Göçmen Meselesine Nereden Bakmalı?

Ülkesindeki zulümlerden ve gayri insani durumlardan kaçarak gelmiş bu insanlara, Avrupa ülkelerinin yaptığı insanlık dışı muamele kabul edilemez.

Yusuf ADIGÜZEL

Prof. Dr., Sakarya Üni. İletişim Fak.

Mültecilik Tercih Değildir.

Zorunlu olmadıkça kimse evini yurdu terk etmez. Savaşlar, çatışmalar, istikrarsızlık, açlık, kıtlık ve yoksulluk milyonlarca insanı daha güvenli ve müreffeh bir yer aramaya itiyor. Birleşmiş Milletler verilerine göre 2021 sonu itibariyle 281 milyon göçmen dünya nüfusunun yüzde 3,6’sını oluşturuyor. Gelişmiş ülkeler her yıl milyonlarca ekonomik göçmen (işçi) alabilmek için çeşitli arayışlara girerken, 26 milyon mülteci ise güvenli bir şekilde hayatta kalacak sığınacağı bir yer arıyor. G8 ülkeleri ve Körfezdeki Arap ülkeleri bir taraftan az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin genç, eğitim seviyesi yüksek, bilgi ve beceri sahibi insanlarını göçmen olarak alıp sömürüye devam ederken, öte yandan sadece hayatta kalmak için ülkesinden ayrılmak zorunda kalanların ise yüzlerine kapıları kapatıyorlar. Kısacası tercih edilen makbul göçmenler gelişmiş ülkelere giderken, mültecilerin neredeyse tamamına yakını gelişmekte olan müslüman ülkelerde misafir ediliyor. 51 milyon göçmen sayısı ile dünyanın en fazla göçmen barındıran ülkesi ABD iken en (fazla mülteci statüsünde insan) barındıran ülke Türkiye’dir.

Göç Rotası Türkiye

Dünya’da ana akım göç yönü, güneyden kuzeye ve doğudan batıya doğrudur. Coğrafi olarak bakarsak, Kuzey Avrupa ülkeleri temel hedef ülkeler iken Afrika ve Asya ülkeleri ise göçün kaynak ülkelerinin bulunduğu yerler. Türkiye tam olarak bu ana göç yollarının kavşak noktasında, bir anlamıyla Afrika ile Avrupa ve Asya ile Avrupa arasında bir köprü görevi görüyor. Bu coğrafi konum Türkiye’yi dünya göç trafiğinde en önemli geçiş (transit) ülke haline getiriyor. Ancak Avrupa’nın sınırlarını çok sıkı kapatması ve Türkiye’nin AB ile geri kabul anlaşması imzalaması ile Türkiye’yi son 4-5 yıldır Avrupa’ya geçmek isteyen göçmenlerin sıkışıp kaldığı bir ülke haline getiriyor. Bir yandan Suriye’deki kriz, bir yandan ise Afrika ülkeleri, Afganistan, Pakistan, Myanmar’daki savaş, çatışmalar, yoksulluk ve kötü insani şartların önüne kattığı kitlesel göçleri Türkiye’de biriktiriyor. Bir diğer neden ise zorunlu nedenlerle göç yoluna çıkan insanların tamamına yakınını Müslüman ülkelerin vatandaşları oluşturuyor. Avrupa’daki aşırı sağ ve ırkçılık, göçmen ve mülteci kabulünün zorlaşması, sığınma arayan veya ekonomik nedenlerle çalışmak üzere yola çıkanların rotasını Türkiye’ye çevirmesine yol açıyor. Müslüman bir ülke olarak Türkiye, bu insanlar için gerçekten sığınılacak güvenli bir liman durumunda.

Türkiye’nin Göçmen Profili

Türkiye son 250 yıldır özellikle Osmanlı bakiyesi topraklardan milyonlarca göçmen almıştır. Ancak Türkiye’nin göçmen kabul etme şartı ‘Türk olmak veya Türk kültürüne bağlı olmak’ idi. Yani genellikle Balkanlar, Kafkaslar ve Kırım’dan gelenler göçmen olarak kabul ediliyordu. 1980’lerden sonra (Afganistan’ın SSCB tarafından işgali, İran Devrimi, İran-Irak Savaşı sonrasında) Türkiye daha farklı bir göçmen tipi ile karşılaştı. Ancak bunlar genellikle Avrupa’ya ulaşmak isteyen ve Türkiye’yi transit ülke olarak kullanmak isteyen kişilerdi. Ancak Avrupa mülteci kabulü konusunda isteksiz olduğu için bu insanlar başvurularını yapıp Türkiye’de bekliyorlardı. 1990’lardan sonra ise Türkiye’yi hedef ülke olarak gören Türki Cumhuriyetlerden ve Doğu Bloku ülkelerinden gelenler oldu. 2000’lerden sonra ise Afganistan ve Afrika’dan çok sayıda göçmen gelmeye başladı. Göç İdaresi verilerine göre Türkiye’de 2005-2021 yılları arasında yakalanan düzensiz göçmenlerin sayısı 2 milyonu aşmıştır.

Sığınmacılar Kalıcı Mı?

Türkiye’deki yabancılar arasında geçici koruma altındaki Suriyeliler, Türkiye’de önemli ölçüde kalıcı olacak kesimi oluşturuyor. Doğu Bloku ve Türki Cumhuriyetlerden gelenler de Türkiye’yi hedef ülke olarak görüp, burada çalışmak ve mümkünse ikamet izni ile kalmak istiyorlar. Afgan, Pakistan, Bangladeş, Myanmar, Somali, Eritre gibi ülkelerden gelenler öncelikle Avrupa’ya ulaşmak isterken, imkân bulamadığı için Türkiye’de kalmak zorunda olabiliyorlar. Şartlı mülteci veya uluslararası koruma altında burada uzun yıllar kalan bu insanlar, 6 ay sonra çalışma iznine başvurabiliyor. Ucuz işgücü olarak piyasada tutunan bu insanlar, zamanla kalıcı göçe doğru evrilmektedir. Ancak sınırların açılmasıyla da en fazla Avrupa’ya geçmek üzere harekete geçenler de bu insanlar oldular.

Avrupa’nın Mültecilik ile İmtihanı

Mülteciler genellikle göçmen kaçakçıları aracılığı ile yasa dışı yollardan hedefledikleri ülkeye gitmek istemektedirler. Bu yollar genellikle hayati tehlike arz eden yollar. Afrika’nın iç bölgelerinden Avrupa’ya ulaşmak isteyenler hem binlerce km’lik ölümcül çölleri hem de derme çatma teknelerle Akdeniz’i geçmek zorundalar. Son 5 yılda dünya üzerinde göç yollarında hayatını kaybedenlerin sayısı 30 bini bulmuş durumda. Mülteciler en yakın ülkeye sığınarak yaşam mücadelesi verirken, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere gelişmiş ülkeler sınırları yükselterek “düzensiz” göçmenleri ölümcül yollara sevk ediyorlar. Sadece 2011-2021 yılları arasında Akdeniz’de boğularak hayatını kaybeden göçmenlerin sayısı 25 bin. Sınırları yükseltmek, Avrupa’yı kale gibi korumak, göçü engellemezken, sadece göçmenleri daha ölümcül göç rotalarına sürüklüyor. Her gün haberlerde Yunanistan, İtalya, İspanya, Bulgaristan ve Polonya gibi Avrupa sınır ülkelerinin hiçbir insan hak ve hukukunu tanımayarak mültecileri nasıl ölüme sürüklediklerine şahit oluyoruz.

Sığınma hakkı temel insan haklarındandır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 14. Maddesine göre, her insanın zulüm karşısında, başka ülkelere sığınmaya ve bu ülkelerde sığınmacı işlemi görmeye hakkı vardır. Dolayısıyla hiçbir ülke, kaynak ülkesindeki zulüm nedeniyle, sınır kapısına dayanmış kişileri almama lüksüne sahip değildir. Bütün ülkeler mültecilere karşı sorumludur. AB ülkeleri sınırlarını korumak için bazen şu anda Yunanistan’ın yaptığı gibi insan hakları ihlallerine varacak kadar ileri tedbirler alabiliyorlar. Ülkesindeki zulümlerden ve gayri insani durumlardan kaçarak gelmiş bu insanlara, Avrupa ülkelerinin yaptığı insanlık dışı muamele kabul edilemez. Yunanistan’ın yaptığı, mültecilerin paralarını alarak, döverek, işkence ederek, botlarını batırarak, geri itme uygulaması hiçbir şekilde hukuki ve ahlâkî değildir. Tüm ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşları, insan hakları örgütleri bu duruma karşı sessiz kalmamalıdır. Ayrıca kendi rızası olmadan, mültecilerin zorla geri gönderilmesi, hayatı veya özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelere iade edilmesi, ‘geri göndermeme’ ilkesine aykırıdır ve hukuken mümkün değildir. Avrupa ülkelerine sığınmak isteyen bu kişilerin mültecilik prosedürlerine güven içinde ulaşması sağlanmalıdır. İçlerinde kadın ve çocukların da olduğu binlerce insan, denizden, Meriç’ten veya dikenli teller üzerinden hayatlarını tehlikeye atarak ‘güvenli topraklara’ ulaşmak zorunda bırakılmamalı. BM yasaları kitlesel akın durumunda bireysel mültecilik başvuru prosedürlerinin işletilmemesini, gelen kitlesel göçle gelenlerin geçici koruma altına alınmasını öngörüyor. Yunanistan’ın hukuki sorumluluğu mültecilerin kendi sınırlarını geçişinden sonra başlıyor. Ama etik olarak bu insanları kendi sınırları içinde alıp, başvuruların değerlendirmeli, ondan sonra mültecilik hakkı verip vermeyeceğine karar vermelidir.

Muhacirden Mülteciye Suriyeliler

Suriye savaşı 10 yılı geride bıraktı. Türkiye’de, 3.7 milyonu geçici koruma statüsünde olmak üzere, 4 milyona yakın Suriyeli ile birlikte yaşıyoruz. Suriyelilerin tamamına yakını kent merkezlerinde bizimle birlikte yaşıyor. Kamplarda kalanların sayısı ise sadece 50 bin kişi. Artık sosyal hayatın her alanında onlarla karşılaşıyoruz. Çocuklarımızın okullarında Suriyeli arkadaşları var, bizim sokağımızda veya apartmanımızda Suriyeli komşularımız.

Suriyeliler için savaşın ilk yıllarında sıklıkla “ensar-muhacir kardeşliği” konuşulurken, daha sonra misafir, şimdilerde ise “mülteci” demeye başladık. Tabii ki yasal statü olarak “mülteci” olmadıklarının biliyoruz. Ama onları artık daha sıcak bir kavram olan göçmen veya muhacir olarak da görmüyoruz. Göçmen ve muhacir kavramları, Türkiye’nin iki yüzyıldan fazla zamandır kabul ettiği ‘etnik veya kültürel olarak Türk’ olanları ifade etmekte kullanılıyor. Yani kısacası göçmen ve muhacirler “biz”den kabul edilirken, mülteciler “öteki” olanı anlatıyor. Peki Suriyeliler bizim ötekimiz midir? Avrupalılar için öteki olan Müslüman göçmenler iken bizim için Suriyeliler olabilir mi? Müslüman bir kişi, başka bir müslüman ülkede öteki olarak mülteci muamelesi mi görmeli, yoksa “biz” dairesi içine aldığımız biri mi olmalı? Devlet ve kamu kurumları elbette seküler bir yaklaşımla sığınmacıları Müslüman olan veya olmayan olarak ayırmayabilir. Ama toplumdaki bireyler 400 yıldan fazla birlikte yaşadığı, aynı inancı paylaştığı, hatta bazıları ile aynı etnik kökeni paylaştığı insanlara BM normlarına uygun olarak “mülteci” muamelesi yapmalı mı?

Suriyeliler ile yüzlerce yıldır aynı devletin çatısı altında yaşadığımız gibi bundan sonra da birlikte yaşayacağız. Gönlümüz elbette herkesin kendi vatanında huzurlu ve onurlu bir biçimde yaşamasıdır. Ancak, göçmenlik süresi uzadıkça geri dönme ihtimali azalmaktadır. Geçen on yıl, göçmenlerin geri dönüşünü neredeyse imkânsız hale getirmiş durumda. Öyleyse Suriyelileri artık “öteki” olarak değil, bu ülkenin bir parçası olarak görme zamanımız gelmiştir.