Ezcümle, nasıl olduğu açıkça bilinmese de konuşma ve yazmanın bizzat Yaratıcı tarafından öğretildiğini, dillerin ve onları gösteren yazıların, Allah’ın âyetlerinden bir âyet olduğunu anlıyoruz.
Kâmil YEŞİL

Bazı olaylar vardır ki yıllarca halledilemeyen tarihî, felsefî, itikadî vb. bir konuyu kökünden çözmese bile konuya dair büyük bir açılım getirir. Bu, Fransızların “l’esprit d’escalier” dedikleri cinsten bir şeydir. Fransızlar, bir tartışmada akıllarına bir türlü gelmeyen o çözümleyici düşünceyi, o hazır cevabı, tartışma mekânında otururken değil de oradan ayrıldıktan sonra hatırladıkları için ona “L’esprit d’escalier” yani “merdiven düşüncesi” demişler. Biz Türklerin böyle durumlar için söyledikleri sözün argosu biraz koyudur. Türk’ün aklına ya kaçarken… diye devam eder bu söz.
İnsanoğlu böyledir. Heyecandan, sohbetin insicamının bozulmasından, acelecilikten vs. gibi sebeplerle söylemesi gereken sözü bir türlü hatırlayamaz. Bildiği şeyi unutur. Özellikle ilginç tespitler, tam gediğine konulacak taşlar hep sonradan gelir akla.
Demek ki Fransızlarda bu durum, tam merdivenden inerken tezahür ediyormuş ki kültürlerine böyle bir söz hediye etmişler. Manzarayı hatırlamaya çalıştığımızda bazı insanların bir konuyu müzakere etmek için bir yerde toplandıklarını, müzakerenin tartışmaya dönüştüğünü, fakat o anahtar cümlenin, meseleye dair o eksen fikrin akla bir türlü gelmediğini anlıyoruz. Toplantı bitmiş, herkes dağılmış ve fakat zihin o mevzu ile meşgûl. Tam merdivenlerden inerken; bir resim, bir sözcük, bir görüntü flaş gibi patlayıveriyor zihinde ve olan oluyor.
Geçmiş olsun.
Bu, suyun kaldırma gücünü keşfeden veya başına elma düştükten sonra yer çekiminin farkına varan adamın durumuna benziyor biraz. O elma ilk kez düşmedi, banyodaki o su ilk kez taşmadı. Fakat bu hadiseleri bir problemle birleştirmeyenler, bir mesele saymayanlar ve de cevap aramayanlar, hadiselere sadece “tabiat olayı” olarak bakıp geçtiler. Elma düştü çünkü olgunlaştı, sapı sarardı, elma düştü çünkü rüzgâr çok şiddetli esiyordu, elma düştü benim nasibimi Allah ayağıma gönderdi vs. denmiş geçilmiş. Oysa bu düşüşte bir bilim hadisesi, fizik ilmine bakışı kökünden değiştirecek bir olay gizli (imiş.)
Keşfin bir zamanı ve bir mekânı da vardır. Ancak önce o keşifle ilgili zihnî bir arayış gerekir.
Bir çocuk dergisinde gördüğüm bir kelime de benim yıllarca zihnimde soru olarak taşıdığım, cevabını aradığım bir dil problemi ile ilgili olarak büyük bir açılım sağladı. Önce problemi açalım, sonra onu nasıl çözdüğümüze ve bu girişi niçin yaptığımıza gelelim.
Biliyoruz ki materyalist dil tarihçilerine göre “dil göstergeleri” nedensizdir. Yani, insanoğlu dili ilk önce kimden ve nasıl öğrenmiştir, eylemlere, nesnelere, olay ve olgulara neden başka kelime ile değil de bugün kullandığımız isim, fiil ile karşılamıştır? İsimler için bu sorunun sonu yoktur aslında. Çünkü bu kez “neden” sorusu; teklif edilen yeni kelime için de sorulacaktır ki bu kısır döngüdür.
Varlık bilgisi, âlem bilgisi, isim bilgisi kadim bir bilgi midir yani öğretilmiş midir yoksa nedensiz midir?
İnsan dili nasıl öğrenmiştir, kullandığı dil nasıl çoğalıp yeni kollara ayrılmıştır vb. soruların açıklanabilir ve inandırıcı cevapları yoktur. Eşyanın hakikati meselesinde olduğu gibi, bu konuda da bir agnostisizm hâkimdir hem Batı’da hem de felsefede.
Dilin konuşma kısmı için kabul edilen bu yaklaşım, yazı dili için geçerliğini korumaz. Çünkü dilbilimciler ilk yazının kullanılışını/ortaya çıkışını araştırmışlar ve “tarih”i, yazının icadı ile başlatmışlardır. Buna göre “tarih” demek “yazı” demektir ve bilinen ilk yazının öyküsü şöyledir:
İnsan, Yaratıcı’yı ilk defa ses ve ateş yardımı ile idrak etmiş(tir). İlk harfi de bu hadise sâikiyle yazmış(tır). Bu, kalemle yazılmış bir harf değildir. Gördüğü hadiseyi yerden bir taş alarak mağaranın duvarına çizmek hadisesidir. Adam taşı taşa vurduğu zaman sadece idrak ettiği o kıvılcım ve ateş çıkmaz; bu esnada mağaranın duvarında bir de şekil belirir ki (ona yalım diyoruz) tarihçiler yazının ilk örneği olarak bu çizgileri kabul ediyor.
Yine tarihçilerin bildirdiğine göre İ.Ö. 2000 sene evvel Hindistan’da “Şastra Feudha Bali Alfabesi” kullanılmıştır. Bu alfabenin harfleri insan vücudunun dış organlarının şekillerinden hareketle icat edilmiş(tir). Bu harfler seslendirilirken vücudun muayyen organlarında da titreşim meydana geliyor(muş). Kayıtların bildirdiğine göre bu titreşim ve sözlerle insanın iç uzuvlarının rahatsız olup olmadığı da anlaşılıyormuş.
Bilinen tarihiyle insanoğlunun en köklü ve en eski edebiyat dili, Hindistan ve çevresinde kullanılan Sanskritçe’dir. Mısırlılar Hiyeroglif’i, Fenikeliler‚ hattımıhi’yi (çivi yazısı), Yunan ve Romalılar Latin alfabesini, Yahûdlar İbranice ve Süryaniceyi, Araplar da Kûfi yazıyı kullanmışlardır fakat bunlar yazının icadından çok sonraki dönemlere ait.
Dilin tarihten günümüze kadar gelen süreçte; kelimelerini, kelimelerin mânâlarını ve geçirdiği evreleri gösteren büyük bir veri olarak yazı hâlâ en önemli anlaşma ve antlaşma aracımızdır. Ve insanoğlu bu kadar çeşitli şekilleri olmasına rağmen (yaklaşık 300 tane), yazı dilinin ve ona ait konuşma dilinin “nedensiz” olduğunu iddia edebilmektedir.
Dilbilimcilerin ve tarihçilerin cevap aradığı dilin kaynağına ait sorular yerinde aranmadığı için ya cevap bulamamakta ya da verilen cevaplar kimseyi tatmin etmemektedir. Bize düşen de bu iki duruma tamamen teslim olmadan sahici kaynaklara başvurmaktır.
Dil konusunda da en son sözü söyleyen kaynak, elimizdeki kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim bize, ilk konuşma dili ve yazı hakkında şu açıklayıcı bilgileri vermektedir:
Hani Rabbin, meleklere ‘Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar da ‘Biz seni şükrünle yüceltir ve sürekli takdis ederken, orada bozgunculuk yapacak ve kan akıtacak birini mi yaratacaksın?’ dediler. (Allah) ‘Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim’ dedi. Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip ‘Eğer doğru söylüyorsanız, bunları bana isimleri ile haber verin’ dedi.
(Melekler) dediler ki: ‘Sen yücesin; bize öğrettiğinden başka, bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Gerçekten sen her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibisin.’
(Allah): ‘Ey Âdem, bunları onlara isimleri ile haber ver’ dedi. O, bunları, onlara isimleriyle haber verince de dedi ki: ‘Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da açığa çıkardıklarınızı da ben bilirim (diye)’. (Bakara s. 30-33)
Dikkatinizi çekerim. Öğretilen isimler zamir ile işaretlenmiştir ve mahiyeti hakkında bir bilgi sahibi değiliz. Meallerde “O (Âdem), bunları (neleri) onlara (meleklere) isimleriyle haber verdi.” şeklinde mânâlanadırılan âyette nelerden bahsedildiğini bilmiyoruz. Bazı âlimler isimlerin eşyaya ait olduğunu söylerken, bazıları Esma-i Hüsna’yı işaret ettiğini söyler.
Kitap bize bildirmektedir ki Âdem’in meleklere olan üstünlüğünün sebebi kendisine öğretilen isimlerdir yani dil melekesidir. Bu âyette Âdem’e ve onun oğullarına, eşyaya, olaylara, mefhumlara isim vermek, onları “dil”lendirmek melekesinin de verildiğine işaret vardır. Buna göre Âdem (ve oğulları/yani bizler) eşyaya isim verme yetisi ile donatılmış, hayvan-ı nâtık (konuşan canlı) olarak yeryüzüne indirilmişizdir ve elçilere suhûflar, kitaplar verilerek bu dil Allah (c.c.) tarafından da onaylanmıştır.
Süheyl Ünver merhumdan öğrendiğimize göre bu bilgilere hendese de dâhil imiş. Bundan dolayı hendese kıyamete kadar yaşayacaktır diyor Süheyl Ünver.
“Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık” âyetinde (Kamer suresi) hendeseye de işaret var(mış.)
Kavimlere gönderilen elçiler tebliğ ve irşadı o kavmin dilinde yapmıştır, bu da vahyî bir bilgidir.
Konuşmayı, “el-Hâlık/Yaratıcı” vasıtasıyla öğrenen Âdem (ve oğulları), konuştuklarını yazıya geçirmeyi de yine Yaratıcı’nın terbiyesi ile öğrenmiştir.
“O, (Allah) insana bilmediklerini ve kalemle yazı yazmayı öğretmiştir.” ( Alâk s. 4)
Yaratıcımız başka bir âyette kaleme ve yazdıklarına yemin eder ki bu kalem (âlimlere göre) kudret kalemidir ve yazdıkları da ‘kader’dir (Kalem s.1). Çünkü insan başıboş bırakılmamıştır. (Kıyamet s. 36)
Ezcümle, nasıl olduğu açıkça bilinmese de konuşma ve yazmanın bizzat Yaratıcı tarafından öğretildiğini, dillerin ve onları gösteren yazıların, Allah’ın âyetlerinden bir âyet olduğunu anlıyoruz.
Dil konusunda benim aklıma takılan husus, insanın ağzından çıkan ilk kelimenin ne olduğudur. Daha doğrusu, Türkçenin ilk kelimesinin ne olduğu sorusudur. Bu merakım konuşmaya başladıktan sonraki döneme ait değildi; ana dilinde, önce çıkardığımız seslerle ilgili idi.
Zihnim bu soru ile meşgulken “l’esprit d’escalier” durumu yaşadım. Elime keşif ehli bir zatın sohbetlerini içeren bir kitap geçti. Ermiş’in ifadesine göre “Agu” bütün çocukların (ana dilleri ne olursa olsun) dil öğrenme yaşından önce, yani doğumdan hemen sonra zikrettikleri evrensel bir kelime (imiş). Bu hususta bir tereddüt yoktur sanırım. Bu kelime “el-Hâlık” anlamına gelen Allah’ın isminin karşılığı (imiş). Eski Sanskritçe’de bu anlamda ve söylenişte bir kelime de var(mış).
Sanskritçe bilmiyorum ve de bu bilgiyi tabii ki test etmedim/edemedim.
Doğruluğu konusu ise sadece bir itikat olarak yer buldu zihnimde.
Yıllar önce okuduğum bu bilgi, ülkemizin önde gelen bisküvi sanayilerinden birinin dergilere verdiği bir ilânla birleşti ve zihnimde bir flaş patlattı. İslâmî yayınlara reklam ile destek veren bisküvi sanayiinin bu işi bildiği kanaatinde değilim. Onlar, tamamen Türk kültüründeki yaygın kullanımdan hareket etmiş olmalı idi.
İlân şöyle diyordu:
“Bütün çocuklar aynı dili konuşur: AGU”
Bu kelime ve telaffuzu tabii ki biliyorduk, duyuyorduk. Evde doğan yeni çocuktan tutunuz bütün Türk çocukları söyler bu kelimeyi. Ve anneler de onları taklit ederek bilmukabil yapar.
Ancak ilan, “bilinmez meşhur” kelime ile ilgili bir flaş da patlattı zihnimde. Biz de zamanında, bilinçsizce (!) tekrar ettik/etmişizdir bu kelimeyi. Ve bu telaffuz ile ilk kelimemizle O’nu zikretmiş, el-Hâlık demiş olduk. Çünkü yaratılmıştık, bizi bir Yaratan var idi ve ilk olarak da O’nu bu niteliği/ismi ile zikretmiştik. Rabbimiz bize yani bütün insanlara bu dili öğretmiş idi. Bütün dillerde yani çocuk dillerinde O’nun adı, AGU idi.
Öyle ise şu hükme rahatlıkla varabiliriz:
AGU, Türkçenin ilk kelimesidir.
AGU, bütün dillerin ilk kelimesidir.
AGU, bütün (bebek) dillerinde ortaktır.
Hakikatini Allah bilir.
İnsanoğlu nesnelere, fiillere, olay, olgu ve durumlara isim verme yetisi ile donatıldığına göre bebeklerin “AGU” ile Yaratan/el-Hâlık demiş olduğunu iddia etsek ne lâzım gelir?
Hiç.
el-Hâlık isminin bu bilgiyi destekleyen başka bir kitabî bilgim daha var ki onu buraya yazamam; çünkü hem emin değilim hem de -eğer bildiğim doğru ise- o büyük hakikatin reddedilmesine sebep olmak istemiyorum.
Son sözümüz, ilk sözümüz olsun:
-AGU.