Kıyametin Eşiğinde Aile

Aile üzerindeki spekülasyonlar her geçen gün artıyor. 1970’lerde açık evlilik gibi modeller ortaya konulmuştu. Ailenin bir mutsuzluk kaynağı olduğu, sosyal açıdan dayatıldığı, bir kişi ve onunla ilişkiden meydana gelen çocuklar için bir ömrün heder edilemeyeceği, aile kurmak için dinî veya resmî bir akde gerek olmadığı, aynı cinsten insanların aile kurabileceği gibi çok farklı düşünceler âdeta bir bombardıman gibi yağıyor ve insanların üzerine boca ediliyor.

Vejdi BİLGİN

Prof. Dr., BUÜ İlahiyat Fakültesi

Tartışmaların Odağına Getirilen Aile

Bizim aldığımız eğitimde aile, toplumun temel yapı taşı olarak nitelendirilirdi. Hâlâ sosyolojik literatürde bu kullanımın tekrarlandığını görüyoruz. Bu ifade doğrudur, zira toplumsal değerler, normlar, roller, hiyerarşi… kısacası topluma ait olan ne varsa, öncelikle birincil sosyalleşme dediğimiz süreçte bireye aile tarafından aktarılır. Bundan dolayı mevcut toplum yapısını değiştirmek isteyenler, öncelikle aile üzerinde dururlar. Örneğin Frankfurt Ekolü, 1960’larda bir devrimin tepeden inmeci bir şekilde değil, temelden yani aileden başlayarak hayata geçirilip kapitalist yapının yıkılacağını iddia ediyordu.

Aile üzerindeki spekülasyonlar her geçen gün artıyor. 1970’lerde açık evlilik gibi modeller ortaya konulmuştu. Ailenin bir mutsuzluk kaynağı olduğu, sosyal açıdan dayatıldığı, bir kişi ve onunla ilişkiden meydana gelen çocuklar için bir ömrün heder edilemeyeceği, aile kurmak için dinî veya resmî bir akde gerek olmadığı, aynı cinsten insanların aile kurabileceği gibi çok farklı düşünceler âdeta bir bombardıman gibi yağıyor ve insanların üzerine boca ediliyor. Normalleştirilmeye çalışılan yeni durum gereği “karı-koca”, “gayrimeşru ilişki”, “zina”, “gayrimeşru evlat” gibi kullanımlar dilden kaldırılıyor.

Rakamlarla Ailedeki Çözülme

Günümüz toplumlarında evlilik hızı düşüyor ve evlenme yaşı artıyor. Evlilik hızındaki bu düşüş, doğal olarak nikâhsız birlikteliklerin artmasına yol açıyor. Zira insanlar, öyle ya da böyle sevdikleri insanlarla aynı evi paylaşmak, ortak bir hayat sürmek ve hatta çocuk sahibi olmak istiyorlar, ancak nikâh gibi resmi bir zorunluluğa girmek istemiyorlar. Avrupa’ya göre daha muhafazakâr olan ABD’de, karı-koca ve çocuklardan oluşan aile oranı 1949’da % 84 iken, 2010’da % 50’ye düşmüş. Tek ebeveynli aile oranı % 5’ten % 17’ye yükselmiş. Aile olmayan haneler ise % 11’den % 33’e yükselmiş. Aile olmayan haneler denildiğinde yalnız yaşayanlar ve çeşitli sebeplerle bir arada yaşayan kadın ve erkekler anlaşılıyor. Mevcut evli çiftlerin yaklaşık yarısı, evlenmeden önce birlikte yaşadıklarını belirtmiş ve hâlen % 8’i resmi nikâhları olmadan evlilik hayatlarını sürdürüyor.[1] Sosyologları asıl düşündüren ise, bu nikâhsız birlikteliklerin toplumca hoşgörüyle karşılanmasıdır. Üzerlerinde bir yaptırım hissetmeyen bireyler, nikâh yükümlülüğünden daha kolay bir şekilde kaçabiliyorlar..

Türkiye’de nikâhsız yaşayan çiftlerle ilgili resmi bir oran bulunmamaktadır. Ancak, 2007 yılında özel bir üniversitede okuyan öğrencilerle yapılan bir araştırmada katılımcıların % 7’si partneriyle birlikte yaşadığını belirtmiş.[2] Türkiye çapında 12 üniversitede uygulanan geniş çaplı bir başka araştırmada (2007) üniversite öğrencilerinin % 27’si evlilik dışı birliktelikleri onayladıklarını belirtmiş, % 14’ü ise kararsız kalmış. Bu konuda kız ve erkek öğrenciler arasında bir farklılık görülmüyor. Güney ve Batı Anadolu kökenli gençler arasında evlilik dışı birlikteliklere olumlu bakma oranı daha yüksek çıkıyor.[3]

Nikâhsız birliktelikler, evlenme oranlarını da etkiliyor. Ancak Türkiye’nin kaba evlenme hızına (bin kişiye düşen evlenme sayısına) baktığımızda genel geçer bir değerlendirme yapmak zordur, zira rakamlar dalgalanma göstermektedir. Örneğin, 1970’lerde kaba evlenme hızı ‰ 6’lar civarında seyrederken, 1980’lerin sonunda ‰ 8’e çıkmış, sonra gerileme başlamış, 2005’te ‰ 9,35 gibi zirve bir orana ulaşmış, sonra düzenli bir gerilemeyle 2023’te ‰ 6,63’e düşmüştür.

Kaba evlenme hızındaki dalgalanmaya rağmen, son yıllarda ilk evlilik yaşının düzenli olarak yükseldiğini görmekteyiz. Nikâhsız birlikteliklerin yanı sıra, uzayan eğitim ve meslek edinme süresi, yeni açılan evin masrafları, evlilik sorumluluğu altına girmek istememe gibi sebepler de evliliği geciktiriyor. Türkiye’de 2001’den 2024’e kadınlarda ilk evlilik yaşı 22,7’den 25,8’e, erkeklerde ise 26’dan 28,3’e yükselmiştir. Evliliğin gecikmesi, genel anlamda evlilik oranının düşmesi, daha az çocuk sahibi olma, gebelik ve doğumda daha fazla problem olması anlamlarına geliyor.

Türkiye’de kaba doğum hızı (bin nüfus başına düşen canlı doğum sayısı), doğum sayısı ve toplam doğurganlık hızı (bir kadının doğurgan olduğu dönem boyunca doğurabileceği ortalama çocuk sayısı) düzenli olarak düşüyor. 2001’de ortalama 2,38 olan çocuk sayısı 2023’te 1,51’e gerilemiştir. 2022 yılı itibariyle Avrupa Birliği’ne üye ülkeler arasında ortalama çocuk sayısı 1,46’dır. Dolayısıyla Türkiye, Avrupa Birliği ortalamasına oldukça yakın bir seviyeye gelmiştir. Nüfusun yenilenebilmesi için ortalama 2,1 çocuk olması gerektiğinden,  2023’teki 1,51’lik rakam medyada önemli bir yer bulmuş ve Türkiye’nin nüfusunun geleceği hakkında tartışmalara yol açmıştır. Aslında, Recep Tayyip Erdoğan başbakan olduğu 2008 yılında ailelere 3 çocuk yapma çağrısında bulunmuş, hatta bu çağrı pek çok tartışmaya sebep olmuştu. Ancak Erdoğan, 3 çocuk ısrarından vazgeçmedi ve daha sonraki yıllarda da bu söylemini sürdürdü. Hükümet, çocuk sayısını artırmak amacıyla 2011’de devlet tarafından ödenen aile yardımındaki 2 çocuk kısıtlamasını kaldırdı.  Ayrıca, günde 1,5 saat olan süt iznini 3 saate, doğum sonrası 8 hafta olan analık izninden sonra tercihe bağlı olarak kullanılabilen 12 aylık maaşsız izin hakkını 24 aya çıkardı. Ancak doğum sayısının azalmasında sadece söz konusu yasal kısıtlılıklar etkin değildi ve yukarıda gösterdiğimiz üzere çocuk sayıları gittikçe düştü. Bunun üzerine, iktidar 2025’i “Aile Yılı” olarak ilan etti. Bu çerçevede alınan en önemli karar, çocuk yardımlarının işçi veya memur olmasa da bütün annelere yapılmasıydı ve yardım oranlarında önemli artışlar oldu. İlk çocuğunu doğuran anneye bir defalık 5.000 TL, ikinci çocuğunu doğuran anneye aylık 1.500 TL, üçüncü ve sonraki çocuklarını doğuran anneye aylık 5.000 TL verileceği hükme bağlandı. Devlet memurlarının 2025 yılı için çocuk yardımlarının 500 TL olduğu düşünülürse özellikle üçüncü çocukta çok önemli bir artışın olduğu açık. Ancak yine de söz konusu meblağların tek başına motive edici olmaktan uzak olduğu söylenebilir.

Evlilik yaşının gecikmesi ve çocuk sayısının düşmesi kadar önemli olan bir diğer mesele de şüphesiz, boşanma oranlarındaki artıştır. Türkiye’de 1940’larda ‰ 0,3 civarında olan kaba boşanma hızı (Belli bir yıl içinde her 1 000 nüfus başına düşen boşanma sayısı), 1990’lara kadar yarı yarıya artmış. Ancak örneğin, 1995’te ‰ 0,47 olan kaba boşanma hızı, 2001’de travmatik bir şekilde ‰ 1,41’e yükselmiş, 2021’de ‰ 2,09’a çıkmış. Bu, oransal olarak dört kat bir artışa denk gelmektedir ve tehlikenin büyüklüğüne işaret etmektedir.

Rakamların Ötesinde Aile

Rakamlar bazen yol gösterir, bazen de yanlış yollara götürür. Aileyle ilgili olumsuz rakamlara baktığımızda çözüm olarak ilk akla gelen yine rakamlardır: Evlilik kredisi vermek, eş için nakdi yardım yapmak, doğum parası vermek, çocuk başına verilen desteği artırmak… Bunlar küçümsenecek şeyler değildir ve bir ölçüde fayda da sağlayacaktır. Ancak günümüzde kısa vadeli ve rakamsal tedbirlerin çare olamayacağı daha geniş bir problemle karşı karşıyayız. İnsanlar artık gittikçe daha fazla bireysel haz ve tatmin peşine düşüyor, bunlara engel olacağını düşündükleri otoritenin ve sorumlulukların altına girmek istemiyorlar. Bu durumdan da en büyük payı aile almaktadır.

Bugün,  insanları aile kurmaya itecek nasıl bir motivasyondan söz edebiliriz? Geleneksel olarak çok önemsenen nesli sürdürme, soyadını yaşatma arzusu günümüz insanı için bir anlam ifade etmiyor. Makro planda toplumun nüfusunun sürdürebilmesi için gerekli asgari çocuk sayısı söylemi de bireylere anlamlı gelmiyor, zira kendi hayatlarından sonraki toplumla ilgilenmiyorlar. 

Aile, üreten bir ekonomik birim olma özelliğini kaybetti; artık ne kadar çok aile bireyi varsa, o kadar tüketim ve harcama akla geliyor. Yine aile, hastalıkta ve yaşlılıkta dayanışma işlevinin önemli bir kısmını resmi kurumlara, sosyal yardımlara devretti. Şüphesiz, ailenin en önemli işlevlerinden birisi de biyolojik bir ihtiyaç olarak cinselliğin tatmin edilmesidir. Ancak dinin güç kaybetmesi, ahlâkî yapının ve toplumsal normların değişimiyle birlikte serbest cinsel birlikler hoşgörüyle karşılık görünce, bireyler nikâhtan uzaklaşmaya başladılar. Hatta nikâh, içeriğindeki sadakat değerinden dolayı sınırsız ve kuralsız cinsel hazzın önünde bir engel olarak görülmeye başlandı.

Popüler psikolojide iddia edildiği gibi, çocuksu bir ruh hali yaşayan, sürekli olarak sorumluluktan kaçınan[4] Peter Pan’larla karşı karşıyayız. Bireyler, karı-koca olmanın sorumluluğunu, özellikle de çocuk yetiştirme sorumluluğunu üzerlerine almak istemiyorlar. Bu durum, bir taraftan kendini yetersiz hissetmekten kaynaklanırken, diğer taraftan bazıları hayatlarının böyle sorumluluklarla “heder” edemeyeceklerini savunuyor. Evlilik âdeta zorunlu kürek cezası, çocuk sahibi olmak ise hayat boyu sürecek bir kölelik gibi düşünülüyor.

Şüphesiz, yine insanlar duygularının, geleneğin, dinin vb. etkisiyle bir ömür aynı yastığa baş koymak ve anne-baba olmak üzere evleniyorlar. Ancak yukarıda anlattığımız zihin yapısı hâkim oldukça, evliliklerinden kolay bir şekilde vazgeçebiliyorlar. Eşler arasında geçimsizlik veya şiddet yaşanmasa bile bir süre sonra rutinlik, monotonluk, elektriğin kaybolması, heyecanın yitirilmesi gibi bir kuşak öncesinin anlamakta zorlandığı bahanelerle evlilikler sonlandırılıyor.

Ailenin üzerine gelen çığ o kadar büyük ki herhangi bir ideoloji, gelenek ya da din artık karşı koyacak güçten yoksun gibi görünüyor. Sloganik bir tarzda dinin ailedeki çözülmeye çözüm olacağını iddia etmek kolay değil, zira dindar insanlar arasında bile yukarıda özelliklerini saydığımız zihniyetin kuvvet kazandığını görüyoruz. Şüphesiz, bize düşen görev öncelikle aile konusundaki probleme dikkat çekmek. Ancak belki de tarihin dönülmez bir anındayız ve kıyametin önüne hiçbir şey geçemeyecek.


[1]    Richard Schaefer, Sosyoloji, Çev. ed. Simten Coşar, Palme Yayıncılık, Ankara, 2013, s. 313, 327.

[2]    Gül Pınar, “Üniversite Son Sınıf Öğrencilerinin Evliliğe Bakış Açısı,” Aile ve Toplum, Cilt: 4, Sayı: 14, Nisan-Mayıs-Haziran 2008, s. 51.

[3]    Nesrin Türkarslan, Semra Yurtkuran Demirkan, Üniversite Son Sınıf Öğrencilerinin Evliliğin Kuruluşuna İlişkin Görüş ve Düşünceleri, Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2007, s. 96-97.

[4]    Bkz. Dan Kiley, Peter Pan Sendromu, Çev. Semra Kunt (Ankara: HYB Yayınları, 1997), 37-38.