Dil Derinleşme Midir, Kesişme Midir?

Dil, kalbin durumuna göre kendine eklemeler ve çıkarmalar yapar; anlam katmanları böyle oluşur veya böyle ölür. Büyük sûfî Abdülkadir Geylâni ne güzel ifade ediyor bu durumu.  Şöyle diyor bir yerde: Dil kalbin çocuğudur ve ona tabiidir.

Mustafa AYDOĞAN

Dil bir sistem olarak, doğmak, gelişmek ve kendi mükemmel sınırlarına ulaşmak için bir bilgiye ve özel bir çabaya muhtaç değildir.  Dil bir mahlûktur. Her mahlûk gibi yaratıcının yaratış formlarından bir formdur. Dolayısıyla bütün yaratışlar gibi yaratıcının bilme durumu ve iradesi dışında hiçbir gerekçeye ve bilme durumuna muhtaç olmaksızın doğar, yaşar ve ölür. Dünyada her gün birçok devasa dil sistemi ölüm gerçeğinin içine düşmektedir. O dili kullanan son ferdin ölümüyle birlikte bütün grameri ve hatırasıyla göklerin boşluğunda kaybolup gitmektedir. Sanılmasın ki bu ölüş dilin mükemmel olmayışıyla ilgilidir. Hayır, en basit kabilelerin dilleri bile dil imkânlarını en mükemmel dilin kendi imkânını yokladığı kadar yoklamış ve hatta kendi şartları içerisinde benzersiz kavramlara, bileşimlere, söyleyiş formalarına sahip olmuştur.

Dilin doğuş şartları açısından ihtiyaç duyduğu tek durum, insanların bir arada yaşama gereği ve mecburiyetidir. Dil, insanın toplumla teması esnasında ihtiyaç duyacağı bir araçtır. O, bir araçtır. İnsan ile insan arasında değil; insan ile insanlar arasında bir araçtır. Dil, kendi içinde birtakım yenileşmelere ve donanımlara ancak insan çeşidi ve sayısı arttığında ihtiyaç duyar. Dil, insana muhtaç değildir fakat insan dile muhtaçtır.

Dil ile ilişkimiz esas itibariyle ekmek ile ilişkimizden daha elzem değildir. Ekmek hayatta tutar, dil hayatı işlevsel kılar. Biri varoluşun şartlarıyla, diğeri ilişkinin ve neşenin şartlarıyla gelir. Dil, kitaba da asla ihtiyaç duymaz. Kitaplar, dilin varoluş imkânları itibariyle ihtiyaç duyacağı en son şeydir. Onun sadece insanın insanla kesiştiği ve bu kesişmelerin devamlı, sık ve çeşitli olduğu doğal mekânlara ihtiyacı vardır. Sokağın, okulun, fabrikanın, tarlanın dile kattığı zenginliği, diriliği ve yeniliği başka şey katamaz. İlginçtir ki kütüphaneler dilin doğuş mekânları değildir. Hatta daha da ileri giderek diyebiliriz ki kütüphaneler dilin ölüş mekânlarıdır. Canlı, diri kelimeler, sayfalar arasında belki yüzlerce yıla hükümlerini taşıyabilirler ama her geçen süre onları kullanışsızlığın baygın kollarında ölüme doğru taşır. Sözlükler de öyledir. Onlar da capcanlı dilin dondurulduğu kitaplardır. Dil orada dondurulmuştur çünkü sözlükler tam da bunun için vardır. Bir kelime hep öyle kalsın diye kendini öne çıkarır sözlük. Kelimedeki her değişim, her yenileniş, her eklenme dili canlandırırken sözlüğü öldürür. Bu sevimsiz gerçeği kıracak, kelimelere hayat neşesi katacak tek çıkış yolu sözlüğün kendini yenilemesidir. Çünkü dil kendini sürekli yeniler. Dil, sözlüklerden ve kütüphanelerden bir sel gibi taşar ve eğer önlem alınmazsa kütüphaneleri de sözlükleri de boğar. Ne kütüphanelerin ne de sözlüklerin boyu dilin boyunu asla aşamaz. Eğer sözlüklerin imkânları ile konuşmaya ve yazmaya kalkışsaydık arka arkaya iki cümle kuramazdık.

Dilde yenileşme hareketleri de dili mevcut şartları içerisinde koruma çabaları da bizzat dilin o devasa ve muhteşem sistemi tarafından pek ciddiye alınmaz. İşin esası ve tuhaf tarafı şurasıdır ki dil en sıradan olanın şartlarına tabiidir. Sıradan insan, sıradan mekân, sıradan şartlar, sıradan hayatlar… dilin inşa edilmesi, doğması, yaratılması için gerekli ve yeterli şartlardır.

Bir de kalplerin durumları vardır. Dil, kalbin durumuna göre kendine eklemeler ve çıkarmalar yapar; anlam katmanları böyle oluşur veya böyle ölür. Büyük sûfî Abdülkadir Geylâni ne güzel ifade ediyor bu durumu.  Şöyle diyor bir yerde: Dil kalbin çocuğudur ve ona tabiidir. Aslında dilin biricik doğuş mekânı kalptir. Bu nedenledir ki kalpler değiştiğinde dilin tabiatı da değişir. Tabiatı değişen dilin kelimeleri ve kelimelerinin anlam katmanları da değişir. Her kelimenin bir ruhu vardır. Hatta bir kelimenin her anlam katmanının da ayrı bir ruhu vardır. Şöyle bir örnekle durumu biraz açıklamaya çalışalım: Farzımuhal, Hristiyan bir toplumun (toplum olarak, kitleler halinde) Müslüman olduğunu düşünelim bir an. İşte o andan itibaren bu topluluk yepyeni bir iklime girecek, kullandıkları kelimeler ve o kelimelerin ifade ettiği anlam blokları yavaş yavaş değişecektir. Öyle ki bir müddet sonra önceki toplum sanki hiç olmamış gibi ruhu kaybolacaktır. Önceki topluma ilişkin kelimelerin ve kelimelerin anlam katmanlarının korunmaya çalışılması hem imkânsız olacak hem de komik kaçacaktır. Aynı örneği, az ya da çok, alfabesi değişmiş ve dinle ilişkisi zayıflamış bir toplum için de düşünebiliriz. Bu durumda da artık önceki döneme ilişkin kelimelerin ve onların anlam alanlarının değişmesi kaçınılmaz olacaktır. Hem kelimeleri hem de onların anlam katmanlarını, önceki toplumsal iklime ait anlam katmanları ile kullanmaya kalkışmak ciddi sorunlar çıkaracak, yorucu savunmalara ve savrulmalara yol açabilecektir.

Bakış değiştiğinde insan da değişir. İnsan değiştiğinde şartlar da değişir. Şartlar değiştiğinde dil de değişir, dönüşür. Esas itibariyle dile ilişkin bütün mülahazalar onun kendi şartlarına uygun ve tabii olmak zorundadır. Dilin canlı bir sistem olduğunu kabul etmek gerekir. Her an değişen, her an dönüşen, bir taraftan yeni kelimeler kazanırken diğer taraftan birçok kelimesi ölümün isteğine boyun eğen bir sistemden bahsediyoruz. Canlılığın en büyük gücü kendisine yapılan dayatmalara boyun eğmeyişidir. Dayatma nereden gelirse gelsin ister muhafazakârdan ister yenilikçiden, dil kendi kabul şartlarını ve sınırlarını kendisi belirler. Yukarıda bahsi geçtiği üzere, sıradan durumların sınırları içerisine giren hayatiyeti bulur, dışarıda kalan ise ölüme boyun eğer.

Tarihte kaybolduğu ileri sürülen milletlerin konuştukları muhteşem dil sistemleri de kendileri ile birlikte kaybolup gitmiştir. Mesela, ne Sümerlerin konuştuğu dillerin bir karşılığı vardır bugün ne de Hititlerin vs. Dil, bu toplumların yok olması ile birlikte yok olup gitmiştir. Yani dil, varlığı için bir topluma ihtiyaç duyar. İhtiyaç duyduğu toplum yok olduğunda dil de yok olur. Dil yok olduğu için toplumlar yok olmaz. Dilin toplumlardan önce yok olması, yaratılış kaideleriyle uyumsuzdur; yani imkânsızdır. Dolayısıyla dil ile ilişkinin ve dile dair hükümler mecellesinin temel dayanağı kitlenin sıradan durumu ve tutumu olmak zorundadır. Oraya bakarak ve takip ederek bir sonuca ve yoruma ulaşmamız gerekir.

Dil ile edebiyat arasındaki ilişki de enteresandır. Dil ile yapılan sanatların dilin mahiyetine müdahale edebilecek bir güce sahip olamayacağını vurgulamak gerekir. Edebiyatçı, dil inşa etmez ya da inşaya yönelik bir güce sahip olması söz konusu değildir. Dil, edebiyatçının edebiyatını belirler, aslolan budur. Edebiyatçının durumu şudur: Sıradan insanın ve sıradan durumların şartlarında oluşan dilin tadına, zevkine, inceliğine vakıf ve sahip olmak talihi ve yeteneğidir. Edebî yetenek inşaya ya da mahiyete müdahaleye muktedir değildir; sadece dimağlara, o da az çok bir tada sahip dimağlara dil zevkinin ve inceliğinin kapılarını açmak hakkına sahiptir.