Cahit Zarifoğlu ve diğer ağabeylerle zaman zaman, o yılların Ankara’daki buluşma yerlerinden biri olan Akabe Kitabevi’nde karşılaşırdım. Akabe Kitabevi’ni de daha sonraları Zafer Çarşısı’nda faaliyet göstermeye başlayan Fatih Kitabevi’ni de Ankara’nın Müslüman okur-yazar takımı her zaman bir buluşma noktası olarak kabul etmiş ve buluşmalar hep bu mekanlarda gerçekleşmiştir.
Necip EVLİCE

(Yedi Güzel Adam, Birinci basım, Eylül 1973, Edebiyat Dergisi Yayınları)
Yedi Güzel Adam Şiiri
“Yedi Güzel Adam” denildiğinde zihinlerde beliren ilk isim, hiç şüphesiz, Cahit Zarifoğlu’dur. Onun aynı adlı şiiri yalnızca bir edebi metin değil; ruha dokunan, bir düşünceye ve bir yolculuğa dair derin izler taşıyan bir manifestodur. Edebiyat Dergisi’nin 1971, 1972 ve 1973 yıllarına ait üç ayrı sayısında yayımlanan bu uzun şiir, nihayetinde Haziran 1973’te tamamlanır ve dört yeni şiir eklenerek Eylül 1973’te Yedi Güzel Adam adıyla Edebiyat Dergisi Yayınları’nın altıncı yayını olarak kitaplaşır. Eklenen diğer şiirler; Ben Dirimle Doğrulurken, Akşam Sofrasında Yedi Kişilik Bir Aile Oyunu, Zeynep ve Uzaktan Fırat Üzerine İkili Anlatım, Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başladı başlıklarını taşımaktadır. Sadece şiir başlıkları bile bu kitaptaki şiirlerin oldukça iddialı ve geleceğe iz bırakacak şiirler olduğu konusunda önemli ipuçları veriyor. 134 sayfalık bu eser, yayımlandığı dönemde büyük ilgi görür ve Zarifoğlu’nun edebi kimliğini en çok belirleyen kitaplardan biri haline gelir.
Zamanla, şiirin başlığı olan “Yedi Güzel Adam” kavramı yalnızca bir şiirin adı olmaktan çıkıp bir nesli, bir düşünce iklimini tanımlayan önemli sembole dönüşür. Edebiyat Dergisi etrafında toplanan öncü isimleri ifade etmek için kullanılan bu tabir, özellikle Cahit Zarifoğlu’nun vefatından sonra daha da anlam kazanır. Hatta, Erdem Bayazıt’ın vefatının ardından bir köşe yazarının “Yedi Güzel Adam’dan biri daha ahirete göçtü” anlamına gelen ifadesiyle bu kavramın kalıcılığı pekişir. TRT’nin 2010’lu yıllarda çektiği Yedi Güzel Adam dizisiyle birlikte, bu isimler etrafındaki efsane daha da büyür ve geniş kitlelerce benimsenir. Artık bu isimler sadece bireyleri değil, bir düşünce haritasını da tanımlamaktadır.
Yedi Güzel Adam’ın kimler olduğu konusunda farklı listeler yapılsa da, Nuri Pakdil’in yaptığı sıralama şöyledir:
• Nuri Pakdil – “Güzel adamın ağabeyi”
• Akif İnan – “Ağa adam”
• Erdem Bayazıt – “Beyoğlu”
• Rasim Özdenören – “Denge adamı”
• Cahit Zarifoğlu – “Artist adam”
• Alaaddin Özdenören – “Deli fişek”
• Hasan Seyithanoğlu – “Edebiyat Dergisi’nin efkâr-ı umûmiyesi”
Nuri Pakdil, bu isimleri kendine özgü tanımlamalarıyla anarken, listeyi merak edenlere küçük not kâğıtlarına yazıp hatıra olarak vermekten de geri durmazdı. Şüphesiz, birçok insanın sakladığı böyle bir not hâlâ bir yerlerde duruyordur. Bende de böyle bir notun olduğunu çok net hatırlıyorum.


(Birinci Fotoğraf: (Soldan sağa) Alaeddin Özdenören, Erdem Beyazıt, Akif İnan, Rasim Özdenören ve Nuri Pakdil, 1972; İkinci Fotoğraf: Hasan Seyithanoğlu ve Cahit Zarifoğlu, 1978.)
Bazı kişiler “Yedi Güzel Adam” kavramına farklı isimleri dahil etmeye çalışsa da kavramın kökeninin Edebiyat Dergisi’ne dayandığını göz ardı etmemek gerekir. Çünkü Mavera Dergisi’ni çıkaranlar da aslında Edebiyat Dergisi’nde yetişmiş isimlerdi. “Yedi” sayısının bir kesinliği yoktur; bir nitelik, bir duruş, bir düşünce iklimini ifade eder. Nitekim Nuri Pakdil de bunu şu sözlerle dile getirirdi: “Yedi diye bir şey yoktur, 77 de olabilir, 777 de, 7777 de… Kendisini bu düşünceye ait hisseden herkes Yedi Güzel Adam’dan biridir.” Nuri Pakdil, ömrünün son yıllarında konuyu daha da ilginç hale getirmişti. Asıl listeyi yukarıdaki gibi saydıktan sonra, bir futbol takımı oluşturur gibi bir de “Yedi Güzel Adam’ın Yedekleri” listesi sayardı. Bu listede Nazif Gürdoğan, Bahri Zengin, Osman Sarı, İsmail Kıllıoğlu, Saatçi Musa vb. birçok isme yer verirdi.
Cahit Zarifoğlu ile Karşılaşmalar
1979 yılında Ankara’ya öğrenci olarak geldiğimde, Mavera Dergisi’nin yönetim evinde Cahit Zarifoğlu ile sık sık karşılaşırdım. O yıllarda öğrenciliğin yanı sıra Edebiyat Dergisi’ni Ankara’daki bazı noktalara elden dağıtma işini de üstlenmiştim. Mavera’nın yönetim yeri, Edebiyat Dergisi’nin yönetim yerine yakın olduğundan, dergiyi bıraktıktan sonra zaman zaman Rasim Özdenören veya Cahit Zarifoğlu’yla sohbet etme fırsatım olurdu.
Onlar, bir zamanlar Edebiyat Dergisi etrafında bir araya gelmiş, sonra Mavera’yı çıkarmışlardı. Sebepleri hakkında pek bilgim yoktu; zamanla farklı kişilerden, farklı anlatımlarla bu ayrışmayı öğrendim. Ancak şunu söyleyebilirim ki ne Rasim Özdenören’den ne Cahit Zarifoğlu’ndan ne de daha sonra Akif İnan, Erdem Bayazıt veya Alaaddin Özdenören’den Nuri Pakdil’e yönelik en küçük bir suçlayıcı ya da mahkûm edici söz duydum. Nuri Pakdil, onlar için her zaman bir ağabeydi ve bu hiçbir zaman değişmedi.
Cahit Zarifoğlu ve diğer ağabeylerle zaman zaman, o yılların Ankara’daki buluşma yerlerinden biri olan Akabe Kitabevi’nde karşılaşırdım. Akabe Kitabevi’ni de daha sonraları Zafer Çarşısı’nda faaliyet göstermeye başlayan Fatih Kitabevi’ni de Ankara’nın Müslüman okur-yazar takımı her zaman bir buluşma noktası olarak kabul etmiş ve buluşmalar hep bu mekanlarda gerçekleşmiştir. Ben de birçok insanı bu mekanlardaki rastlaşmalar sonucu tanımışımdır.
Mektuplardaki Cahit Zarifoğlu
Nuri Pakdil, 1950’lerden itibaren kendisine yazılan mektupların çoğunu muhafaza etmişti. Ömrünün son yıllarında bu mektupların tamamını bana emanet etmişti. Vefatının ardından, Nuri Pakdil’e yazılan mektupları kitap hâline getirmek için çalışmaya başladım. Bu süreç uzun zamanımı aldı; mektupları neredeyse ezberleyene kadar tekrar tekrar okudum. Nuri Pakdil’e mektup yazan pek çok isim vardı. Bu isimlerden biri de Cahit Zarifoğlu’ydu; ona ait iki mektup bulunuyordu. Öte yandan, Nuri Pakdil’in başkalarına yazdığı mektupların derlendiği kitapta, Cahit Zarifoğlu’na yazılan bir mektuba ulaşılamamıştı. Muhtemelen, Cahit Zarifoğlu kendisine yazılan mektupları koruyamamış olmalı.

Cahit Zarifoğlu’nun yazdığı bu mektupların diğerlerinden farklı bir üslubu vardı. Nuri Pakdil’e hitap ederken “sen” diyordu. Bu, bir özgüvenin, belki bir sanatçının doğasındaki hafif ‘artistik’ tavrın yansımasıydı; belki de bir samimiyet göstergesiydi. Diğer mektuplarda böylesine doğrudan bir hitap yoktu. İlginç olan şu ki, Zarifoğlu yalnızca Nuri Pakdil’e değil, Rasim Özdenören’e, Akif İnan’a, Erdem Bayazıt’a ve hatta Sezai Karakoç’a bile “isimleriyle” hitap ediyordu. Halbuki yaşça da, tecrübe bakımından da onlardan küçüktü. Ama bu mesafeyi hiç önemsememiş, edebi dünyasında hiyerarşilere pek aldırmamış gibiydi.

Sonraki yıllarda çocuk edebiyatına yönelmesiyle de ilişkilendirebileceğim bir çocukça yanı da vardı Cahit Zarifoğlu’nun. Kendi çocuklarını da, bütün çocukları da çok seviyordu. Çocuklar için kolları sıvamış ve kısa ömrüne birçok eser sığdırmıştı.

Daktilo ve Zarifoğlu’nun Telkinleri
Cahit Zarifoğlu’nun en çok önemsediği şeylerden biri, insanların yeni şeyler öğrenmesi, kendilerini geliştirmesi ve daima çalışmalarıydı. Bana da ilk karşılaştığımızda, on parmak daktilo yazıp yazamadığımı sormuştu. İki parmakla yazdığımı söylediğimde, tuhaf bulmuş ve ısrarla on parmak yazmayı öğrenmem gerektiğini vurgulamıştı. “Çünkü on parmak daktilo bilen biri, bu toplumda asla aç kalmaz, işsiz kalmaz.” demişti.
Bu sözleri, yıllar sonra bilgisayar hayatımıza girdiğinde daha iyi anladım. Belki de onun telkinleri sayesinde bilgisayara daha sıcak baktım ve bilgisayar kullanma becerimi geliştirdim. Geriye dönüp baktığımda, Cahit Zarifoğlu’na bu konuda her zaman bir teşekkür borçlu olduğumu hissediyorum.