Hem Beyaz Ayı’nın bileğini bükecek hem de Kızıl Ejder’in kanadını kıracak mukavemet, Türk Devletleri Teşkilatı’nın gerçekçi, dinamik ve kardeşlik ülküsüne dayanan bir güç olarak ortaya çıkmasında saklı.
Şehnaz FINDIK

Rus devlet geleneğinin ve Rus büyük güç stratejisinin mimarlarından Çar I. (Deli) Petro, 1682 yılında tahta çıktığında Rus devletini Avrupalı devletlerin seviyesine çıkaracak büyük adımlar atmakta kararlıydı. Petro, Avrupalı devletlerin iktisadi ve siyasi kalkınmalarının Rus devleti için olası sakıncalarını analiz ederek bu devletlerin zaaflarına yöneldi. Böylelikle kafasındaki evrensel idea bir çeşit “büyük güç stratejisi”ne dönüşürken temelinde “yayılmacılık” fikrinin ağır bastığı, dünyanın en büyük imparatorluğunu da kurmuş olacaktı. Fakat Türkistan coğrafyasında ve Türk nüfusunun baskın olduğu bölgelerde Petro’nun cihan imparatorluğu idealleri önemli ölçüde engellenmeye başlamıştı. Tüm bu engellemelere rağmen Petro’nun rüyası, tarih boyunca Rus hâkimiyetinin geniş coğrafyalara yayılmasının önüne geçemedi.
Petro’yu anlamak, kabaca bir tabirle “Beyaz Ayı”yı anlamakla eşdeğer. “Beyaz Ayı” tabiri soğuk, sert ve yıkılmaz fakat bir o kadar da anlayış ve merhamet yoksunu olmakla özdeşleştirilse de burada taraflı bir kullanım söz konusu. Ruslara değil ama Rus devlet geleneğine yapılacak bir yakıştırma olarak düşünüldüğünde “Beyaz Ayı” tabiri çok daha makul görünmekte. Çünkü bugünkü Rus devletinin Ukrayna’yı işgalinin arka planında yatan yayılmacılık fikri, etki alanını komşularının topraklarına kaydırmaktan çekinmeyen o “Beyaz Ayı”nın karakteristik ve tarihsel hafızasını gözler önüne seriyor. Zira Petro’nun (sözde) bıraktığı vasiyetinde “Rusların daima savaş pozisyonunda olması ve böylelikle rehavete düşmelerine izin verilmemesi” ilkesince komşuları ve rakipleri üzerinde sert emperyal uygulamaları teşvik etmesi, bunun en çarpıcı örneği. İsveç ve Finlandiya’ya boyun eğdirerek topraklarına tuhaf gerekçelerle el koymak, sınırlarını Baltık boyunca kuzeye ve Karadeniz kıyıları boyunca güneye doğru genişletmek ve bu uğurda yapılacak her türlü teknolojik ve askeri gelişimleri takip etmek, Petro’nun Rus devlet geleneğine mirasıdır diyebiliriz. Bugün NATO’ya üye olmakta aceleci olan bu iki devletin halini düşündüğümüzde ise bu zorba ve ihtiras delisi tavrın bir “Beyaz Ayı”ya yakıştırılması çok da sorunlu görünmüyor.
Deli Petro’nun “bu noktalara bir kez sahip olabilen, dünyanın gerçek hükümdarıdır” dediği Konstantinopolis ve Hindistan yönünde mümkün olduğunca ilerlemek arzusu, doğal olarak Rusları tarih boyunca hep Türkler üzerine yoğunlaştırdı. Dolayısıyla Petro, kendinden sonraki yöneticilere “Türkiye ve İran arasındaki kavgaları sürekli olarak kışkırtmak” vazifesini telkin ederek bu topraklara yapılacak büyük istilaların da önünü açmış oldu. Bu noktadan sonra işler Osmanlı’nın hiç de ummadığı bir şekilde ilerlemeye başladı. Zira bugün, “Orta Asya” diye adlandırılan ve oldukça Anglo-sakson bir yaklaşımla koordinatları dayatılan “Türkistan” coğrafyası, Petro’dan Putin’e kadar Rusya’nın büyük güç stratejisinin odak noktasını teşkil ediyor. Türklerin çeşitli ittifaklarla Avrupa’dan atılmasını sağlamak ve dini liderliği ele geçirmek suretiyle evrensel bir egemenlik kurmak, bu tarihten itibaren Rus güç stratejisini şekillendirmeye başladı. Bu ideanın bir yansıması olarak Türkistan coğrafyasının birbiriyle bağlantısı kesilecek, kendi içlerindeki manipülatif alanlar kızıştırılacak ve Rus kimliği ve Rus devletine sadakatle itaat eden sözde yerel liderler vasıtasıyla bu coğrafya tahakküm altına alınacaktı. Böylelikle Bolşevik İhtilali sonrasında kurgulanan sözde eşitlikçi toplumsal yapının barındırdığı tüm etnik grupları standardize etmek için aradığı devlet stratejisi ortaya çıkacaktı. Sovyetler Birliği döneminde “Sovyet İnsanı” projesiyle hayata geçirdiği tüm o sosyo-ekonomik politikaların hedeflerinden biri de Türklerin zihin dünyalarından İslami ve milli değerleri yozlaştırmaktı. Böylelikle kendi içinde “Kazak” ve “Kırgız” olmaklığın kavga sebebi olduğu, şii- sünni çatışmasından dolayı ümmet bilincinin de zarar gördüğü bir Türkistan, tahakküm açısından istedikleri manzaraya sahip olacaktı. Üstelik tarihsel bir Rus ideası olan Ortodoksların lider olduğu bir Avrasyacı modelde, Müslümanların kendi çıkarlarına uydurulmasının tek yolu da yine bu “ümmet” ve “millet” bilincinin yok edilmesi fikrinde yatmaktaydı.
Bugüne baktığımızda durum çok da farklı değil. Ortodoksluk merkezli bir “Avrasyacılık” fikrinin Rus ideallerinde hâlâ önemli bir yer tuttuğunu söylemek mümkün. Günümüzde Rusya için Ortodoksluk çatısı altında birleşmek hâlâ çok şey ifade etmekte. Öyle ki Vladimir Putin’in 2011 yılında yayımlanan “Avrasya için Yeni Entegrasyon Projesi” makalesine baktığımızda bu Klasik Avrasyacı anlayış, “Küreselleşme”, “Yeni Dünya Düzeni” ve “Evrensel Liberalizm” gibi yeni kavramlarla ifade ediliyor.[1] Bu anlamda Rusya, kültürel ve jeopolitik unsurlar ile dinsel çatı olma hedeflerini birleştiriyor gibi görünüyor. Bu bağlamın dinsel düzeydeki istisnası Müslüman Türk devletleri olabilir. Dolayısıyla bugün, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü ile Rusya, Orta Asya Türk Devletleri içindeki güvenlik ve karar alma mekanizmalarını domine edebileceği ve kültürel hegemonyasını koruyabileceği bir alan yaratmış durumda. Enerji kaynakları bakımından zengin olan Rusya, kendisi gibi zenginliğe sahip Orta Asya Türk Devletlerinin küresel pazardaki hareketliliğini kontrol edebilmeyi en az kendi kaynaklarının pazar içindeki yeri kadar önemli görüyor. Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yaşadığı emperyal parçalanmayı bilhassa Putin’in başa geçtiği dönem itibariyle emperyal bir restorasyon ile telafi etmeye odaklanmış durumda. Hâl böyle iken Türkistan coğrafyasının ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel boyutlarıyla Rusya etkisinden tamamen bağımsız düşünülmesi imkansız denilebilir.
Öte yandan yavaşça uykusundan uyanan ve tarihin “Kızıl Ejder”i olarak anılan Çin, 2008 krizinden hiç yumruk yemeden dahası o tarihten bu yana durmak bilmeyen ekonomik büyümesiyle Türkistan coğrafyasının yeni çıkmazlarından bir diğerini teşkil ediyor. “Tek Çin” politik ilkesine bağlı olarak Çin Komünist Partisi’nin asla taviz vermeyeceğini ilan ettiği sözde “Uygur Sorunu”, Çin’in Türk devletleriyle ilişkilerinde önemli bir “bekâ meselesi” haline gelmiş durumda. Örneğin Kazakistan’da hatırı sayılır bir nüfusa sahip olan Uygur Türkleri, Çin’in Kazakistan’ı ekonomik olarak kendine bağımlı kılmasının temel motivasyonlarından birisini oluşturuyor. Öyle ki Müslüman Uygurların (İslami bile olsa) diğer Türk devletlerinde sivil toplum girişimlerinde bulunmasına dahi engel olunuyor. Çin tarafından bilhassa enerji kaynakları ve enerji geçiş yollarının ekonomik parametrelerce siyasallaştırılması, Türkistan coğrafyasında birlik ve direnç yönelimlerini zorlaştırıyor.

Peki, Rusya’nın aksine Çin’in evrensel ideali nedir? Çin, Türkistan’daki devletlerle hangi beklentiler üzerine ilişki kurmaktadır? Bu sorulara verilen cevaplar gösteriyor ki Çin’in kültürel ve dini açıdan evrensel bir ideali yok. Dolayısıyla ekonomik gücü elinde bulundurarak mevcut Çin Komünist Partisi yönetiminin salahiyetini korumak ve partinin devamlılığını sağlamak, Çin’in başlıca hedeflerinden. Kuruluşunun 100. yılında (2049) dünyanın en büyük ekonomisi olma hedefine vurgu yapan Çinli karar alıcılar da esasında hedeflenen bu güçle ne yapılacağına cevap vermiyor. Çin’in Rusya gibi din temelli (Ortodoks Hıristiyanlık ilkelerine bağlı) ve evrensel bir imparatorluk geçmişine sahip olmaması doğal olarak inanç ve medeniyet perspektifinde bir “cihan hâkimiyeti” ideali belirleyememesi sonucunu doğurdu. Dolayısıyla Çin’in küresel bir ekonomik güce sahip olmak dışında belirli bir amacının olmadığı çıkarımını yapmak çok da yanlış olmayacak. Bu çıkarımdan hareketle, “Kızıl Ejder”in küresel ölçekte kanat çırpan değil aksine yerel mitleri yansıtan karakteristiği sebebiyle gücü elinde tutarak başkalarının kendine zarar vermesini engelleme misyonu olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Türkistan coğrafyası, “Kızıl Ejder”e zarar veremeyeceğinden emin olunan; tek başına karar alamayan, yalnızlaştırılmış ve öz kaynaklarından uzaklaştırılmış bir “öteki” ye dönüştürülmek isteniyor.
Bugünden bakıldığında ise Çin, dünyadaki enerji rezervleri ve bu rezervlere sahip olan bölgelerdeki devletlere karşı çıkar rekabeti içerisinde. Dolayısıyla Hazar Denizi çevresindeki bölge, Çin için önemli bir yedek-yeni petrol arzı kaynağı olarak görülüyor. Burada bilhassa Kazakistan gibi devletler Çin’e petrol tedarik etmek için en büyük potansiyele sahip ülkeler olduğundan bu ülkelerle enerji işbirliği kaçınılmaz. Bu işbirlikleri için ekonomide yaşanacak büyümeyi tetiklemesi adına Çin, Kung-fu, Konfüçyüs Enstitüleri ve Budizm unsurlarını birer cazibe, çekim ve kültürel nüfuz aracı olarak kullanmaya başladı. Esasında tüm bu yumuşak güç politikalarını, uluslararası siyasette sorunlar yaşadığı geçmiş dönemlerde Batılı devletlerin tecrit ve yaptırımlarına maruz kaldığı için oldukça travmatik bir reaksiyonla gerçekleştiriyor diyebiliriz. Öyle ki 2013 yılında devlet başkanlığına gelen Xi Jinping (Şi Cinping), Kazakistan ziyaretinde duyurduğu milli prestij projesi “Tek Kuşak Tek Yol” ile, Batılı enerji hatlarına Orta Asya üzerinden bir alternatif üretmek istemişti. Fakat Batılı devletlerin “Sinofobik” gazabına uğradıktan hemen sonra “Tek”liğinden taviz vererek “Kuşak-Yol Projesi” adıyla hem kara hem de deniz yoluyla Orta Asya’dan uzanan bir ticaret koridoru açarak karşılıklı kazanç artırmaya yöneldi. Zira Xi, geçmişte Avrupalı devletlerle yaşanılan bu gibi sorunlar tekrar yaşansın istemiyor.
İşin aslı Rus istilalarının ve Batılı devletlerin askeri müdahalelerinin endişe yarattığı siyasal bir zeminde olan Çin, 2000’li yıllardan sonra tüm bu endişelerini yumuşak güç unsurlarıyla ve ekonomik ilişkileri güçlendirerek aşmaya çalışıyor. Dolayısıyla evrensel bir yayılmacılık ve kültürel bir “hinterland” davasına sahip olmayan Çin, deyim yerindeyse bir “madde medeniyeti” karakteri gösteriyor. Bu vasfına istinaden Orta Asya’daki yatırımlarla, çeşitli kredilendirme ve borçlandırma usulleri ile Türkistan coğrafyasını kendisine bağımlı hale getirerek kaynaklarını haczetme yoluna giriyor. Bu haczin kolaylaştırılması bağlamında Şanghay İşbirliği Örgütü gibi kurumlardaki konumunu bir nevi kendi haraç politikalarına meşru bir zemin yaratması yönünde kullanmaktan çekinmiyor. Dolayısıyla ekonomik bağlamda “Kızıl Ejder”e, siyasi ve askeri bağlamda ise “Beyaz Ayı”ya bağımlı hale gelen Türkistan’ın zincirlerini kıracak reel politikalar, başta ekonomik işbirliğini ve ortak ticaret hacmini artırmanın önemini ortaya koyuyor. Bu durumda karşılıklı kazanç stratejileri ile ekonomik prangaların sökülmesi ve kaynaklara çöken Çin esaretinin aşılması gerekiyor.
Bu bağlamda kurumsal olarak güçlenen, isim ve vizyon değişikliği ile dünya siyasetinin yeni oyun kurucu aktörlerinden biri haline gelmeyi hedefleyen Türk Devletleri Teşkilatı gibi yapılar, fikri, askeri ve ekonomik bağımsızlığın icrasında hayati önem taşıyor. Hem Beyaz Ayı’nın bileğini bükecek hem de Kızıl Ejder’in kanadını kıracak mukavemet, Türk Devletleri Teşkilatı’nın gerçekçi, dinamik ve kardeşlik ülküsüne dayanan bir güç olarak ortaya çıkmasında saklı.
[1] Nadezhda Arbatova, “Three Faces of Russia’s Neo-Eurasianisma”, IISS, Nov. 2019, https://www.iiss.org/publications/survival/2019/survival-global-politics-and-strategy-december-2019january-2020/616-02-arbatova , (Erişim Tarihi: 19.05.2022)