Yaşam kalitesi üst başlığında ekonomik, sosyal, kültürel imkânlar kadar can, mal ve inanç güvenliğini koruma gayesi de olabilir. Her ne kadar bunlar başlı başına önemli nedenler olsa da tek bir etkenin göçe neden olduğunu söylemek güçtür.
Mehmet Fatih AYSAN
Prof. Dr., Marmara Üni. Fen-Edebiyat Fak.

Aslında nüfus hareketlerine toplum olarak hiç de yabancı değiliz. Her ne kadar Suriye İç Savaşı ile birlikte Türkiye’nin gündemine otursa da Türkiye’nin tarihi aynı zamanda bir göçler tarihidir. İşte bu nedenle merhum tarihçi Kemal Karpat’ın da vurguladığı gibi göçleri anlamadan Türkiye’nin toplumsal tarihi anlaşılamaz. Milli tarihimize göre Orta Asya steplerinden Anadolu’ya gelen, burada farklı etnik gruplarla uzun zaman içinde iç içe giren, Osmanlı topraklarının genişlemesiyle çok farklı coğrafyalara dağılan ancak imparatorluğun dağılması sürecinde sadece Türkler değil birçok Müslüman unsurun Anadolu’ya dönmesiyle yoğun bir nüfus değişimine uğrayan bir coğrafyada yaşıyoruz.
Mübadiller, muhacirler, göçmenler, sığınmacılar, yerinden edilmişler, mülteciler, geçici koruma statüsündekiler, turistler farklı dönemlerde farklı kavramlarla açıklanan kısa veya uzun süreli göçmenlere verilen isimler. Tarih boyunca değişik bölgelerden farklı özelliklerde çok farklı nedenlerle nüfus değişimi yaşanınca elbette kafa karışıklığı olabiliyor bu kavramlar üzerine.
Göç kavramı, genel olarak, insanların coğrafî yer değiştirmelerini ifade etmek için kullanılır. Göç, sıklıkla kalıcı bir yer değiştirme olabileceği gibi günümüzde yarı kalıcı yer değiştirmeleri de kapsayabilir. Göçün nedenleri, sonuçları, türleri, göçün ve göçmenlerin yapısına yönelik çeşitli düzeylerde sınıflandırmalar ve göç teorilerine sahibiz. Bunları tek tek tartışmak yerine Türkiye’deki genel durumu incelemekte fayda var.
Göç; ekonomik, siyasi ve sosyal sebeplerden kaynaklanacağı gibi güvenlik kaygılarıyla ya da dinsel nedenlerle de yapılabilmektedir. Ancak genel olarak incelendiğinde farklı sebeplerle de yapılsa bireylerin yaşam kalitesini iyileştirmek veya yaşam kalitesini düşürmemek tüm göçlerin temel nedeni olarak öne çıkmaktadır. Yaşam kalitesi üst başlığında ekonomik, sosyal, kültürel imkânlar kadar can, mal ve inanç güvenliğini koruma gayesi de olabilir. Her ne kadar bunlar başlı başına önemli nedenler olsa da tek bir etkenin göçe neden olduğunu söylemek güçtür. İnsanlar yaşadıkları yer ile göç edecekleri muhtemel yer arasında bir değerlendirme yapmakta, bunun sonucunda göç edip etmemeye karar vermektedirler.
Everett Lee, göç sürecinde etkili olan dört faktör olduğunu iddia eder: Başlangıç yeri ile ilgili faktörler, varış yeri ile ilgili faktörler, kesişen engeller ve kişisel etkenler. Göç edilecek bölgedeki insan kaynağı (hedef bölgeye daha önce göç etmiş hemşehri veya akrabalar), göç edilecek bölgede sunulan ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel imkânlar, göç edilecek bölgeye ulaşım (mesafe, sınır güvenliği, vize düzenlemeleri vb.) göç veren bölgedeki sorunlar (savaş, iktisadi kriz, baskılar vb.), kişisel özellikler (evlilik durumu, yaş, cinsiyet, eğitim, meslek, gelir, yeniliklere açık bir kişiliğe sahip olmak vb.) göç kararının verilmesinde belirleyici olan unsurlardan bazılarıdır.
İşte tüm bu dinamikler sonucunda insanlar göç etmeye veya etmemeye karar verirler. Bazen göç edilecek ülkedeki ekonomik ve sosyal imkânlar göç kararında etkili olurken bazen de halihazırda yaşanılan bölgede can güvenliği kaygısı, dini ve kültürel baskılar göçün gerçekleşmesinde etkili olmaktadır. Ancak ifade ettiğim gibi bu etkenlerin birçoğu, farklı bireylerin göç kararlarında farklı oranlarda etkili olmaktadır. Malcolm Gladwell’in ifadesiyle bu etkenler bardakta biriken su damlaları gibi birikmekte ve bir süre sonra bardak taştığında göç kararı alınır.
İşte bu iç içe geçmişlik ve birikmişlik, göç ile ilişkili farklı kavramlar üzerine insanlarda kafa karışıklığı doğmasına neden olur. Bununla birlikte nüfusu etkileyen üç temel süreç (doğum, ölüm ve göç) içinde veri toplanabilen en zor nüfus süreci göçtür. Göçmenler sıklıkla hareket halinde olduklarından, göç ettikleri bölgede genellikle hemen kayıt altına alınmadıklarından onlara dair sağlıklı bilgi toplamak ve ihtiyaç duyulan politikaları üretmek oldukça zordur.
Diğer taraftan ulus devlet anlayışı içinde ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel nedenlerle birçok devlet tarafından özellikle mültecilerle ilgili Birleşmiş Milletler (BM) anlaşmalarını uygulamakta isteksiz davranmakta, göçmenleri farklı kavramlarla tanımlayabilmekte veya onların ihtiyaçlarını görmezden gelebilmektedir.
BM’nin tanımına göre mülteci; ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve ölüm korkusu nedeniyle geri dön(e)meyen kişidir. Ancak bu tanımdan da anlaşılacağı üzere mülteci olabilecek insanların can güvenliğinin gerçekten tehdit altında olup olmadığı gibi meseleler oldukça tartışmalı ve uzun süreli araştırma gerektiren konulardır. BM 2021 verilerine göre dünya genelinde 83 milyona yakın yerinden edilmiş insan bulunurken bunlardan 26 milyonu kendi ülkeleri dışında mülteci statüsündedir. 4 milyona yakın mülteci ile Türkiye dünyada en çok mülteci barındıran ülkedir. Bu rakamlar son 10 yılda yaklaşık iki kat artmıştır.
Ne var ki birçok sanayileşmiş Avrupa ve Kuzey Amerika ülkesi, 1951’de imzalanan Cenevre sözleşmesinden doğan mültecilere karşı yükümlülüklerini yerine getirmemektedir. Türkiye ise Cenevre sözleşmesine; 1961 tarihinde coğrafi sınırlama şartı ile mültecileri Avrupa’da meydana gelen olaylar nedeniyle koruma talep eden insanlar şeklinde anladığını ve kabul ettiğini ifade ederek bu sözleşmeye taraf olmuştur. Bu nedenle Avrupa dışından gelen hiçbir iltica talebi Türkiye tarafından kabul edilmez. Ancak Suriye savaşının getirdiği yoğun göçmen akışı, bu insanların güvenli bir şekilde hayatlarını sürdürebilmeleri için geçici güvenlik statüsü formülü geliştirilmiştir. Böylelikle Türkiye 1961’deki pozisyonunu değiştirmeden savaştan kaçan zor durumdaki insanlara kucak açmıştır.
Ancak Suriye iç savaşının uzaması, Asya ve Afrika’nın farklı ülkelerinden artarak gelen göç dalgaları Türkiye için sosyo-ekonomik sorunları ve güvenlik risklerini beraberinde getirmektedir. İçişleri Bakanlığı verilerine göre 2022 yılının başında 3,7 milyon geçici koruma statüsündeki Suriyeli ve geçici ikamet izni ile farklı ülkelerden 1,3 milyon yabancı Türkiye’de yaşamaktadır. Ayrıca son 5 yıl içinde 500 bine yakın göçmen Türkiye’de uluslararası koruma statüsüne başvuru yapmış yine aynı dönemde 1,3 milyonun üzerinde düzensiz göçmen yakalanmıştır.
Bu verilerden de anlaşılabileceği gibi uzun zamandır göç yollarında transit bir ülke olan Türkiye, artık hem transit hem de varış ülkesidir. Bir taraftan 2000’li yıllarda büyüyen ekonomisi, birçok ülke vatandaşına getirilen vize kolaylıkları ve vatandaşlık elde etme imkânları bir taraftan da Avrupa ülkelerinin sınırlarını daha sıkı denetleyip mülteci kabulünü zorlaştırmaları ve komşu ülkelerdeki ciddi krizler, Türkiye’yi göç güzergâhındaki transit ülkeden aynı zamanda varış ülkesi konumuna getirmiştir. Türkiye’de yaşayan yaklaşık 250 bin İranlı göçmen üzerine yaptığımız araştırmada bir göçmenin ifadesi ile özetleyecek olursak “güvensizlikten uzak ama eve yeterince yakın” konumuyla Türkiye bir varış ülkesi olmuştur.
Küreselleşme, ulaşım kolaylığı ve teknolojik gelişmelerle birlikte çıkış ülkesiyle bağını koparmadan yeni bir ülkede yaşayabilen ve uyum gösterebilen “Ulus-Ötesi” topluluklar ortaya çıkmaktadır. Devlet sınırlarını aşarak göç veren ve göç alan ülkeler arasında kurulan sürekli ve dinamik bağlar sebebiyle göç etme kararı da kolaylaşmaktadır. Bu minvalde “Ulus-Ötesi” göçmenlik, Türkiye’deki İranlılar veyahut Almanya’daki Türkler de rahatlıkla görülebilir. Bu göç olgusu, çıkış yaptığı ülkenin kültürel ve sosyal imkânlarına göç ettiği ülkede sahip olan, çıkış ülkesindeki yakınlarıyla kolayca iletişim kurup, internet ve televizyon gibi imkânlarla bu ülkenin haberlerini, filmlerini izleyebilen, başka bir ifade ile devlet sınırlarının ötesinde başka ülkelerle yakın iletişim halinde olan göçmenleri nitelendirmektedir.
Göçle birlikte farklılaşan etnik ve kültürel yapı; her ne kadar ev sahibi ülkenin toplumsal yapısını zenginleştirip yeni ekonomik imkânlar sağlasa da uyum için gerekli olan sosyal politika maliyetlerini artırarak devletler için yeni finansal yükler de getirmektedir. Bunlarla birlikte küresel ısınma, kuraklık, seller gibi doğal afetler ile salgın hastalıklar gibi daha çok çevreye dair sorunlar, göç potansiyelini de arttırmaktadır. Birçok bilim insanı önümüzdeki yıllarda küresel ısınma kaynaklı göçlerin artacağını düşünmektedir.
İster ekonomik isterse göç veren ülkedeki güvenlik kaygılarıyla olsun, göçmen sayılarındaki artış başta güvenlik olmak üzere ekonomik ve sosyal meydan okumaları beraberinde getirmekte, yabancı düşmanlığını da artırabilmektedir. Özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa’da olduğu gibi göçmen meselesi bazı siyasetçilerin söylemlerinin odağına oturabilmekte hatta seçim sonuçlarını etkileyebilmektedir. Artan ekonomik sorunlar, yanlış göç politikaları, göçmenlerin uyumuna yönelik uygulamalardaki sıkıntılar gerek toplum içinde yabancı düşmanlığını artırmakta gerekse göçmenlerin geldikleri topluma uyumunu sekteye uğratmaktadır.
Bu sorunların çözümü için ise ulusal ve küresel düzeyde farklı politikalar geliştirmek gerekir. Ulusal düzeyde göç dalgalarının kayıt altına alınıp düzenlenmeye çalışılmalıdır. Çok kültürlü uygulamaların artırılması, uyum politikalarının zenginleştirilmesi, göçmen çocuklar için eğitim imkânlarının geliştirilmesi ve istidam politikalarının gözden geçirilmesi ulusal ölçekte öne çıkan başlıca uygulamalardır. Göçmenler için ise asıl yapılması gereken şeyler, küresel ölçektedir. Bunların en başında göçe neden olan savaş, yolsuzluk, ekonomik sıkıntılar, insan hakları ihlalleri gibi temel sorunların çözülmeye çalışılması gerekmektedir. Süregiden göç dalgaları ulus devlet yaklaşımının ötesinde küresel bir refah rejimine ihtiyaç olduğunu bize gösteriyor. Ülke içinde ve ülkeler arasında, gelir adaletsizliklerini azaltmayı hedefleyen, göçmenlerin sesini daha rahat duyurabildiği, kapsamlı düzenlemeler ile şekillenen, küresel refahın yine küresel ölçekte dağıtıldığı, göç etme zorunluluğunu en aza indiren küresel ölçekte işleyen bir sisteme ihtiyaç duyuyoruz. Ancak dünya olarak bunu başarabilir miyiz? Bu sorunun cevabı biraz da ahlâkî tutumlarımıza bağlı!