Türkçe yazılan şiir, bünyesine sirayet etmiş onca meselenin yanında bir dil garabetini dillendirme sancısı, dile getirme sıkıntısı, dil bilmeme zaafı, dilsizlik ağrısı, yanlış ya da yabancı bir dille konuşmaya zorlanma tehdidi yaşamaktadır.
Ali Emre

Türkiye’de yazılan şiirin taşıdığı zindelik ve zenginliğin görünür kılınmasını, sahici ve nitelikli arayışlara yönelmesini, çıtayı yükselterek irtifa kazanmasını engelleyen iki sakat yaklaşımdan söz edilebilir.
Bunların ilki, edebiyat dışı süflî ilgilerin, yoz ilişkilerin ve doğallıktan uzak yenilik arayışlarının tazyikiyle, işi şiirin evleğini çerçöple doldurmaya kadar vardıran hoyrat ve hoppaca tutumdur. Belirgin bir gerekçesi ve yörüngesi olmayan bu tutumda, şiire ruhsuz ve kirli bir dış dünya giydirilmektedir. Şiir sıradan bir nesne, her türlü dış müdahaleye açık bir oyuncak konumuna indirgenmekte; sindirilip özümsenmemiş ve gelgeç özellikleri aşamamış yığılma, kasılma ve zorlamalar nedeniyle kendine özgü kaliteleri bakımından da ucu her yöne açık bir yabancılaşma ve kötürümleşmeye maruz kalmaktadır.
İkinci sıkıntı, dil konusunda karşımıza çıkmaktadır.
Türkçesi dökülen bir yazarın yıllar önce Nobel Edebiyat Ödülü’ne dek uzanması, kimilerinde şiir alanında da başka hünerlerin ve ilişkilerin daha çok işe yaradığı hatta daha önemli olduğu kanısını uyandırmış görünmektedir.
Onlarca, yüzlerce örnek eşliğinde gösterilebilecek; hatta sathî bir bakışla bile varlığı kanıtlanabilecek bir tablodur bu.
Türkçe yazılan şiir, bünyesine sirayet etmiş onca meselenin yanında bir dil garabetini dillendirme sancısı, dile getirme sıkıntısı, dil bilmeme zaafı, dilsizlik ağrısı, yanlış ya da yabancı bir dille konuşmaya zorlanma tehdidi yaşamaktadır.
Üstelik bu düşkünlüğün üstü örtülmekte, yapılanlar görmezlikten gelinmekte ya da başka değer yargılarına hamledilerek geçiştirilmektedir. Dahası müptezelliğin, goygoyculuğun, kirlenmenin bin türlüsüne imza atanlar, ortalama bir dil bilgisine ve kompozisyon bilincine sahip olmayanlar, şiirde çığır açtıkları vehmiyle böbürlenip durmaktadırlar.
Şiir, zaman zaman tabiri caizse ıkınıp sıkınmaktadır.
Şiir, meydanı boş bulanların şımarıkça tasarrufları eşliğinde marazlı, zehirli bir içerik batağına sürüklenmektedir. Küçük dağları ben yarattım edasıyla poz veren yeniyetmeleri dergilere salan işgüzarlar marifetiyle iyi örneklerin de üstünü örten ciddi bir anlatım karmaşası yaşanmaktadır. Laftan anlamayan bir pespayelik içinde hafakanlar geçirmektedir. Boğazına sarılan eller yüzünden kem küm etmeye, rol yapmaya, numara çekmeye zorlanmaktadır.
Şiir; dil yanlışlarının, gramer problemlerinin, anlatım bozukluklarının en çok görüldüğü bir edebî tür olmaya doğru sürüklenmektedir.
Üstelik bu durum, kimi dergiler eliyle âdeta önerilmekte, özendirilmektedir. Köşe başlarını tuttuklarını vehmedenlerin de himmetiyle genelgeçer bir tutum olmaya doğru evrilmekte; şiire yeni yeni heveslenenleri de daha yolun başında tereddütte bırakmaktadır. Dile, anlatıma, özen göstermek “temiz”, “güzel”, gıllıgışsız bir dille yazmak da âdeta küçümsenmekte, cezalandırılmaktadır.
Şiirin hımbıl ve pörsümüş atlasını zenginleştirip havalandırmaya matuf emeklere, bilinçli arayışlara, bir gerekçesi ve istikameti olan yeni hamlelere sözümüz yok elbette. Ancak “Şiir çıkmazdadır; çünkü insan çıkmazdadır.” yargısının sadece ilk kısmı üzerinde yoğunlaşarak yola çıkanların çoğu, işin kolayına kaçarak, dili mıncıklamakta bulmaktadırlar çareyi.
Son çözümlemede, yenilgi psikolojisinin getirdiği bir yöneliştir bu. Yalnızlıktan, yabancılaşmadan, savrulmalardan, büyük şehirlerdeki dilsizlikten, iletişim alanındaki yozluktan güç alarak ilerlemeye çalışmak, şiire anlatım ve içerik bakımından bir diriliş aşısı getirmeyi önemseyen arayışları da edebiyatın taşrasına itme olumsuzluğuyla bütünleşmektedir. Oysa şiir yazmak; bölünmenin, şizofreninin ilacı olabilecek bir imkânlar manzumesine de işaret fişekleri düşürür. Ayakları yere basan sağlam ve ufuk sahibi bir anlatım cehdine de öncelik tanır.
Dillerin çeşitli nedenlerle birbirinden kopan hatta birbirine küsen serüveni, her şeye rağmen yine o büyük ve değerli okyanusa; tarihi, medeniyeti, işlek ve güncel muhayyilesi, geleneği ve gelecek tasarımıyla, hüner ve sürprizleri bitmeyen insan yaşamlarına çeşitli pencereler açarak güçlü ve dönüştürücü bir anlam dizgesine kavuşturulabilir.
Evimize ve eğnimize olduğu kadar dilimize ve dile getirdiklerimize de tebelleş olan modern, arsız ve mekanik saldırı, muhkem şiirin önünde süngülerini düşürme telaşından uzaklaşmış görünüyor artık.
Oysa dil, en çok şiirle bulur yitirdiklerini.
Henüz insandan söz edilebilen her yerde, o sevimli kalkanını en çok şiire yaslanarak onaran direngen bir güzelliği, içimizi irkilten bir bahadırlığı vardır dilin.
Şairin insanı içten içe tüketen, çirkeflik vadilerinde kaybeden, aklını uyuşturarak çirkinleştiren bir tutumla değil de arayan, işaret eden, silkeleyen bir zindelik eşliğinde yola düşmesi neden küçümsenecek bir çaba olsun?
Şiiri, sözün yılışık ve debdebeli kulesine hapsedenler de dilinin kilerinde küflendirenler de şiire eziyet etmektedirler. İnsanda göz ve gönül hizasını koruyarak bir karşılık oluşturmak isteyen şair, dimağını ve sözlüğünü arındırmalıdır. Dilini çözmeyi önemsemeli ve zulumâtı terk etmelidir. Heybesine sırnaşan ağuyu dökmeli; asmaların, tasmaların ve yosmaların koynundan çıkarak konuşmayı denemelidir.
Gülşene, güzel işler ödevi için gidip seyrettiğimiz o gül bahçesine; ayrılık düşmüştür, gâvurluk düşmüştür, esaret düşmüştür. Sabânın kanadına sarılan şiirimiz de seher gibi temiz ve duru bir dille ses vermeli, şu dünyadan geçip giderken ateş kesilmelidir.