Rus askeri girdi. Afgan mücahitler vatanlarını korumak için Ruslara karşı direnişe başladı, Eski Sovyetler ve mücahitler arasında yaşanan savaş yaklaşık 10 yıl sürdü. Savaş sonucu 1 milyondan fazla Afgan hayatını kaybetti. Bu direnişin sonucunda dönemin en güçlü ordularından birine sahip Sovyetler Birliği’nin 9 yıl süren Afganistan işgali 1989’da resmen sona erdi. Bu dönemde şair Cahit Zarifoğlu da yaşanan bu zulme kayıtsız kalamadı ve şiirler yazdı. Şiirler yazmakla kalmadı Afganistan’la doğrudan ilgilendi. O zaman çıkardıkları Mavera dergisi tarafından oluşturulan bir ekip Ankara’dan karayoluyla Afganistan’a gitti. Bu yolculukta yer alan Erdem Beyazıt’ın seyahatle ilgili izlenimleri “İpek Yolundan Afganistan’a” başlığı altında Mavera dergisinin Aralık 1981 sayısından itibaren yayımlanır. Yazılar daha sonra aynı başlıkla kitaplaşır. İşte aynı dönemde Cahit Zarifoğlu da Afganlı bir muhacir olan ve Pakistan’da mülteci kampında yaşayan Meral Maruf adında bir öğretmenle mektuplaşmakta ve bu mektupları Mavera dergisinde yayımlamaktadır. Bu arada Zarifoğlu da Afganistan’la ilgili şiirler yayımlar aynı dergide. “Afganistan Çağıltısı” bu şiirlerden biridir. “Yedi Güzel Adam” şiirinde, “Çekip mavzerler çıkardılar oyluk etlerinden/ Durdular ite çakala karşı yarin kapısında”ki yiğit adamlar bu kez işgale uğramış topraklarını korumak için savaşan mücahitler olarak karşımıza çıkar. “Bütün azalarını harbe çağır” diye başlar şiir. “Şimdi üzgünüz arkadaş/ Yolumuza çıkmayın üzgünüz.” diyen adamlar haklıdırlar ve bu yolda şehit olmayı göze almışlardır. Çünkü “Adamlarımız yiğit/ kadınlarımız hamarat/ çocuklarımız dolu bilinç harmanı”dır. Ama bu insanların savaşacak son model silahları yoktur. Düşman güçlüdür. Ellerinde eski mavzerler ve düşmana atacakları taşları vardır sadece, “Ellerimizde birer çakıl taşı? Onlarla dikilelim karşı karşıya” Bu çakıl taşı bize Filistin’i hatırlatır. 1948’den beri bitmeyen bir savaş içinde yaşayan Filistinlilerin ellerinde de çakıl taşlarından başka bir şey yoktur. Filistin’de yaşananlar da Zarifoğlu’nun şiir radarı içindedir. Filistin’i de yine Korku ve Yakarış’taki “Daralan Vakitler” şiirinde görürüz. O dönem İsrail’in Beyrut’a karşı başlattığı saldırılar gündemdedir. “Yanakları saçları gözleri yanmış/ zehirli gaz bombaları/ Yılan gibi sokmuş yalamış gövdelerini/ Ağızları, küçücük dilleri yanmış/ Bütün Beyrut sapsarı yanmış/ sanki ağlamak imkansız/ Başları/ paletlerle ezilmiş babaları/ Yahudi doğramış analarını/ Binlerce çocuk topların betonların altında”[6]. Şiirin başlangıcı böyle. Şiir adeta yaşananları bir film gibi gözlerimizin önüne getirir. Şair sonra bu zulme kayıtsız kalan Müslümanlara seslenir. “Beyrut yengeç kıskacındayken çoğu Müslüman kafirin yanında yastıklara yaslanarak filmin sonunu beklemektedirler”. Oysa Beyrut’un gözyaşları Kudüs yüzündendir, Filistin yüzündendir. Ama hiçbir şey umutsuz değildir. Burada Zarifoğlu şiirinin en önemli yanı devreye girer en umutsuz anında insana bir umut aşılar: “Filistin sen işine bak kar toprağını/ Yoğur gazabını yaradanın”. Başka bir şiirde ise Filistin’in her mü’min kulun önünde bir sınav kâğıdı gibi durduğundan söz eder. Ama hâlâ sınav kâğıdı Müslümanların önünde açık durmaktadır.
Zarifoğlu’nun kayıtsız kalamadığı zulümlerden biri de Suriye’nin Hama şehrinde yaşanan katliamdır. 1982’de Baas rejimi, Hama şehrinde Müslüman Kardeşlerin ayaklanmasını bastırma bahanesiyle Rıfat Esed komutasındaki birliklerle saldırıya geçer. Şehir önce havadan bombalanır, ardından yoğun topçu atışlarıyla hedef alınır. Semtlere tanklarla giren rejim askerleri, öldürmenin yanı sıra yağmalama ve cinsel saldırı suçlarına da karışarak 40 binden fazla sivil öldürür, 17 bin kişi alıkonulur ve onlardan bir daha haber alınamaz. Zarifoğlu Korku ve Yakarış adlı kitabındaki “Hama: Sımsıcak” adlı şiirinde yaşanan bu katliamı konu edinir. Bu şiir Hama’ya yakılan bir ağıttır sanki. Nasıl ki bugünden geriye baktığımızda Kerbela’da Müslümanların başına gelenlere onların acısını içimizde duymaktan başka yapacak bir şeyimizin olmaması gibidir durum. Hama konusunda da uzaktan yapacak bir şeyimiz kalmamıştır. Her şey olup bitmiştir. Ancak orada katledilen 40 binden fazla insanın acısını duyabiliriz içimizde. O yüzden şiirde “Demek bitmedi Kerbela/ Hama Kerbelası dehrin” denerek doğrudan yaşananları Kerbela’da yaşananlara benzetmiştir şair. İşte burası insanın en çaresiz anıdır. “…ve üstüm başım perişan benim/ Elim hayret kısa kamalarım kayıp”[7]
Evet, başlangıçta sanki çevresinde olup bitene kayıtsız, anlamı örtük dizelerle bireyin iç sıkıntılarını yazdığı düşünülen Zarifoğlu, aslında baştan beri aynı mü’min bakışını şiirine yansıtmaktadır. Kendi zihninde boşlukları ve bağlamları yerli yerinde olan şiir zamanla değişime uğrayarak okur nezdinde de daha anlaşılır bir mecraya girmiştir. Onun şiiri yaşadığı çağda olagelen zulümlere kayıtsız kalmamış yaşanan zulümleri doğrudan konu edinmiştir. Yaşadığı dönemde gelişen olaylara karşı kayıtsız kalmayan bu şiir daha çok Afganistan, Lübnan/Beyrut, Filistin/ Kudüs, Hama/ Suriye gibi coğrafyalarda yaşanan zulümleri ele almış, kendini mazlumun ve güçsüzün yanında konumlandırmıştır.
Cahit Zarifoğlu eğer şimdi yaşasaydı Gazze’ye de kayıtsız kalamaz, bir avuç Müslüman’ın küçücük bir toprak parçasında bir buçuk yıldır sürdürdüğü şanlı direnişin şiirini de yazardı kuşkusuz. Hatta bu şiiri yaşadığı günlerde yazmış da diyebiliriz.
[1] Şiirler şu kitaptan alıntılanmıştır: Cahit Zarifoğlu, Şiirler, Beyan Yayınları, 1989
(Acılarıma da Kardeş Olur musun?, S.427)
[2] Cahit Zarifoğlu, Konuşmalar, Beyan Yayınları. Tarihsiz, s. 89.
[3] a.g.e., s. 41
[4] a.g.e., s. 109
[5] Şiirler, s. 114
[6] Şiirler, s. 383
[7] Şiirler, s.381.