Türk dili, gönül dilidir. Hz. Yunus’tan itibaren -öncülleri pîr-i Türkistan Hace Ahmed Yesevî ve öncüllerini de düşürsek- Türkçe, gönlün dilidir, semavî öğretinin en sade biçimde aktarıldığı bir dünyadır.
Sadık YALSIZUÇANLAR

Ebu’l-Hasan Harakanî Hazretleri’nin sözüdür: “Gönül deniz, dil kıyıdır. Denizde ne varsa kıyıya, gönülde ne varsa dile o vurur.” Efendim, insan dilinin altında gizlidir derler. Mübarek Kur’ân “ırkların ve dillerin, Allah’ın ayetleri” olduğunu beyan eder. Hani, Hz. Yunus’un dediği gibi “gelin tanışık idelüm, işi kolay tutalum; sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” Cenab-ı Hak, bizleri, birbirimizi severek tanış olalım diye yaratmıştır. O’na gerçek anlamda kul olalım diye. Kul, her türden rububiyyet vehminden arınmış kimseye denir.
Dil bilimci ve dil felsefecilerinin bir kısmı “dil, anlamdır” der.
Dil, iletinin örtüsü, perdesi, kabuğu değil; anlamın bizatihi kendisidir. Yani nasıl konuşursanız öyle inanıyorsunuzdur.
Dilin anlamın kendisi oluşu, aracın da bizatihi mesaj oluşundandır.
Dil, bir şeyi iletmek için bir araç değil, ileti içeriğinin bizzat kendisidir.
Bu bağlamda Türk dili, gönül dilidir. Hz. Yunus’tan itibaren -öncülleri pîr-i Türkistan Hace Ahmed Yesevî ve öncüllerini de düşürsek- Türkçe, gönlün dilidir, semavî öğretinin en sade biçimde aktarıldığı bir dünyadır. Hz. Yunus, kır dilini vahiy dili haline getirmiştir.
Türk dilinin kayda sonradan geçirilmiş olan kadim örneklerinden itibaren, hayata, ölüme ve ölüm sonrasına ilişkin söyledikleri hep irfanîdir. Arkasındaki vahdet öğretilerinin etkisindedir. Dede Korkut hikayelerinin birinde şöyle der: “Arı sudan abdest aldılar, ak alınlarını yere kodılar…” Bu berrak, duru anlatım, ruhun doğasının, semavî olanın yansıdığı eşsiz bir güzelliktir.
Aslen Farsî olan bir ârif, Kur’ân’ın ayetlerini pek güzel yorumlar ama Arapça bilmezmiş. Bir gün, bir dervişi “efendim siz Arap değilsiniz, Arapça da bilmiyorsunuz ama Kur’ân’ı nasıl bu kadar güzel yorumlayabiliyorsunuz?” diye sorunca, şöyle cevap vermiş: “Evladım, benim dilim Arabî değil ama kalbim Arabîdir.” Demek ki dil, mananın kendisidir. Kişi, gönlüyle baktığının iç yüzüne nüfuz edebilir.
Türk dilinde irfanın en şiirsel güzellikte yansımağa başladığı Yunus Emre bir şiirinde şöyle der:
Ben bir acep ile geldim, kimse halim bilmez benim, Ben söylerem, ben dinlerem, kimse dilim bilmez benim. / Benim dilim kuş dilidir, benim ilim dost ilidir, Ben bülbülüm, dost gülümdür, bilin gülüm solmaz benim.
Dil derken neyi kastettiğimi yeterince açıklıyor. “Kuş dili” ehline açık na ehle kapalı olan irfanın kendine özgü dilidir.
Çünkü, hikmetin dili, sembol ve sükûttur.
Bilgeliğin lisanı, semboliktir.
Bu yüzden şiirimizde çeşitli sembol alanları oluşmuştur.
Meyhane sembolizmi, tabiat sembolizmi, yüz sembolizmi vs.
Bu sembol alanlarının kendine has mazmunları vardır.
Mesela meyhane, tekkedir, dergahtır, medresedir, hankâhtır, zaviyedir. Hakikatin talim edildiği mekândır. Saki, yani içki sunucu, mürşiddir. Nebidir, resuldür, onların kâmil vârisleridir. Ariflerdir. İçki, hakikat-i Muhammediyye’dir. Kadeh, mürşidin bizatihi kendisidir, kelam mahalli olan ağzıdır, dilidir. Bir duygu ve inanç kabı olarak mürşidin kendisi de meyhanedir, kadehtir, içkidir.
“Bir sâkiden içtik şarap, arştan yüce meyhanesi
Ol sâkinin mestleriyiz, canlar anın peymanesi” diyen Yunus Emre, bu sembol sistemi içinden konuşmaktadır.
Yüz sembolizminde, yüz vahdettir. Hakkın mutlak birliğidir. Saç, kesrettir, yaratılış aleminin çokluğudur. Ağız, feyiz mahallidir. Kelamın kaynağıdır. Kelam, insanı mayalayan, değiştiren, dönüştüren şeydir. Göz, bizatihi tasarruf mahallidir, aşı aracıdır. İnsan, göz ve sözle mayalanır. Söz, Yalçın Koç’un ifadesiyle, mayalayan kelam, Türkistan’dan aziz bir erenden gelen kelamdır. Kelam, bir İslam bilim alanıdır aynı zamanda ama burada “söz” karşılığı bile değildir. Kelam, kelamdır, maye-i Muhammedî’nin hamili olan şeydir. Bir araç değil, anlamın kendisidir kelam.
Mesela doğa sembolizmi içinde yer alan kuş; derviş, salik, talip, dünyaya gelmiş ve geldiği sonsuz ve mutlak varlığa dönecek olan kişi, göçmen kuştur. “Dervişler uçar kuşlar, deniz kenarın kışlar” diyen Hz. Yunus, bunu ima etmektedir. “Bir kuş olup uçmak gerek / derya deniz geçmek gerek…” İnsan, “uzun, ince bir yolda, gece gündüz” yürümektedir. O’ndan gelmiştir, dönüşü O’nadır. O’na dönebilmesi için, geldiği hâle bürünmesi, saf, temiz ve ağırlıksız hâle gelmesi gerekir. Bunun için de arınması, tesviye olması gerekir. Bu ise bir tür kefaret ödemeyi zorunlu kılar. İnsan için emeğinden fazlası yoktur.
Bütün bu süreci bize en sahih biçimde kelam aktarabilir.
Ariflerin sözlerine –şiirsel olanlarına- “ilahî” denmesi, anlam dünyası bakımından nefisten sudur etmeyen, Hakk’ın dili olmuş birinin gönlünden dökülen sözler olduğu içindir.
Bu irfan, hemen bütün dillerde dile gelir ama Türkçe’de dile gelmesi bambaşkadır. Yunus’tan bu deme, binlerce divan, defter, cönk sahibi şair gelmiştir ve hepsi, Hz. Mısrî’nin dediği gibi Yunusleyin söylemiş, söylemektedir: “Niyazî’nin dilinden Yunus durur söyleyen / Herkese bir can gerek, Yunus durur can bana…” Demek ki, Yunus Emre ile ilgili bir söz söyleyen, kitap yazan kişi, O’na can vermemekte, O’ndan can almaktadır.
Efendim, söz, söyleyenin neresinden çıkarsa, dinleyenin orasına ulaşır.
Kaynağı gönül olan Türkçe sözün anlamı ve değeri büsbütün başkadır.
O, Hz. Süleyman’ın bildiği ama gönlünde Süleymanlık tecelli eden herkesin bilebileceği kuş dilidir.
“Ben kuş dili bilirim, Süleyman söyler bana…”
Kuş dili, hakikatin, hikmetin hermetik dilidir.
Bu dil, gönlünde Hak tecelli edenlerce rahatlıkla anlaşılabilir.
Vahdete ulaşmış her gönül için Yunus Emre ve izine basarak yürüyenlerin dili apaçıktır, berraktır, durudur, aşikârdır.
Anadolu, Türkistan’dan gelen Türkçe kelamla mayalanmıştır, diyen Yalçın Koç, bunu kastetmektedir.
Kelam ile de mâye-i Muhammedîyi ima etmektedir.
O kelamın sahipleri olarak başta Yunus Emre anılmalı, her zaman ve zeminde Yunus’un izinde yürüyenler düşünülmelidir.
Dünyanın patronu kimse, baskın dil onunkidir.
Dünyanın vahşî, barbar ve zâlim patronajlığı değişiyor.
Türkiye, yeniden dünyada akan gözyaşı ve kanı durdurabilecek güce ve egemenlik alanına ulaştığında, dünyanın en yaygın dili Türkçe olacaktır.
Dile hâkim olan mülke hâkim olur.
Mülkün esası ise adalet ve merhamettir.
Türkçe, en fazla merhamet, sevgi, şefkat ve adalet kelimelerinin olduğu bir dildir.