Fıtrata Dönüş, Sessiz İnkilap

Hac, sadece bir ibadet değil; zamanın ve mekânın hudutlarını aşan, insanın cezbe halinde ilahî hakikate müteveccihen büyük bir varoluş tecrübesidir. Burada insan, sadece mekânsal olarak değil, benliğinin derinliklerinde de hareket eder. Kâbe’nin etrafında atılan her adım, bir iç muhasebenin, bir arınmanın, bir fıtrata dönüşün tezahürüdür.

Abdullah KOÇ

Her yıl milyonlarca Müslüman, dünyanın dört bir yanından, farklı coğrafyalardan, lisanlara, renklere ve kültürlere rağmen aynı istikamette cem olur: Kâbe’nin etrafında tavaf etmek, Arafat’ta vakfeye durmak, Mina’da taşlamak, Müzdelife’de sabahlamak için… Bu yöneliş, sıradan bir seyahat ya da turistik bir hareketlilik değildir. Bu, arz ile semâvat arasında teşekkül eden mukaddes bir vusulün remzidir.

Hac, sadece bir ibadet değil; zamanın ve mekânın hudutlarını aşan, insanın cezbe halinde ilahî hakikate müteveccihen büyük bir varoluş tecrübesidir. Burada insan, sadece mekânsal olarak değil, benliğinin derinliklerinde de hareket eder. Kâbe’nin etrafında atılan her adım, bir iç muhasebenin, bir arınmanın, bir fıtrata dönüşün tezahürüdür.

Bu yönüyle Hac, İslâm’ın beş temel esasından biri olmanın çok ötesinde; ferdin hem kendi nefsiyle hem de ümmetin birlik şuuruyla yüzleştiği, ruhunu arındırdığı ve yeni bir idrake ulaştığı ilahî bir fırsattır. Aynı zamanda, içtimai yapının yeniden inşası için de bir örnektir. Toplumsal barış, adalet ve tevazu, Hac’da yaşanır ve oradan hayata taşınır.

“İnsanlara haccı ilan et…” (Hac, 22/27) ilahî buyruğu, çağlar üstü bir davettir. Hac, bu davetin icabetidir, zamanın dışına çıkıp ebediyetle buluşmanın ifadesidir.

Mahşer Provası

Hac ibadetini sathî bir ritüel olarak görenler için bu mukaddes seyahat, sadece takvimsel bir vazifeyi yerine getirmekten ibarettir. Ancak işin ruhuna eğilen, mananın derinliğine inenler bilir ki Hac, benliğin yıkımı ve ruhun ihyasıdır. Bu, maddî mevcudiyetin hudutlarını aşan, manevî bir mi’raca yönelen eşsiz bir seyahattir.

Bedene sirayet eden yorgunluk, aslında ruhun hafifleyişidir. Her ter damlası, bir günahın arınmasıdır. Susuzluk, hakikate duyulan özlemin işaretidir. Hac, madde ile mananın cem olduğu, dünyevî yüklerin terk edildiği ve insanın en çıplak hâliyle Rabbinin huzuruna vardığı andır. Necip Fazıl Kısakürek’in veciz ifadesiyle: “Necip Fazıl!.. Meğer bu günü görmek için dünyaya gelmişsin!.. Secdeye kapan ve hamdet!” İşte bu, Hac’ın kişide tecelli ettirdiği varoluşsal farkındalığın, ilahî bir çağrının idrakle buluştuğu anın remzidir.

Hac’da mekân, sadece taş ve toprakla sınırlı değildir. Mescid-i Haram, Arafat, Mina ve Müzdelife gibi mekânlar, yalnızca coğrafî koordinatlarla tanımlanamaz. Onlar, hakikatin kavşağına dönüşen manevî istasyonlardır. Bu mekânlarda zaman çözülür; dün, bugün ve yarın iç içe geçer. Arafat’ta durmak, sadece vakfe değildir; bir mahşer provasına durmak, bütün aidiyetlerden soyunup mutlak hakikate müteveccih olmaktır.

Herkesin beyazlara büründüğü o an, hüviyetlerin, sınıfların, unvanların ve makamların hükmünü kaybettiği bir fıtrata dönüş sahnesidir. İhram, sadece iki parça bez değil; enâniyeti örten her şeyin sıyrılması, kul ile Rabbi arasında hiçbir vasıtanın kalmamasıdır. O bez parçası, insanın dünyevî hüviyetinden sıyrılıp yaratılış hakikatine döndüğünün nişanesidir. Arafat, yalnızca vakfe değil; dâhili bir diriliş anıdır.

Modern Hac

Modern zamanın Müslümanı için Hac, ne yazık ki kimi zaman yalnızca bir vazife olarak algılanmaktadır. Farziyeti yerine getirilince tamamlanmış sayılan bir ‘formalite’ye indirgenmektedir. Günümüz dünyasında, hac organizasyonları, otel konforuna dönüştürülmüş; ibadet kolaylaştırılmış, maneviyat ise bu yapay kolaylıkların arasında silinmeye yüz tutmuştur.

Kule otellerin son katlarında, klimalı salonlarda geçirilen saatler, Kâbe’nin gölgesinde yaşanması gereken teslimiyet halini perdeleyebilir. Lüks içerisinde yapılan ibadet, tevazuunun özünü gizleyebilir. Beyaz ihramın sadeliği, lüks bavulların içinde sıkışıp kalabilir. Arafat’ın güneşi altında edilen yakarış, gölgeli serinlikte unutulabilir. İstanbul’daki camilerin turist ziyaretgâhına dönüşmesi gibi, Hac da zaman zaman kutsiyetini kaybeden bir görüntüye dönüşebilir.

Oysa Hac, tam da bu buhranlara karşı bir direniştir; bir iç inkılap ve bir diriliştir. Hac, dünyadan soyunmanın ve ahirete hazırlanmanın tecrübesidir. Hakiki Hac, maddî konforun değil; ruhsal rahatsızlığın tedavisidir.

“Haccedin, çünkü hac günahlardan arındırır; tıpkı ateşin demirin kirini giderdiği gibi.” (Tirmizî, Hac, 2)

Bu hadis, Hac’ın aslî maksadını hatırlatır: ruhun pasını silmek, kalbi arındırmak, insanı özüne döndürmek. Hac, şatafatla örtülmüş ritüeller değildir. Arafat bir yakarışın ismidir; içinden taşan pişmanlıkla semaya yükselen bir yalvarıştır. Mina, bir mücadeledir; nefsin taşlandığı, şeytanın reddedildiği bir meydan. Müzdelife, sabırla beklemenin, teslimiyetle sükûnetin menzilidir. Bütün bu mekânlar, modernliğin gürültüsünden sıyrılıp hakikatin sükûtuna vuslat çabasıdır.

Hac’ın Sosyolojik Derinliği

Hendese kafalı Batılı’da içtimai deha mevcuttur; nizam kurar, yapı inşa eder, organizasyon oluşturur. Bizde ise ekseriyetle ilhamla yoğurulan, iç âleme yönelen kişisel arayış ve ferdi buluş ön plandadır. Bu iki kutbun çatıştığı değil, cem olduğu nadir noktalardan biri ise Hac’dır. Bu mukaddes ibadet, içtimaî bilinç ile ferdî idrakin harmanlandığı eşsiz bir zirvedir.

Ferdî tefekkür ile toplu ibadet arasında teşekkül eden bu köprü, Hac’ın yegâne harikasıdır. Zira insan burada hem kendiyle yüzleşir hem ümmetin bir parçası olduğunu fark eder. Ne yalnızdır, ne kayıptır. Kendi kalbinde kurduğu Kâbe ile milyonların döndüğü hakiki Kâbe arasında gizli ve derin bir rabıta mevcuttur. Bu bağ, yalnızca aynı ritüeli yapmak değil; aynı hakikate yönelmek, aynı fıtratla secdeye kapanmaktır.

İslâm, insanı ne cemiyete feda eder ne de cemiyet uğruna ferdin mevcudiyetini unutur. Hac, bu muvazenenin en berrak ifadesidir. İnsana verilen değer, onu diğerleriyle birlikte Allah’a yönelten bu büyük ibadette vücut bulur.

Eşyada Tecelli Eden Mana

Eşyaya sinen kutsiyet, Hac’da en çok hissedilen hakikatlerden biridir. Ayak basılan taş, dokunulan örtü, içilen zemzem yalnızca maddi birer unsur değildir. Her biri zamanın bir noktasına, bir hatıraya, bir vahye temas eder. Bu mukaddes nesneler ve mekânlar, geçmişle bugün arasında teşekkül eden manevi köprülerdir. Zemzem suyu, sadece susuzluğu gideren bir içecek değil; Hacer validemizin tevekkülünün, sabrının ve Allah’a olan güveninin bugüne taşan nişanesidir.

Hac, insanın sadece fiziksel yönünü değil, hafızasını da arındırır ve yeniden inşa eder. Unutulmuş değerlerin, kaybolan izlerin yeniden zuhur etmesini sağlar. İnsan, tavaf ederken yalnızca dönmez; hatırlar, tefekkür eder ve geçmişin içinde geleceğin tohumlarını sezer.

Bu yönüyle Hac, sadece kişisel bir arınma değil, medeniyet hafızasının da tazelenmesidir. Her sene tekrarlanan ama her seferinde yepyeni olan bu yürüyüş, bir nevi ‘tarihî bilinç’ aksiyonudur. Her tavaf, ümmetin geçmişiyle bugünü arasında kurulan bir hatırlayış halkasıdır. Hac, geçmişin izlerini bugüne taşırken, bugünden istikbale uzanan ahlâkî ve ruhî bir mesajdır.

Dirilişin Eşiği

Bugün İslâm dünyasının yeniden dirilişi, belki de Hac’ın bu manevî boyutunu yeniden ihya etmekten geçiyor. Hac, bir kez daha bizleri kendimize çağırmalı; maddeden manaya, kalabalıktan vahdete, alışkanlıktan şuur ve inkılaba geçmeye vesile olmalıdır.

Hac, ilahi bir koreografidir: Milyarlarca adım, milyonlarca kalp, tek bir merkeze müteveccih olur. Bu yöneliş, sadece Kâbe’ye değil, adalete, tevazua, barışa, kardeşliğe ve hakikate doğrudur. Her bir tavaf, varlığın manasına dair bir med-cezir gibidir. Bu yöneliş, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda varoluşsal bir dönüşümün ifadesidir. İnsan, Hac boyunca yalnızca Allah’ın mutlak mevcut olduğunu idrak etmeye başlar, dünyevî kaygılardan arınarak masivayı terk eder ve hakikate yönelir.

Zira söz odur ki, Lebîd söylemiştir:

“Allah’tan başka her şey bâtıldır.”