Şair, duyarlığının esin kaynaklarına bağlı kalmak yerine, kendi tarzını oluşturmasının ne kadar mühim olduğunu, günlük hatıraların yüzeysel anlatım içinde kıymetsiz duracağını; fakat zihnin derinliklerinde yoğrulup süzüldükten sonra kalan birikimin yazılmasının esas sanat değeri taşıyacağını, sanatın ve edebiyatın her sahasında gezinmektense, acele etmeden sahih bir ruh haliyle tek bir sahada mükemmel olanı elde etmenin yüceliğine vurgu yapıyordu Zarifoğlu.
Seyfettin ÜNLÜ

Kitaplığımda edebiyat arşiv dosyalarımı tasnif ederken, neredeyse tarih olmuş bir mektup ile karşılaştım. Tam 42 yıl önce, 29 Eylül 1983’te İstanbul’dan Cahit Zarifoğlu’nun şahsıma yolladığı bir hazineydi bu. Hazine diyorum, çünkü Anadolu’da henüz 18 yaşına girmiş bir gencin muhatap alınıp, şairin kimi eski hatıralarını da satır aralarında vurguladığı bir samimiyet belgesiydi karşımda duran. Evet, geçmiş; buğulu bir camın buğusunun silinip dışarıyı göstermesinin netliği gibi zihnimde canlanıvermişti birden. 1979-1983 yıllarında arasında Ankara’da geçirdiğim yıllar ve elbette o yılların adeta bir dergâhı hükmündeki Mavera dergisine her Cumartesi-Pazar uğrayışlarım, dergide bir gönüllü nefer olarak bulunuşum. Tanışmalarım, hatıralarım, hatıralarım, hatıralarım. Yıllar geçmişti.
1983 yılının Eylül ayında Dalaman Havalimanı Meteoroloji Ofisi’nde meteoroloji uzmanı olarak göreve başladığımda, Zarifoğlu’na bir mektup yazmıştım. Mektubumda daha önce de yazdığımı, fakat cevap alamadığımı belirtip, bu ikinci mektubumda ilçeyi biraz anlatmış ve kâğıt fabrikasının özellikle sabahları havayı kirlettiğinden söz etmiştim. Ayrıca, tayin için kolaylık olması amacıyla Adalet Yüksek Okulu’na kayıt yaptırıp, sonrasında da Hukuk Fakültesi’ne geçmek için sınavlara hazırlanmak istediğimi de belirtmiştim. Havalimanı meteoroloji ofisinde gece nöbetleri şeklinde çalıştığımız için, okumaya oldukça fazla zaman bulduğumu ve elimde Octavia Paz’ın Yalnızlık Dolambacı adlı günlüğünü okuduğumu, hatta günü gününe günlük tutmaya başladığımı, hikâye ve şiir çalışmalarımı da açıkladım. Zarifoğlu’nun cevabi mektubunu, aynı ay içinde aldığımda büyük bir sevinç duymuştum. Günümüz ortamında kalabalıklar arasında adeta yalnızlık labirentlerine kapanan gençliğin tersine, o yıllarda, Zarifoğlu, taşradan bir gencin kendisine yazdığı mektuba muhabbet içinde karşılık veriyordu. Elbette, Mavera dergisinde yer alan “Okuyucularla” bölümü, derginin ilk sayılarından itibaren adeta dergiyi sonundaki “Okuyucularla” kısmından okunmaya başlayacak derecede ilgi görüyordu. Ancak, bu şekilde bir mektup yazması, ayrı bir güzellikti. “Sevgili Kardeşim” diye başlayan mektubu şöyle devam ediyordu:
“Umarım sıhhat ve afiyettesin. Sana yazmamış olmamı anlıyamadım. İmkansız. Yazmışımdır. Eğer yazmamışsam demek ki sen bana mektup yazmadın ben senin mektubunu almadım. Bilmem anladın mı?
Fakat, mamafih, yine de, evet evet, yazmamış olabilirim. Özür dilemiyorum zira ben de üzüldüm. Benden kim özür dileyip, gönlümü alacak.
Aslan kardeşim, afferin sana, oku bol bol.
Adalet okulu diye bir okul adı ilk kez görüyorum. Ne çıkılıyor ordan.
Dalaman havalanı görevin hayırlı ve uğurlu olsun. Yaz aylarında biraz sık, diğer zamanlarda seyrek uçak gelen bir alan olmalı.
Ben bir zamanlar dalamandaki kâğıt fabrikasında, oranın izole işlerini yapan bir firmada çalıştım. Fakat İstanbul merkez büroda idim, oraya bir haftalığına patronla şöyle bir gezi yapmıştık Yaşamakta ora ile ilgili minik bir bölüm olacak.
Yalnızlık dolambacını zevkle okuyordum, fakat birden sıkılıp bırakmıştım. Bu şu anlama geliyor, bana öyle ilhamlar verdi ki onu atıp yazmak, kendim yazmak zorunda kaldım.
Günü gününe günlük yerine ben olsam küçük notlar tutardım. Hatıralar bir yere depolanıp olgunlaştırılmadan nasıl hemen sıcağı sıcağına yazı olur anlamıyorum. – Ama sen bu sözlerine aldırma. Ben sadece kendi tarzımdan söz ettim.
Bir şeye karar ver olmaz mı! Birine. Ve acele etme.
Şimdi hatırladım. Ben sana yazmıştım. Demek ki eline geçmemiş aslanım.
Şimdilik böyle, gözlerinden öperim.
Cahit, imza.”
Bu zarif mektubun içeriği, yalnızca bir gence işaretler barındırmanın ötesinde, edebiyatımızın büyük şairi Zarifoğlu’nun ruh dünyasından da bazı ipuçlarını ele veriyordu.
Bunu, bugün bu mektubu tekrar okuduğumda çok daha iyi anlamaktayım. Şair, bugün bu mektubu tekrar okuduğumda çok daha iyi anlamaktayım. Şair, duyarlığının esin kaynaklarına bağlı kalmak yerine, kendi tarzını oluşturmasının ne kadar mühim olduğunu, günlük hatıraların yüzeysel anlatım içinde kıymetsiz duracağını; fakat zihnin derinliklerinde yoğrulup süzüldükten sonra kalan birikimin yazılmasının esas sanat değeri taşıyacağını, sanatın ve edebiyatın her sahasında gezinmektense, acele etmeden sahih bir ruh haliyle tek bir sahada mükemmel olanı elde etmenin yüceliğine vurgu yapıyordu Zarifoğlu.
Yer yer ince ironik dokundurmalarla yazılmış bir şair mektubunu, işte böyle bir unutulmazlık içinde, yeniden okuyup hatırlamakla bahtiyar oldum. Ruhun şad olsun, ey yüce şair.