Boşnaklar ve Türkler. Birbirlerinin dillerinden anlamayan bu iki milletin sadece bakışlarıyla, selamlarıyla, dualarıyla ve tekbirleriyle birbirlerini bu kadar anlaması, meselenin kelimeler olmadığını çok iyi ortaya koyuyor. Bizde zaten dil, gönül demektir. Gönüller anlaştığında kelimeler aradan çekiliyor.
Kemal KAHRAMAN
Dr., Tarihçi-Yazar

Saraybosna’daki otelimizden sabah dört gibi hareket ediyoruz. Yolculuğumuz üç saat kadar sürüyor. Donji Vakuf yoluyla Prusac adlı köye ulaşıyoruz. Burası, küçük bir yerleşim ama bugün büyük bir gün. 507. Geleneksel Ayvaz Dede Şenlikleri yapılacak. Beş asırlık geleneği olan kaç yer vardır ki. Köy içinde yol boyunca çadırlar kurulmuş. Kıyafet, turistik eşya, yiyecek satan insanlar sabahın erken vaktinde yerlerini almış. Tipik bir eski zaman panayırı.
Temmuz’un ilk günlerindeyiz ama hava oldukça serin, bulutlu. Her an yağmur yağabilir. Günlerden Pazar. Köye arabalar, otobüsler gelmeye devam ediyor. Bu kadar araca park edecek yer bulmak büyük mesele. Otobüsleri köyün girişinde aşağılarda durduruyorlar. Köy, bir yamaçta kurulmuş. Ormanın kenarında.
Her şeyden önce Ayvaz Dede’nin kabrini ziyaret ediyoruz. Ayvaz Dede, tıpkı Sarı Saltuk gibi, Horasan-Anadolu erenlerinden biri. Rivayete göre, Fatih’in gönülleri fethetmek için buralara gönderdiği kırk erenden birisi. Manisa-Akhisar’dan geliyor. O sıralarda burada, su sıkıntısı olmuş. Ayvaz Dede, dağlara çıkarak su aramaya başlımış.
Büyük bir su kaynağının bir kaya tarafından engellendiğini görmüş. Ayvaz Dede, kırk gün dua etmiş ve ağlamış. Kırkıncı gün kaya ortasından yarılmış ve su insanlara ulaşmış. Bu hikâyenin sembolik bir yönü vardır. Boşnaklar Ayvaz Dede’yi çok seviyor. Çünkü su ile birlikte hakikate onunla ulaştıklarına inanıyorlar.
Her yıl haziran sonu veya temmuz başı, Bosna’nın dört bir yanından insanlar, Ayvaz Dede’nin arayışını, yürüyüşünü ve vuslatını hatırlamak için bir ara geliyor. Ellerinde taşıdıkları sancaklarla, gelin gibi süslenmiş atlarla yedi kilometrelik yolu kadını erkeği, yaşlısı genci hep birlikte yürüyorlar. Yarılan büyük kayanın içinden geçerek ulaşılan yolun sonunda yemyeşil, ferah bir tepede toplanıyorlar.
Her bölgeden gelen sancaktarlar, resmi geçitle selam veriyor. Ayrıca Kur’ân okunuyor, ilahiler söyleniyor. Herkeste bir bayram sevinci oluyor. Ayvaz Dede Şenlikleri’nin (Ajvatovicu) esası budur. Ayvaz Dede, bölgeye İslâm’ın mührünü vuruyor. Köyün adı, onun geldiği yere atfen Akhisar anlamında Prusats ya da Prusac oluyor. Umarım şenliklere Akhisar’dan da katılım oluyordur.
Kabir ziyaretinden sonra yukarıda, köyün üst tarafında, bir meydana gidiyoruz. Burada erkenden güzel bir yer tutmamız gerekiyor. Çünkü şenliklere katılan “kortej” burada start alacak. Duvarın üzerinde, hemen kenarda çimlere oturuyoruz. Yolun karşısındaki duvarın önüne, Türkiye’den gelen bir izci grubu sıralanıyor.
Bir süre sonra tekbir sesleri arasında yürüyüşün başladığını görüyoruz. Ama bizim hiç görmediğimiz bir şey. Osmanlı kıyafetleri giymiş insanlar atların üstünde, ellerine sancaklarını almışlar; bir elinde Bosna, diğerinde Türkiye bayrakları.
En önde dini kıyafetler içinde, başlarında sarıklarıyla din adamları, heybet ve vakarla yürüyor. Tekbir sesleri, at kişnemelerine karışıyor. Ama ne atlar! Alışık olmadığımız ölçülerde, iri, kuvvetli, bakımlı hayvanlar. Bizdekilerin iki katı gibi geldi bana. Ama bunlar koşu atı değil. Olsa olsa yük ve araba taşınabilir.
Yürüyüş gruplar halinde oluyor. Her grubun önünde bir sancaktar var. Sancaklarda geldikleri bölge veya şehrin isimleri yazıyor; Sarajevo, Bihaç, Zenica, Mostar, Srebrenica, Tuzla, Banjaluka, Travnik, vs. Atlılar veya yayalar, geldikleri bölgenin yöresel bir özelliğini, amblemini üzerinde taşımaya özen göstermiş. Buralarda öyle bir adet var. Şehirlerin kendine göre birer amblemi, sancağı oluyor. Bizimkilerden farklı, daha köklü bir gelenek.
Kaynağının Ortaçağ feodalizmindeki şehir devletlerine kadar gittiğini sanıyorum. Bosna’nın askeri sancağında, Osmanlı öncesi üç yapraklı amblem halen kullanılıyor. Bogomil devri hatırası. Sancaklar, camilerde minbere asılarak korunuyor. Bayram törenlerinde minberden alınarak katılım sağlanıyor. Tamamen Osmanlı ordusuna asker verirken kullanılan yöntem. Bu insanlar, birikime çok önem veriyor. Biz ise unutmaya, değiştirmeye ve her gün yeni şeyler peşinde koşmaya pek meraklıyız.
Osmanlı kültürünü tanımak isteyenler için bu yerler çok önemli. Çünkü bu insanlar, geçmişten ne kaldıysa ona kutsal bir miras gibi sarılıyor. Her şey öyle anlam kazanıyor. Bizim arşivlere girerek keşfetmeye çabaladığımız, müzelerde sakladığımız dünyayı, bunlar bizzat yaşatmaya çalışıyor.
Ayaklarında şalvarları, başlarında kırmızı fesleri, birçoğunda fes üzerinde rengarenk sarıklar ile bu yağız, kumral, uzun boylu delikanlıların, ellerindeki tevhid sancağını yukarı kaldırarak “Allahu Ekber” diye haykırmaları insanı derinden etkiliyor. Coşup ayağa mı kalkacağınızı yoksa oturup içinizdeki sızıyı mı dinleyeceğinizi bilemiyorsunuz. Ama o ortama katılmadan da edemiyorsunuz. Türkiye’den gelen misafirler, izciler, Mevlevîler de bu insanların tekbirine yüksek sesle katılıyor. Yeşiller içindeki, ormanın kıyısındaki vadide, Tevhid sedaları yankılanıyor.
Onlar için yalnız bir eğlence, bir şenlik günü değil aynı zamanda mübarek bir gün. Bizdeki yayla şenliklerinden birisinde değiliz. Belki Tataristan’daki Sabantuy bayramıyla karşılaştırılabilir. Milli ve dini bir bayram günü. Kortej dediğimiz yürüyüşe katılanlar yola koyuluyor. Yukarıda, törenlerin yapılacağı yaylaya kadar yedi kilometrelik yokuş bir yol var. Ormanın içine doğru.
Atlılar atlarına hâkim olmakta zorlanıyor. Seslerden ürküyor hayvanlar. Sağa sola baskı yapıyor. Heybetli, büyük olduklarından daha bir korkutuyor. Duvar dibindekiler kendilerini korumak için kaçışıyor. Kimileri tedbirsizce kenarda duruyor kimileri duvara çıkıyor. Biz zaten duvarın üstünde olduğumuzdan hem geçenleri kolayca görüyor hem de güvende oluyoruz. Bütün kortej geçtiğinde, biz de peşlerinden yola çıkmaya hazırlanıyoruz. Ona göre giyindik, spor ayakkabılarımız var.
Bütün şehirler, temsilciler geçtiğinde sıra bize de geliyor. Türkiye’den önemli bir katılım var. İzci grubunun tekbirlerle yürümesi tuhafımıza gidiyor. Bunlar alışkın olduğumuz şeyler değil. İçimizde eğlencenin değil mübarek bir bayramın coşkusu var. Bir yandan heyecan ve sevinçle doluyoruz bir yandan ibadet hazzı ve huzuru duyuyoruz.
Boşnaklar ve Türkler. Birbirlerinin dillerinden anlamayan bu iki milletin sadece bakışlarıyla, selamlarıyla, dualarıyla ve tekbirleriyle birbirlerini bu kadar anlaması, meselenin kelimeler olmadığını çok iyi ortaya koyuyor. Bizde zaten dil, gönül demektir. Gönüller anlaştığında kelimeler aradan çekiliyor. Horasan erenlerinin de yaptığı bu değil miydi? Burada gönüllere öyle bir fidan dikmişler ki asırlar geçmiş, kökleşmiş, şimdi ne kadar uğraşsalar da sökemiyorlar.
Yürüdüğümüz yol pürüzsüz bir asfalt. Yakın zamana kadar toprakmış. Asfaltlanmasına bazı alimler karşı çıkmış. Orijinal şekliyle kalmasını istemişler. Yol uzun olduğundan bir kısım insanlar yürüyüş konvoyunun arkasından arabalarla gidiyor. Arabaların yavaş yavaş giden insanları, atları izlemesi de ilginç oluyor.
Ama atlar, asfalt yolda yürümekte zorlanıyor. Nalları kayıp duruyor. Üstelik demir nallar asfaltta derin izler, çizikler bırakıyor. Zamanla tahrip edeceği besbelli. Dahası zemin toprak olmayınca hayvanlardan arta kalanlar kolayca kaybolmuyor, yolu uzun süre kirletiyor.
Yedi kilometre üstelik yokuş olunca, hiç alışkın olduğumuz bir mesafe değil. Ama bazılarının yaptığı gibi geriden gelen otobüslere binmek istemiyoruz. Biz bu işi geleneğe uygun biçimde, yaylaya kadar yürüyerek tamamlamak istiyoruz. Buraya kadar gelmişiz, hakkını vermek istiyoruz. Dönüş de var ama ne de olsa yokuş aşağı olacak.
Yokuşun dikleştiği yerlerde biraz dinlenerek yol alıyoruz. Üç beş kilometre sonra bir meydana ulaşıyoruz. Burası bayram yeri gibi. Yol kenarında sırıklara geçirilmiş kuzular, ocaklarda döne döne kızarıyor. Bosna denince ilk akla gelen şeyler arasındaki kuzu çevirme işini burada yaygın biçimde görüyoruz. Hepsi pişmiş ve hazır görünüyor. Ama önce yürüyüşümüzü tamamlamak istiyoruz. Burada yiyip içmeye dalarsak rehavet çökebilir.
Biraz daha gayretle hedefe ulaşıyoruz. Yorulmuş olabiliriz. Ama temiz hava, bol oksijen ve içtiğimiz güzel sular kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyor. Toplanılan meydan, tam bir yayla şenliği ortamı. Ama yeme içme faaliyeti yok. Yolun geldiği tarafta, tepede bir sahne ve ses düzeni kurulmuş.
Sahnenin yan tarafında sarıkları ve cübbeleriyle ülkenin çeşitli merkezlerinden gelen dini liderler toplanmış. Başlarında Reîsülulemâ. Özel kıyafetleriyle nasıl da vakarlı duruyorlar. Burada din adamları Osmanlıdan kalan vakarı, sağlam duruşu temsil ediyor.
Arka taraflarında, geleneksel kıyafetleri içinde Boşnak gençler bekliyor. Yaklaşıp soruyoruz. Travnik Elçi İbrahim Paşa Medresesi öğrencileri olduklarını öğreniyoruz. Erkek öğrencilerin başlarında fesleri var. Bosnalı Müslümanların milli kıyafetinin bir parçası. Osmanlıyı simgeliyor.
Kırmızı fesi, Balkanlardan Ortadoğu’ya oradan Kuzey Afrika’ya bütün bir Osmanlı coğrafyasında görebilirsiniz. Kız öğrenciler beyaz başörtüleri ve elbiseleri üzerine mavi üç etekleri ile çok zarif görünüyorlar. Eşim onlarla resim çektirmeden edemiyor. Ellerinde Bosna ve Türkiye bayrakları ile bize poz veriyorlar.
Sonra kendimize, şöyle olan biteni görecek bir yer bulmaya çalışıyoruz. Meydanı gören bir tepeye, Boşnakların arasına yerleşiyoruz. Yerler, ağaçlar, her yer yemyeşil. Sanki bahar ayındayız. Oysa Temmuz başındayız. Çimenleri, yabani otları traşlamışlar, oturmaya uygun bir hale getirmişler.
Ama biraz yerleştiğimizde küçük çekirgelerin her yerde hoplayıp durduğunu fark ediyoruz. Eşim biraz rahatsız oluyor ama asıl rahatsız olan onlar. Çünkü biz onların arazisine girdik. Zarar vermemeye çalışarak, üstümüze başımıza konanları hafifçe uçurmaya çalışarak programı izliyoruz.
Önce orman ezan sesiyle yankılanıyor. Öğle namazı saati. Herkes saflara koşuyor. Yemyeşil ormanın ortasında, yemyeşil çimenler üzerinde uzun saflar oluşuyor. Herkes yanında seccadesini getirmiş. Sünnetler, farzlar kılınıyor. Kamet, rükû, secde ve dualar. Ülkemizdeki camilerde nasıl kılınıyorsa öyle. Müezzinin sesi, Kur’ân sesi yayılıyor. Etrafıma bakıyorum. Avrupa’nın ortasında Türkçe bilmeyen insanlar, bizim gibi giyinmiş kadınlar, erkekler, kıbleye dönmüşler. Bu heyecan verici manzarayı anlatmak çok zor.
Arkasından Bosna Hersek Reîsülulemâ’sı Hüseyin Efendi Hasanbegoviç bir konuşma yapıyor ve dua ediyor. Travnik medrese öğrencileri çok güzel ilahiler söylüyor. Türkiye’den gelen mehter takımının gösterisi programa ayrı bir renk katıyor. Mehterbaşının komutunda yüzyıllardır bu dağların yabancısı olmayan bir ses yankılanıyor: “Nasrun minallahi ve Fethun karib”.
Yaklaşık üç saatin sonunda dualarla programın sonuna geliyoruz. İnsanlar toplanmaya başlıyor. Aynı gruplar bu defa yokuş aşağı yürüyor. Geliş yolumuz olan asfalt yolu takip ediyoruz. Dönüşte tören alanının alt tarafından, yarılan kayaya doğru ilerliyoruz. Ayvaz Dede’nin dualarıyla yarıldığı söylenen kayanın ortasından geçiyoruz. Buradan su ve rahmet aşağıya doğru yol bulmuş.
Ormanın içindeki patikalarda bir süre ilerledikten sonra geldiğimiz asfaltla buluşuyoruz. Yokuş aşağı, daha hızlı ama daha yorgun bir şekilde yürüyoruz. Serin, bulutlu bir havadayız. Birazdan yağmur başlıyor. Asfaltın dışındaki alanlar çamurlanıyor. Hava iyiden iyiye soğuyor. Unutmayalım, günlerden 2 Temmuz Pazar. Ama telaşımız yok. Serin yağmur damlaları yorgun bedenlerimize çok iyi geliyor.
Prusac köyüne yorgun argın ulaşıyoruz. Ne de olsa yarısı yokuş olmak üzere, on dört kilometre yürümüş durumdayız. Otobüsümüzün gelmesine yarım saat kadar var. İki katlı bir inşaatın alt katına kurulmuş olan mütevazı bir kafeye sığınıyoruz. Yağış yoğunlaştığından kahvenin sundurmasının altı gayet kalabalık. Törene katılmış olan Boşnaklar araç bekliyor.
İçeridekiler sıcak bir şeyler içiyor, börek, çörek yiyor. Biz de biraz bekledikten sonra oturacak yer buluyoruz, esasen biraz sıkışıp bize yer açıyorlar. Eşimle birlikte oturuyoruz ahşap sedire. Yoksul olabilirler ama eğitimli, kaliteli insanlar arasında olduğumuzu hissediyoruz. Yabancı gibi değiliz. Sağımızda yaşlı bir bayan. Solumda ise iki küçük çocuk. Başlarında ortaokul çağlarında bir “abla”.
Küçük ablaya İngilizce nereden geldiklerini soruyorum. “Zenica’dan” diyor. Sarışın, düz, uzun saçlarıyla tipik bir Boşnak. Adı Amina imiş. Avrupa’nın ortasında bizim isimlerimiz yaşıyor. İsimler, sınır boylarımızı gösteren işaret taşları. Amina, kardeşlerine göz kulak oluyor. Onları da tanıtıyor bize. Elimizdekileri paylaşıyoruz. Bazı küçük hediyeler veriyoruz.
Doğrusu bu konuda uyarılmıştık. Yanımızda bir şeyler bulundurmamız için. Ne de olsa bayram günü. Siz siz olun, Ayvaz Dede şenliğine yolunuz düşerse, yanınızda en azından çocuklara hediyeler getirin. Çok hoşlarına gidiyor. Biraz sonra kalkıyorlar. Otobüsleri gelmiş olmalı. Küçükler, ablanın elinden tutup çıkıyorlar. Boşnak kahvelerimizle birlikte yanımızda getirdiğimiz bisküvi, kuru üzüm gibi şeyleri yanımızdakilerle paylaşıyoruz.
Masadakiler de ellerindeki kutuları bizlere sunuyor. Kurabiye, börek getirmişler. Hiç konuşmasanız bile, Türkiye’den geldiğinizi duyduklarında gözlerinin içi gülüyor bu insanların. Sebebini anlamakta güçlük çekiyoruz. “Şimdi biz ne yaptık ki” diyoruz.
Filistin’de de aynı duyguları yaşadığımızı hatırlıyorum. Orada bulunmamız bile bir hediye gibi algılanıyor. Sonra otobüsümüz geliyor. Kafede yanımızda oturan Boşnaklara veda ediyoruz: “Allaha emanet”. Yağmurlu bir Bosna gününde üç saatlik yolculuğun sonunda Saraybosna yakınlarındaki otelimize ulaşıyoruz.